Konu Kapatılmıştır
1. Sayfa - Toplam 2 Sayfa var 1 2 SonuncuSonuncu
Gösterilen sonuçlar: 1 ile 10 ve 13

Konu: Risalelerdeki Temsili Hikayeler

  1. #1
    Yasaklı Üye halenur - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Jan 2008
    Mesajlar
    2.932

    Standart Risalelerdeki Temsili Hikayeler

    Bu bölüme herkes Risale-I Nur'lardaki Temsili hikayeleri aktarabilirler.



    TEMSILI HIKAYENIN hangi eserden alinti oldugunu lütfen belirtin.



  2. #2
    Yasaklı Üye halenur - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Jan 2008
    Mesajlar
    2.932

    Standart

    SÖZLER, 1. SÖZ :

    Cöller, seyahat, kabile reisi, hadsiz düsman, ihtiyacatlar,mütevazi-magrur adam, hürmet görmek, rezil olmak, asker, devlet, kaydolmak, devlet namina hareket etmek.

    "Şöyle ki:

    Bedevî Arab çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki, bir kabile reisinin ismini als?n ve himeyesine girsin. Tâ şakîlerin şerrinden kurtulup hâcât?n? tedârik edebilsin. Yoksa tek baş?yle hadsiz düşman ve ihtiyacât?na karş? perişan olacakt?r. ?şte böyle bir seyahat için iki adam, sahraya ç?k?p gidiyorlar. Onlardan birisi mütevazi idi. Diğeri mağrur... Mütevazii, bir reisin ismini ald?. Mağrur, almad?... Alan?, her yerde selâmetle gezdi. Bir kât?ü't-tarîka rast gelse, der: "Ben, filân reisin ismiyle gezerim." Şakî defolur, ilişemez. Bir çad?ra girse, o nam ile hürmet görür. Öteki mağrur, bütün seyahatinde öyle belalar çeker ki, târif edilmez. Daima titrer, daima dilencilik ederdi. Hem zelîl, hem rezil oldu.

    ?şte ey mağrur nefsim! Sen o seyyahs?n. Şu dünya ise, bir çöldür. Aczin ve fakr?n hadsizdir. Düşman?n,hâcât?n nihayetsizdir. Mâdem öyledir; şu sahran?n Mâlik-i Ebedî'si ve Hâkim-i Ezelî'sinin ismini al. Tâ, bütün kâinat?n dilenciliğinden ve her hâdisat?n karş?s?nda titremeden kurtulas?n.

    Evet, bu kelime öyle mübarek bir definedir ki: Senin nihayetsiz Aczin ve fakr?n , seni nihayetsiz kudrete, rahmete raptedip Kadîr-i Rahîm'in dergâh?nda aczi, fakr? en makbul bir şefaatç? yapar. Evet, bu kelime ile hareket eden, o adama benzer ki: Askere kaydolur. Devlet nam?na hareket eder. Hiçbir kimseden pervâs? kalmaz. Kanun nam?na, devlet nam?na der, her işi yapar, her şeye karş? dayan?r."



    http://www.risale-inur.org/yenisite/...ndex.php?tid=2

  3. #3
    Yasaklı Üye halenur - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Jan 2008
    Mesajlar
    2.932

    Standart

    SÖZLER, 1. SÖZ:

    Agaclar, zerrecikler, Bismillah, tablacilik eden agaclar, inek, deve, koyun, süt cesmesi, otlarin yumusak damarlari, yumusak damarli bitkilerin taslari catlatmasi,Asa-yi Musa, ates sacan hararete karsi Hz. Ibrahim'in ayeti.

    "
    Başta demiştik: Bütün mevcudat, Lisan-? hâl ile Bismillah der. Öyle mi?

    Evet, nas?lki görsen: Bir tek adam geldi. Bütün şehir ahalisini cebren bir yere sevketti ve cebren işlerde çal?şt?rd?. Yakînen bilirsin; o adam kendi nam?yla, kendi kuvvetiyle hareket "etmiyor. Belki o bir askerdir. Devlet nam?na hareket eder. Bir padişah kuvvetine istinad eder. Öyle de her şey, Cenâb-? Hakk'?n nam?na hareket eder ki; zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler başlar?nda koca ağaçlar? taş?yor, dağ gibi yükleri kald?r?yorlar. Demek herbir ağaç, Bismillah der. Hazine-i Rahmet meyvelerinden ellerini dolduruyor, bizlere tablac?l?k ediyor. Her bir bostan, Bismillah der. Matbaha-i kudretten bir kazan olur ki: Çeşit çeşit pekçok muhtelif leziz taamlar, içinde beraber pişiriliyor. Herbir inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar Bismillah der. Rahmet feyzinden bir süt çeşmesi olur. Bizlere, Rezzak nam?na en lâtif, en nazif, âb-? hayat gibi "bir g?day? takdim ediyorlar. Herbir nebat ve ağaç ve otlar?n ipek gibi yumuşak kök ve damarlar?, Bismillah der. Sert olan taş ve toprağ? deler geçer. Allah nam?na, Rahman nam?na der, her şey ona musahhar olur. Evet havada dallar?n intişar? ve meyve vermesi gibi, o sert taş ve topraktaki köklerin kemâl-i sühûletle intişar etmesi ve yer alt?nda yemiş vermesi; hem şiddet-i hararete karş? aylarca nâzik, yeşil yapraklar?n yaş kalmas?; tabiiyyûnun ağz?na şiddetle tokat vuruyor. Kör olas? gözüne parmağ?n? sokuyor ve diyor ki: En güvendiğin salâbet ve hararet dahi, emir taht?nda hareket ediyorlar ki; o ipek gibi yumuşak damarlar, birer asâ-yi Mûsâ (A.S.) gibi فَقُلْنَااضْرِبْْبِعَصَاكَالْحَجَرَ emrine imtisâl ederek taşlar? şakk eder. Ve o sigara kâğ?d? gibi ince nazenin yapraklar, birer a'zâ-yi ?brahim (A.S.) gibi ateş saçan hararete karş? يَانَارُكُونِىبَرْدًاوَسَلاَمًا âyetini okuyorlar.

    Mâdem her şey mânen Bismillah der. Allah nam?na Allah'?n ni'etlerini getirip bizlere veriyorlar. Biz dahi Bismillah demeliyiz. Allah nâm?na vermeliyiz. Allah nâm?na almal?y?z. Öyle ise, Allah nâm?na vermeyen gafil insanlardan almamal?y?z...


    http://www.risale-inur.org/yenisite/...ndex.php?tid=2
    Konu halenur tarafından (05.04.08 Saat 09:50 ) değiştirilmiştir.

  4. #4
    Yasaklı Üye halenur - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Jan 2008
    Mesajlar
    2.932

    Standart

    Sözler, 1. SÖZ:

    TABLACI HÜKMÜNDE OLAN INSANLAR:





    " Sual: Tablac? hükmünde olan insanlara bir fiat veriyoruz. Acaba as?l mal sahibi olan Allah, ne fiat istiyor?

    Elcevab: Evet o Mün'im-i Hakiki, bizden o k?ymettar ni'metlere, mallara bedel
    istediği fiat ise; üç şeydir. Biri: Zikir. Biri: Şükür. Biri: Fikir'dir. Başta "Bismillah" zikirdir. Âhirde "Elhamdülillah" şükürdür. Ortada, ''bu k?ymettar hârika-yi san'at olan nimetler Ehad-ü Samed'in mu'cize-i kudreti ve Hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek'' fikirdir. Bir pâdişah?n k?ymettar bir hediyesini sana getiren bir miskin adam?n ayağ?n? öpüp, hediye sahibini tan?mamak ne derece belâhet ise, öyle de; zâhirî mün'imlere medih ve muhabbet edip, Mün'im-i Hakiki'yi unutmak; ondan bin derece daha belâhettir.

    Ey nefis! böyle ebleh olmamak istersen; Allah nâm?na ver, Allah nâm?na al, Allah nam?na başla, Allah nâm?na işle. Vesselâm.
    "


    http://www.risale-inur.org/yenisite/...ndex.php?tid=2

  5. #5
    Yasaklı Üye halenur - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Jan 2008
    Mesajlar
    2.932

    Standart

    2.SÖZ:

    "
    ?mânda ne kadar büyük bir saadet ve nimet ve ne kadar büyük bir lezzet ve rahat bulunduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle.
    Bir vakit, iki adam hem keyif, hem ticaret için seyahate giderler. Biri hodbîn, tâlihsiz bir tarafa; diğeri hudâbîn, bahtiyar diğer tarafa sulûk eder, giderler.

    Hodbîn adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbîn olduğundan; bedbînlik cezas? olarak, nazar?nda pek fenâ bir memlekete düşer. Bakar ki, her yerde âciz bîçareler zorba, müthiş adamlar?n ellerinden ve tahribâtlar?ndan vâveylâ ediyorlar. Bütün gezdiği yerlerde böyle hazin, elîm bir hali görür. Bütün memleket bir mâtemhâne-i umumi şeklini alm?ş. Kendisi şu elîm ve muzlim hâleti hissetmemek için sarhoşluktan başka çare bulamaz. Çünkü herkes ona düşman ve ecnebî görünüyor. Ve ortal?kta dahi müthiş cenazeleri ve me'yusâne ağlayan yetimleri görür. Vicdân? azab içinde kal?r.

    Diğeri hudâbîn, hudâperest ve hakendiş, güzel ahlâkl? idi ki, nazar?nda pek güzel bir memlekete düştü. ?şte bu iyi adam, girdiği memlekette bir umumi şenlik görüyor. Her tarafta bir sürûr, bir şehrâyin, bir cezbe ve neşe içinde zikirhâneler. Herkes ona dost ve akrabâ görünür. Bütün memlekette yaşas?nlar ve teşekkürler ile bir terhisât-? umumiye şenliği görüyor. Hem tekbir ve tehlîl ile mesrurâne ahz-? asker için bir davul, bir musiki sesi işitiyor. Evvelki bedbaht?n hem kendi, hem umum halk?n elemi ile müteellim olmas?na bedel; şu bahtiyar hem kendi, hem umum halk?n sürûru ile mesrur ve müferrah olur, hem güzelce bir ticaret eline geçer. Allah'a şükreder. Sonra döner, öteki adama rast gelir, halini anlar. Ona der:

    "Yahu, sen divâne olmuşsun. Batn?ndaki çirkinlikler, zâhirine aksetmiş olmal? ki, gülmeyi ağlamak, terhisât? soymak ve tâlân etmek tevehhüm etmişsin. Akl?n? baş?na al, kalbini temizle. Tâ şu musîbetli perde senin nazar?ndan kalks?n. Hakikati görebilesin. Zîrâ nihayet derecede âdil, merhametkâr, raîyyetperver, muktedir intizamperver, müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-? terakkiyât ve kemâlât gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği sûrette olamaz."
    Sonra o bedbaht?n akl? baş?na gelir, nedâmet eder:

    "Evet, ben, işretten divâne olmuştum. Allah senden râz? olsun ki, cehennemî bir hâletten beni kurtard?n" der.
    Ey nefsim! Bil ki, evvelki adam kâfirdir veya fâs?k gâfildir. Şu dünya onun nazar?nda bir mâtemhâne-i umumiyedir. Bütün zîhayat firâk ve zevâl sillesiyle ağlayan yetimlerdir. Hayvan ve insan ise, ecel pençesiyle parçalanan kimsesiz baş?bozuklard?r. Dağlar ve denizler gibi büyük mevcudât ruhsuz, müthiş cenazeler hükmündedirler. Daha bunun gibi çok elîm, ezici, dehşetli evham, küfründen ve dalâletinden neş'et edip, onu mânen tâzib eder.

    Diğer adam ise mü'mindir. Cenâb-? Hâl?k? tan?r, tasdik eder. Onun nazar?nda şu dünya bir zikirhâne-i Rahmân, bir tâlimgâh-? beşer ve hayvan ve bir meydan-? imtihan-? ins ü când?r. Bütün vefiyât-? hayvaniye ve insaniye ise terhisâtt?r. Vazife-i hayat?n? bitirenler bu dâr-? fânîden, mânen mesrurâne, dağdağas?z diğer bir âleme giderler. Tâ yeni vazifedarlara yer aç?ls?n, gelip çal?şs?nlar. Bütün tevellüdât-? hayvaniye ve insaniye ise, ahz-? askere, silâh alt?na, vazife baş?na gelmektir. Bütün zîhayat birer muvazzaf mesrur asker, birer müstakîm memnun memurlard?r. Bütün sadâlar ise, ya vazife başlamas?ndaki zikir ve tesbih ve paydostan gelen şükür ve tefrih veya işlemek neş'esinden neş'et eden nağamâtt?r. Bütün mevcudât, o mü'minin nazar?nda, Seyyid-i Kerîminin ve Mâlik-i Rahîminin birer mûnis hizmetkâr?, birer dost memuru, birer şirin kitâb?d?r. Daha bunun gibi pekçok latîf, ulvî ve leziz, tatl? hakikatler imân?ndan tecellî eder, tezâhür eder.
    Demek, ?mân bir mânevî Tûbâ-i Cennet çekirdeğini taş?yor. Küfür ise mânevî bir Zakkum-u Cehennem tohumunu sakl?yor.
    Demek selâmet ve emniyet, yaln?z ?slâmiyette ve imândad?r. Öyle ise biz dâimâ, -1- demeliyiz.

  6. #6
    Yasaklı Üye halenur - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Jan 2008
    Mesajlar
    2.932

    Standart

    3.SÖZ, Sözler:

    "İbâdet ne büyük bir ticaret ve saadet; fısk ve sefâhet ne büyük bir hasâret ve helâket olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle: Bir vakit, iki asker, uzak bir şehre gitmek için emir alıyorlar. Beraber giderler. Tâ yol ikileşir. Bir adam orada bulunur. Onlara der:


    "Şu sağdaki yol, hiç zararı olmamakla beraber, onda giden yolculardan ondan dokuzu büyük kâr ve rahat görür. Soldaki yol ise, menfaati olmamakla beraber, on yolcusundan dokuzu zarar görür. Hem ikisi, kısa ve uzunlukta birdirler. Yalnız bir fark var ki; intizamsız, hükümetsiz olan sol yolun yolcusu çantasız, silâhsız gider. Zâhirî bir hiffet, yalancı bir rahatlık görür. İntizam-ı askerî altındaki sağ yolun yolcusu ise, mugaddî hulâsalardan dolu dört okkalık bir çanta ve her adüvvü alt ve mağlûp edecek iki kıyyelik bir mükemmel mîrî silâhı taşımaya mecburdur."


    O iki asker, o muarrif adamın sözünü dinledikten sonra, şu bahtiyar nefer sağa gider. Bir batman ağırlığı omzuna ve beline yükler. Fakat kalbi ve ruhu binler batman minnetlerden ve korkulardan kurtulur. Öteki bedbaht nefer ise, askerliği bırakır. Nizâma tâbi olmak istemez. Sola gider. Cismi bir batman ağırlıktan kurtulur. Fakat kalbi binler batman minnetler altında ve ruhu hadsiz korkular altında ezilir. Hem herkese dilenci, hem her şeyden, her hâdiseden titrer bir sûrette gider. Tâ mahall-i maksûda yetişir. Orada, âsi ve kaçak cezasını görür.
    Askerlik nizâmını seven, çanta ve silâhını muhâfaza eden ve sağa giden nefer ise, kimseden minnet almayarak, kimseden havf etmeyerek, rahat-ı kalb ve vicdan ile gider. Tâ, o matlûb şehire yetişir. Orada, vazifesini güzelce yapan bir nâmuslu askere münâsip bir mükâfat görür.
    İşte ey nefs-i serkeş! Bil ki, o iki yolcu, biri mutî-i kanun-u İlâhî, birisi de âsi ve hevâya tâbi insanlardır. O yol ise, hayat yoludur ki, âlem-i ervâhtan gelip, kabirden geçer, âhirete gider. O çanta ve silâh ise ibâdet ve takvâdır. İbâdetin, çendan, zahirî bir ağırlığı var. Fakat, mânâsında öyle bir rahatlık ve hafiflik var ki, tarif edilmez.
    1- Rahman ve Rahim olan Allahın adıyla
    2- Ey insanlar! Rabbinize kulluk ediniz. (Bakara Sûresi: 21.)




    Çünkü, âbid, namazında der: -1- Yani, "Hâlık ve Rezzâk, Ondan başka yoktur. Zarar ve menfaat, Onun elindedir. O hem Hakîmdir, abes iş yapmaz. Hem Rahîmdir, ihsanı, merhameti çoktur" diye itikad ettiğinden, her şeyde bir hazîne-i rahmet kapısını bulur. Duâ ile çalar. Hem herşeyi kendi Rabbinin emrine musahhar görür. Rabbine ilticâ eder; tevekkül ile istinad edip, her musîbete karşı tahassun eder. İmânı ona bir emniyet-i tâmme verir.
    Evet, her hakiki hasenât gibi, cesâretin dahi menbaı imândır, ubûdiyettir. Her seyyiât gibi, cebânetin dahi menbaı dalâlettir.
    Evet, tam münevverü'l-kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimâldir ki, onu korkutmaz. Belki hârika bir kudret-i Samedâniyeyi, lezzetli bir hayret ile seyredecek. Fakat, meşhur bir münevverü'l-akıl denilen kalbsiz bir fâsık feylesof ise, gökte bir kuyruklu yıldızı görse, yerde titrer. "Acaba bu serseri yıldız arzımıza çarpmasın mı?" der, evhâma düşer. (Bir vakit böyle bir yıldızdan Amerika titredi. Çokları gece vakti hânelerini terk ettiler.)
    Evet, insan nihayetsiz şeylere muhtaç olduğu halde, sermâyesi hiç hükmünde. Hem nihayetsiz musîbetlere mâruz olduğu halde, iktidarı hiç hükmünde birşey. Adetâ sermâye ve iktidarının dairesi, eli nereye yetişirse o kadardır. Fakat emelleri, arzuları ve elemleri ve belâları ise; dairesi, gözü, hayali nereye yetişirse ve gidinceye kadar geniştir.
    Bu derece âciz ve zayıf, fakir ve muhtaç olan ruh-u beşere ibâdet, tevekkül, tevhid, teslim ne kadar azîm bir kâr, bir saadet, bir nimet olduğunu, bütün bütün kör olmayan görür, derk eder. Mâlûmdur ki, zararsız yol, zararlı yola velev on ihtimâlden bir ihtimâl ile olsa tercih edilir. Halbuki, meselemiz olan ubûdiyet yolu, zararsız olmakla beraber, ondan dokuz ihtimâl ile bir saadet-i ebediye hazînesi vardır. Fısk ve sefâhet yolu ise hattâ fâsıkın itirafiyle dahi menfaatsiz olduğu halde, ondan dokuz ihtimâl ile şekâvet-i ebediye helâketi bulunduğu, icmâ ve tevâtür derecesinde, hadsiz ehl-i ihtisâsın ve müşâhedenin şehâdetiyle sabittir ve ehl-i zevkin ve keşfin ihbarâtıyla muhakkaktır.
    Elhâsıl, âhiret gibi dünya saadeti dahi, ibâdette ve Allah'a asker olmaktadır. Öyle ise biz dâimâ, -2- demeliyiz ve Müslüman olduğumuza şükretmeliyiz.
    1- Şehâdet ederim ki, Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur.
    2- Emirlerine itaate ve hayırlı işlerde başarıya ulaştırdığı için Allah'a hamd olsun."

  7. #7
    Yasaklı Üye halenur - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Jan 2008
    Mesajlar
    2.932

    Standart

    3.SÖZ, Sözler:

    "?bâdet ne büyük bir ticaret ve saadet; f?sk ve sefâhet ne büyük bir hasâret ve helâket olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle: Bir vakit, iki asker, uzak bir şehre gitmek için emir al?yorlar. Beraber giderler. Tâ yol ikileşir. Bir adam orada bulunur. Onlara der:


    "Şu sağdaki yol, hiç zarar? olmamakla beraber, onda giden yolculardan ondan dokuzu büyük kâr ve rahat görür. Soldaki yol ise, menfaati olmamakla beraber, on yolcusundan dokuzu zarar görür. Hem ikisi, k?sa ve uzunlukta birdirler. Yaln?z bir fark var ki; intizams?z, hükümetsiz olan sol yolun yolcusu çantas?z, silâhs?z gider. Zâhirî bir hiffet, yalanc? bir rahatl?k görür. ?ntizam-? askerî alt?ndaki sağ yolun yolcusu ise, mugaddî hulâsalardan dolu dört okkal?k bir çanta ve her adüvvü alt ve mağlûp edecek iki k?yyelik bir mükemmel mîrî silâh? taş?maya mecburdur."


    O iki asker, o muarrif adam?n sözünü dinledikten sonra, şu bahtiyar nefer sağa gider. Bir batman ağ?rl?ğ? omzuna ve beline yükler. Fakat kalbi ve ruhu binler batman minnetlerden ve korkulardan kurtulur. Öteki bedbaht nefer ise, askerliği b?rak?r. Nizâma tâbi olmak istemez. Sola gider. Cismi bir batman ağ?rl?ktan kurtulur. Fakat kalbi binler batman minnetler alt?nda ve ruhu hadsiz korkular alt?nda ezilir. Hem herkese dilenci, hem her şeyden, her hâdiseden titrer bir sûrette gider. Tâ mahall-i maksûda yetişir. Orada, âsi ve kaçak cezas?n? görür.
    Askerlik nizâm?n? seven, çanta ve silâh?n? muhâfaza eden ve sağa giden nefer ise, kimseden minnet almayarak, kimseden havf etmeyerek, rahat-? kalb ve vicdan ile gider. Tâ, o matlûb şehire yetişir. Orada, vazifesini güzelce yapan bir nâmuslu askere münâsip bir mükâfat görür.
    ?şte ey nefs-i serkeş! Bil ki, o iki yolcu, biri mutî-i kanun-u ?lâhî, birisi de âsi ve hevâya tâbi insanlard?r. O yol ise, hayat yoludur ki, âlem-i ervâhtan gelip, kabirden geçer, âhirete gider. O çanta ve silâh ise ibâdet ve takvâd?r. ?bâdetin, çendan, zahirî bir ağ?rl?ğ? var. Fakat, mânâs?nda öyle bir rahatl?k ve hafiflik var ki, tarif edilmez.
    1- Rahman ve Rahim olan Allah?n ad?yla
    2- Ey insanlar! Rabbinize kulluk ediniz. (Bakara Sûresi: 21.)




    Çünkü, âbid, namaz?nda der: -1- Yani, "Hâl?k ve Rezzâk, Ondan başka yoktur. Zarar ve menfaat, Onun elindedir. O hem Hakîmdir, abes iş yapmaz. Hem Rahîmdir, ihsan?, merhameti çoktur" diye itikad ettiğinden, her şeyde bir hazîne-i rahmet kap?s?n? bulur. Duâ ile çalar. Hem herşeyi kendi Rabbinin emrine musahhar görür. Rabbine ilticâ eder; tevekkül ile istinad edip, her musîbete karş? tahassun eder. ?mân? ona bir emniyet-i tâmme verir.
    Evet, her hakiki hasenât gibi, cesâretin dahi menba? imând?r, ubûdiyettir. Her seyyiât gibi, cebânetin dahi menba? dalâlettir.
    Evet, tam münevverü'l-kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimâldir ki, onu korkutmaz. Belki hârika bir kudret-i Samedâniyeyi, lezzetli bir hayret ile seyredecek. Fakat, meşhur bir münevverü'l-ak?l denilen kalbsiz bir fâs?k feylesof ise, gökte bir kuyruklu y?ld?z? görse, yerde titrer. "Acaba bu serseri y?ld?z arz?m?za çarpmas?n m??" der, evhâma düşer. (Bir vakit böyle bir y?ld?zdan Amerika titredi. Çoklar? gece vakti hânelerini terk ettiler.)
    Evet, insan nihayetsiz şeylere muhtaç olduğu halde, sermâyesi hiç hükmünde. Hem nihayetsiz musîbetlere mâruz olduğu halde, iktidar? hiç hükmünde birşey. Adetâ sermâye ve iktidar?n?n dairesi, eli nereye yetişirse o kadard?r. Fakat emelleri, arzular? ve elemleri ve belâlar? ise; dairesi, gözü, hayali nereye yetişirse ve gidinceye kadar geniştir.
    Bu derece âciz ve zay?f, fakir ve muhtaç olan ruh-u beşere ibâdet, tevekkül, tevhid, teslim ne kadar azîm bir kâr, bir saadet, bir nimet olduğunu, bütün bütün kör olmayan görür, derk eder. Mâlûmdur ki, zarars?z yol, zararl? yola velev on ihtimâlden bir ihtimâl ile olsa tercih edilir. Halbuki, meselemiz olan ubûdiyet yolu, zarars?z olmakla beraber, ondan dokuz ihtimâl ile bir saadet-i ebediye hazînesi vard?r. F?sk ve sefâhet yolu ise hattâ fâs?k?n itirafiyle dahi menfaatsiz olduğu halde, ondan dokuz ihtimâl ile şekâvet-i ebediye helâketi bulunduğu, icmâ ve tevâtür derecesinde, hadsiz ehl-i ihtisâs?n ve müşâhedenin şehâdetiyle sabittir ve ehl-i zevkin ve keşfin ihbarât?yla muhakkakt?r.
    Elhâs?l, âhiret gibi dünya saadeti dahi, ibâdette ve Allah'a asker olmaktad?r. Öyle ise biz dâimâ, -2- demeliyiz ve Müslüman olduğumuza şükretmeliyiz.
    1- Şehâdet ederim ki, Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur.
    2- Emirlerine itaate ve hay?rl? işlerde başar?ya ulaşt?rd?ğ? için Allah'a hamd olsun."

  8. #8
    Yasaklı Üye halenur - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Jan 2008
    Mesajlar
    2.932

    Standart

    Sözler, 4. Söz, Namaz HAKKINDA bir temsili hikaye:

    "-1-
    -2- Namaz ne kadar kıymettar ve mühim, hem ne kadar ucuz ve az bir masraf ile kazanılır, hem namazsız adam ne kadar divâne ve zararlı olduğunu iki kere iki dört eder derecesinde kat'î anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, gör:
    Bir zaman, bir büyük hâkim, iki hizmetkârını, herbirisine yirmi dört altın verip, iki ay uzaklıkta, has ve güzel bir çiftliğine ikâmet etmek için gönderiyor. Ve onlara emreder ki:
    "Şu para ile yol ve bilet masrafı yapınız. Hem oradaki meskeninize lâzım bâzı şeyleri mübâyaa ediniz. Bir günlük mesafede bir istasyon vardır; hem araba, hem gemi, hem şimendifer, hem tayyâre bulunur. Sermâyeye göre binilir."
    İki hizmetkâr ders aldıktan sonra giderler. Birisi bahtiyar idi ki, istasyona kadar bir parça para masraf eder. Fakat, o masraf içinde, efendisinin hoşuna gidecek öyle güzel bir ticaret elde eder ki, sermâyesi birden bine çıkar. Öteki hizmetkâr bedbaht, serseri olduğundan, istasyona kadar yirmi üç altınını sarf eder. Kumara mumara verip zâyi eder. Birtek altını kalır. Arkadaşı ona der:
    "Yahu, şu liranı bir bilete ver. Tâ, bu uzun yolda yayan ve aç kalmayasın. Hem bizim efendimiz kerîmdir; belki merhamet eder, ettiğin kusuru affeder. Seni de tayyâreye bindirirler. Bir günde mahall-i ikâmetimize gideriz. Yoksa, iki aylık bir çölde aç, yayan, yalnız gitmeye mecbur olursun."
    Acaba, şu adam inad edip, o tek lirasını bir defîne anahtarı hükmünde olan bir bilete vermeyip, muvakkat bir lezzet için sefâhete sarf etse; gayet akılsız, zararlı, bedbaht olduğunu en akılsız adam dahi anlamaz mı?
    İşte ey namazsız adam! Ve ey namazdan hoşlanmayan nefsim!
    O hâkim ise; Rabbimiz, Hâlıkımızdır.
    1- Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla
    2- Namaz dinin direğidir. (Hadîs-i şerif: Keşfü'l-Hafâ, 2:3; Hadîs no: 1621; Tirmizî, İmân: 8; İbn-i Mâce, Fiten: 12; Müsned, 5:231, 237.)



    O iki hizmetkâr yolcu ise; biri mütedeyyin, namazını şevk ile kılar; diğeri gâfil, namazsız insanlardır.
    O yirmi dört altın ise, yirmi dört saat her gündeki ömürdür.
    O has çiftlik ise, Cennettir.
    O istasyon ise, kabirdir.
    O seyahat ise; kabre, haşre, ebede gidecek beşer yolculuğudur. Amele göre, takvâ kuvvetine göre o uzun yolu mütefâvit derecede kat' ederler. Bir kısım ehl-i takvâ, berk gibi, bin senelik yolu bir günde keser. Bir kısmı da, hayal gibi, elli bin senelik bir mesafeyi bir günde kat' eder. Kur'ân-ı Azîmüşşan şu hakikate iki âyetiyle işaret eder.
    O bilet ise namazdır. Birtek saat, beş vakit namaza abdestle kâfi gelir. Acaba, yirmi üç saatini şu kısacık hayat-ı dünyeviyeye sarf eden ve o uzun hayat-ı ebediyeye birtek saatini sarf etmeyen ne kadar zarar eder, ne kadar nefsine zulmeder, ne kadar hilâf-ı akıl hareket eder! Zîrâ, bin adamın iştirak ettiği bir piyango kumarına yarı malını vermek, akıl kabul ederse -halbuki, kazanç ihtimâli binde birdir- sonra yirmi dörtten bir malını yüzde doksan dokuz ihtimâl ile kazancı musaddak bir hazîne-i ebediyeye vermemek, ne kadar hilâf-ı akıl ve hikmet hareket ettiğini, ne kadar akıldan uzak düştüğünü kendini âkıl zanneden adam anlamaz mı?
    Halbuki, namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem, cisme de o kadar ağır bir iş değildir. Hem, namaz kılanın diğer mübah dünyevî amelleri, güzel bir niyet ile ibâdet hükmünü alır. Bu sûrette bütün sermâye-i ömrünü âhirete mal edebilir. Fânî ömrünü bir cihette ibkâ eder.







    5.SÖZ:





    "
    -1-

    Namaz kılmak ve büyük günahları işlememek ne derece hakiki bir vazife-i insaniye ve ne kadar fıtrî, münâsip bir netice-i hilkat-i beşeriye olduğunu görmek istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:
    Seferberlikte, bir taburda, biri muallem vazifeperver, diğeri acemi nefisperver iki asker beraber bulunuyordu. Vazifeperver nefer tâlime ve cihâda dikkat eder, erzak ve tâyinâtını hiç düşünmezdi. Çünkü anlamış ki, onu beslemek ve cihazâtını vermek, hasta olsa tedâvi etmek, hattâ indelhâce lokmayı ağzına koymaya kadar devletin vazifesidir. Ve onun asıl vazifesi tâlim ve cihaddır. Fakat, bâzı erzak ve cihazât işlerinde işler: Kazan kaynatır, karavanayı yıkar, getirir.
    Ona sorulsa, "Ne yapıyorsun?"
    "Devletin angaryasını çekiyorum," der. Demiyor, "Nafakam için çalışıyorum."
    Diğer şikemperver ve acemi nefer ise, tâlime ve harbe dikkat etmezdi. "O devlet işidir. Bana ne!" derdi. Dâim nafakasını düşünüp, onun peşinde dolaşır, taburu terk eder, çarşıya gider, alış veriş ederdi.
    Bir gün, muallem arkadaşı ona dedi:
    "Birâder, asıl vazifen tâlim ve muharebedir. Sen onun için buraya getirilmişsin. Padişaha itimat et. O seni aç bırakmaz. O, onun vazifesidir. Hem sen âciz ve fakirsin, her yerde kendini beslettiremezsin. Hem mücâhede ve seferberlik zamanıdır. Hem sana, "âsidir" der, ceza verirler.
    "Evet, iki vazife peşimizde görünüyor: Biri padişahın vazifesidir, bâzan biz onun angaryasını çekeriz ki, bizi beslemektir; diğeri bizim vazifemizdir, padişah bize teshîlât ile yardım eder ki, tâlim ve harptir."
    1- Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.
    2- Şüphesiz ki Allah takvâya sarılanlarla, iyilik yapan ve iyi kullukta bulunanlarla beraberdir. (Nahl Sûresi: 128.)




    Acaba o serseri nefer, o mücâhid mualleme kulak vermezse, ne kadar tehlikede kalır, anlarsın!
    İşte, ey tenbel nefsim!
    O dalgalı meydan-ı harb, bu dağdağalı dünya hayatıdır.
    O taburlara taksim edilen ordu ise cemiyet-i beşeriyedir. Ve o tabur ise şu asrın cemaat-i İslâmiyesidir.
    O iki nefer ise, biri ferâiz-i diniyesini bilen ve işleyen ve kebâiri terk ve günahları işlememek için nefis ve şeytanla mücâhede eden müttakî Müslümandır. Diğeri, Rezzâk-ı Hakikiyi ittiham etmek derecesinde derd-i maîşete dalıp, ferâizi terk ve maîşet yolunda rast gelen günahları işleyen fâsık-ı hasîrdir.
    Ve o tâlim ve tâlimât ise (başta namaz) ibâdettir.
    Ve o harb ise; nefis ve hevâ, cin ve ins şeytanlarına karşı mücâhede edip günahlardan ve ahlâk-ı rezîleden, kalb ve ruhunu, helâket-i ebediyeden kurtarmaktır.
    Ve o iki vazife ise; birisi hayatı verip beslemektir, diğeri hayatı verene ve besleyene perestiş edip yalvarmaktır, Ona tevekkül edip emniyet etmektir.
    Evet, en parlak bir mu'cize-i san'at-ı Samedâniye ve bir hârika-i hikmet-i Rabbâniye olan hayatı kim vermiş, yapmış ise; rızıkla o hayatı besleyen ve idâme eden de odur. Ondan başka olmaz!
    Delil mi istersin? En zayıf, en aptal hayvan en iyi beslenir-meyve kurtları ve balıklar gibi. En âciz, en nâzik mahlûk, en iyi rızkı o yer-çocuklar ve yavrular gibi.
    Evet, vâsıta-i rızk-ı helâl, iktidar ve ihtiyar ile olmadığını, belki acz ve zaaf ile olduğunu anlamak için balıklar ile tilkileri, yavrular ile canavarları, ağaçlar ile hayvanları muvâzene etmek kâfidir. Demek, derd-i maîşet için namazını terk eden, o nefere benzer ki, tâlimi ve siperini bırakıp çarşıda dilencilik eder. Fakat namazını kıldıktan sonra, Cenâb-ı Rezzâk-ı Kerîmin matbaha-i rahmetinden tâyinâtını aramak; başkalara bâr olmamak için bizzat gitmek güzeldir, mertliktir. O dahi bir ibâdettir.
    Hem, insan ibâdet için halk olunduğunu, fıtratı ve cihazât-ı mâneviyesi gösteriyor. Zîrâ, hayat-ı dünyeviyesine lâzım olan amel ve iktidar cihetinde en ednâ bir serçe kuşuna yetişmez. Fakat, hayat-ı mâneviye ve uhreviyesine lâzım olan ilim ve iftikâr ile tazarrû ve ibâdet cihetinde hayvanâtın sultanı ve kumandanı hükmündedir.
    Demek ey nefsim! Eğer hayat-ı dünyeviyeyi gâye-i maksad yapsan ve ona dâim çalışsan, en ednâ bir serçe kuşunun bir neferi hükmünde olursun. Eğer hayat-ı uhreviyeyi gâye-i maksad yapsan ve şu hayatı dahi ona vesîle ve mezraa etsen ve ona göre çalışsan, o vakit hayvanâtın büyük bir kumandanı hükmünde ve şu dünyada Cenâb-ı Hakkın nazlı ve niyazdar bir abdi, mükerrem ve muhterem bir misafiri olursun.
    İşte sana iki yol. İstediğini intihab edebilirsin. Hidâyet ve tevfîkı Erhamü'r-Râhimînden iste."

    http://www.risaleara.com/oku.asp?id=19

  9. #9
    Yasaklı Üye halenur - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Jan 2008
    Mesajlar
    2.932

    Standart

    ALTINCI SÖZ
    -1-
    -2-
    Nefis ve malını Cenâb-ı Hakka satmak ve Ona abd olmak ve asker olmak ne kadar kârlı bir ticaret, ne kadar şerefli bir rütbe olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciği dinle:
    Bir zaman, bir padişah, raiyyetinden iki adama, herbirisine emâneten birer çiftlik verir ki; içinde fabrika, makine, at, silâh gibi herşey var. Fakat fırtınalı bir muharebe zamanı olduğundan, hiçbir şey kararında kalmaz. Ya mahvolur veya tebeddül eder, gider.
    Padişah, o iki nefere, kemâl-i merhametinden bir yâver-i ekremini gönderdi. Gayet merhametkâr bir ferman ile onlara diyordu:
    "Elinizde olan emânetimi bana satınız. Tâ sizin için muhâfaza edeyim. Beyhûde zâyi olmasın. Hem, muharebe bittikten sonra size daha güzel bir sûrette iâde edeceğim. Hem, güyâ o emânet, malınızdır; pek büyük bir fiat size vereceğim. Hem, o makine ve fabrikadaki âletler, benim nâmımla ve benim tezgâhımda işlettirilecek; hem fiatı, hem ücretleri birden bine yükselecek. Bütün o kârı size vereceğim. Hem de, siz âciz ve fakirsiniz. O koca işlerin masârifâtını tedârik edemezsiniz. Bütün masârifâtı ve levâzımâtı ben deruhte ederim. Bütün vâridâtı ve menfaati size vereceğim. Hem de terhisât zamanına kadar elinizde bırakacağım. İşte, beş mertebe, kâr içinde kâr. Eğer bana satmazsanız; zâten görüyorsunuz ki, hiç kimse elindekini muhâfaza edemiyor; herkes gibi elinizden çıkacaktır. Hem beyhûde gidecek, hem o yüksek fiyattan mahrum kalacaksınız. Hem o nâzik kıymettar âletler, mîzanlar, istimâl edilecek şâhâne mâdenler ve işler bulmadığından, bütün bütün kıymetten düşecekler. Hem idare ve muhâfaza zahmeti ve külfeti başınıza kalacak. Hem, emânette hıyânet cezasını göreceksiniz. İşte beş derece hasâret içinde hasâret. Hem de bana satmak ise, bana asker olup, benim nâmımla tasarruf etmek demektir. Adi bir esir ve başıbozuğa bedel, âlî bir padişahın has, serbest bir yâver-i askeri olursunuz."
    1- Rahman ve Rahim olan Allahın Adıyla
    2- Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında onlara Cennet vermek sûretiyle satın almıştır. (Tevbe Sûresi: 111.)



    Onlar, şu iltifatı ve fermanı dinledikten sonra, o iki adamdan aklı başında olanı dedi:
    "Başüstüne, ben maaliftihar satarım. Hem, bin teşekkür ederim."
    Diğeri mağrur, nefsi firavunlaşmış, hodbîn, ayyaş; güyâ ebedî o çiftlikte kalacak gibi, dünya zelzelelerinden, dağdağalarından haberi yok. Dedi:
    "Yok, padişah kimdir? Ben mülkümü satmam, keyfimi bozmam."
    Biraz zaman sonra, birinci adam öyle bir mertebeye çıktı ki, herkes haline gıpta ederdi. Padişahın lütfuna mazhar olmuş, has sarayında saadetle yaşıyor. Diğeri öyle bir hale giriftâr olmuş ki; hem herkes ona acıyor, hem de "Müstehak!" diyor. Çünkü hatâsının neticesi olarak hem saadeti ve mülkü gitmiş, hem ceza ve azab çekiyor.
    İşte, ey nefs-i pürheves! Şu misâlin dürbünü ile hakikatin yüzüne bak:
    Ammâ, o padişah ise, ezel ebed sultanı olan Rabbin, Hâlıkındır.
    Ve o çiftlikler, makineler, âletler, mîzanlar ise, senin daire-i hayatın içindeki mâmelekin ve o mâmelekin içindeki cisim, ruh ve kalbin ve onlar içindeki göz ve dil, akıl ve hayal gibi zâhirî ve bâtınî hasselerindir.
    Ve o yâver-i ekrem ise, Resûl-i Kerîmdir.
    Ve o ferman-ı ahkem ise, Kur'ân-ı Hakîmdir ki, bahsinde bulunduğumuz ticaret-i azîmeyi şu âyetle ilân ediyor:
    -1-
    Ve o dalgalı muharebe meydanı ise, şu fırtınalı dünya yüzüdür ki; durmuyor, dönüyor, bozuluyor ve her insanın aklına şu fikri veriyor: "Mâdem herşey elimizden çıkacak, fânî olup kaybolacak. Acaba bâkîye tebdil edip, ibkâ etmek çaresi yok mu?" deyip düşünürken, birden semâvî sadâ-i Kur'ân işitiliyor.
    Der: "Evet, var. Hem, beş mertebe kârlı bir sûrette güzel ve rahat bir çaresi var."
    Suâl: Nedir?

    1- Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında onlara Cennet vermek sûretiyle satın almıştır. (Tevbe Sûresi: 111.)




    Elcevap: Emâneti sahib-i hakikisine satmak. İşte o satışta, beş derece, kâr içinde kâr var.
    Birinci kâr: Fânî mal bekâ bulur. Çünkü Kayyûm-u Bâkî olan Zât-ı Zülcelâle verilen ve Onun yolunda sarf edilen şu ömr-ü zâil, bâkîye inkılâb eder. Bâkî meyveler verir. O vakit, ömür dakikaları, âdetâ tohumlar, çekirdekler hükmünde, zâhiren fenâ bulur, çürür. Fakat, âlem-i bekâda saadet çiçekleri açarlar ve sünbüllenirler. Ve âlem-i berzahta ziyâdar, mûnis birer manzara olurlar.
    İkinci kâr: Cennet gibi bir fiat veriliyor.
    Üçüncü kâr: Her âzâ ve hasselerin kıymeti, birden bine çıkar. Meselâ, akıl bir âlettir. Eğer Cenâb-ı Hakka satmayıp, belki nefis hesâbına çalıştırsan, öyle meş'um ve müz'ic ve muacciz bir âlet olur ki, geçmiş zamanın âlâm-ı hazinânesini ve gelecek zamanın ahvâl-ı muhavvifânesini senin bu bîçare başına yükletecek yümünsüz ve muzır bir âlet derekesine iner. İşte bunun içindir ki, fâsık adam, aklın iz'âc ve tâcizinden kurtulmak için gâliben ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçar. Eğer Mâlik-i Hakikisine satılsa ve Onun hesâbına çalıştırsan, akıl öyle tılsımlı bir anahtar olur ki, şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazînelerini ve hikmet defînelerini açar. Ve bununla sahibini, saadet-i ebediyeye müheyyâ eden bir mürşid-i Rabbânî derecesine çıkar.
    Meselâ, göz, bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer Cenâb-ı Hakka satmayıp, belki nefis hesâbına çalıştırsan, geçici, devamsız bâzı güzellikleri, manzaraları seyr ile şehvet ve heves-i nefsâniyeye bir kavvat derekesinde bir hizmetkâr olur. Eğer gözü, gözün Sâni-i Basîrine satsan ve Onun hesâbına ve izni dairesinde çalıştırsan, o zaman şu göz, şu kitâb-ı kebîr-i kâinatın bir mütâlaacısı ve şu âlemdeki mu'cizât-ı san'at-ı Rabbâniyenin bir seyircisi ve şu küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübârek bir arısı derecesine çıkar.
    Meselâ, dildeki kuvve-i zâikayı Fâtır-ı Hakîmine satmazsan, belki nefis hesâbına, mide nâmına çalıştırsan, o vakit midenin tavlasına ve fabrikasına bir kapıcı derekesine iner, sukut eder. Eğer Rezzâk-ı Kerîme satsan, o zaman dildeki kuvve-i zâika, rahmet-i İlâhiye hazînelerinin bir nâzır-ı mâhiri ve kudret-i Samedâniye matbahlarının bir müfettiş-i şâkiri rütbesine çıkar.
    İşte ey akıl, dikkat et! Meş'um bir âlet nerede, kâinat anahtarı nerede?
    Ey göz, güzel bak! Adi bir kavvat nerede, kütüphâne-i İlâhînin mütefennin bir nâzırı nerede?
    Ve ey dil, iyi tad! Bir tavla kapıcısı ve bir fabrika yasakçısı nerede, hazîne-i hâssa-i rahmet nâzırı nerede?
    Ve daha bunlar gibi başka âletleri ve âzâları kıyas etsen anlarsın ki, hakikaten mü'min Cennete lâyık ve kâfir Cehenneme muvâfık bir mahiyet kesb eder. Ve onların herbiri öyle bir kıymet almalarının sebebi, mü'min, imâniyle Hâlıkının emânetini, Onun nâmına ve izni dairesinde istimâl etmesidir. Ve kâfir, hıyânet edip nefs-i emmâre hesâbına çalıştırmasıdır.




    Dördüncü kâr: İnsan zayıftır, belâları çok; fakirdir, ihtiyacı pek ziyâde; âcizdir, hayat yükü pek ağır. Eğer Kadîr-i Zülcelâle dayanıp tevekkül etmezse ve itimad edip teslim olmazsa, vicdânı dâim azab içinde kalır. Semeresiz meşakkatler, elemler, teessüfler onu boğar; ya sarhoş veya canavar eder.
    Beşinci kâr: Bütün o âzâ ve âletlerin ibâdeti ve tesbihâtı ve o yüksek ücretleri en muhtaç olduğun bir zamanda Cennet yemişleri sûretinde sana verileceğine, ehl-i zevk ve keşif ve ehl-i ihtisas ve müşâhede, ittifak etmişler.
    İşte bu beş mertebe kârlı ticareti yapmazsan, şu kârlardan mahrumiyetten başka, beş derece hasâret içinde hasârete düşeceksin.
    Birinci hasâret: O kadar sevdiğin mal ve evlât ve perestiş ettiğin nefis ve hevâ ve meftun olduğun gençlik ve hayat zâyi olup kaybolacak. Senin elinden çıkacaklar. Fakat günahlarını, elemlerini sana bırakıp boynuna yükletecekler.
    İkinci hasâret: Emânette hıyânet cezasını çekeceksin. Çünkü, en kıymettar âletleri en kıymetsiz şeylerde sarf edip nefsine zulmettin.
    Üçüncü hasâret: Bütün o kıymettar cihazât-ı insaniyeyi hayvanlıktan çok aşağı bir derekeye düşürüp, hikmet-i İlâhiyeye iftira ve zulmettin.
    Dördüncü hasâret: Acz ve fakrın ile beraber, o pek ağır hayat yükünü zayıf beline yükleyip, zevâl ve firâk sillesi altında dâim vâveylâ edeceksin.
    Beşinci hasâret: Hayat-ı ebediye esâsâtını ve saadet-i uhreviye levâzımâtını tedârik etmek için verilen akıl, kalb, göz ve dil gibi güzel hediye-i Rahmâniyeyi Cehennem kapılarını sana açacak çirkin bir sûrete çevirmektir.
    Şimdi satmaya bakacağız. Acaba, o kadar ağır bir şey midir ki, çokları satmaktan kaçıyorlar? Yok! Kat'â ve aslâ! Hiç öyle ağırlığı yoktur. Zîrâ, helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. Ferâiz-i İlâhiye ise hafiftir, azdır. Allah'a abd ve asker olmak, öyle lezzetli bir şereftir ki, tarif edilmez. Vazife ise, yalnız bir asker gibi, Allah nâmına işlemeli, başlamalı. Ve Allah hesâbiyle vermeli ve almalı. Ve izni ve kanunu dairesinde hareket etmeli, sükûnet bulmalı. Kusur etse istiğfar etmeli: "Yâ Rab, kusurumuzu affet. Bizi Kendine kul kabul et. Emânetini kabzetmek zamanına kadar bizi emânette emîn kıl. Amin!" demeli ve Ona yalvarmalı.

  10. #10
    Yasaklı Üye halenur - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Jan 2008
    Mesajlar
    2.932

    Standart

    YEDİNCİ SÖZ
    Şu kâinatın tılsım-ı muğlâkını açan -1- ruh-u beşer için saadet kapısını fetheden, ne kadar kıymettar iki tılsım-ı müşkülküşâ olduğunu; ve sabır ile Hâlıkına tevekkül ve ilticâ ve şükür ile Rezzâkından suâl ve duâ, ne kadar nâfi ve tiryak gibi iki ilâç olduğunu; ve Kur'ân'ı dinlemek, hükmüne inkıyâd etmek, namazı kılmak, kebâiri terk etmek ebedü'l-âbâd yolculuğunda ne kadar mühim, değerli, revnaktar bir bilet, bir zâd-ı âhiret, bir nur-u kabir olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:
    Bir zaman, bir asker, meydan-ı harb ve imtihanda, kâr ve zarar deverânında pek müthiş bir vaziyete düşer. Şöyle ki:
    Sağ ve sol iki tarafından dehşetli derin iki yara ile yaralı ve arkasında cesîm bir aslan ona saldırmak için bekliyor gibi duruyor. Ve gözü önünde bir darağacı dikilmiş. Bütün sevdiklerini asıp mahvediyor. Onu da bekliyor. Hem, bu hali ile beraber, uzun bir yolculuğu var, nefyediliyor.
    O bîçare, şu dehşet içinde me'yusâne düşünürken, sağ cihetinde Hızır gibi bir hayırhâh, nurânî bir zât peydâ olur, ona der:
    "Me'yus olma! Sana iki tılsım verip öğreteceğim. Güzelce istimâl etsen, o aslan sana musahhar bir at olur. Hem, o darağacı sana keyif ve tenezzüh için hoş bir salıncağa döner. Hem, sana iki ilâç vereceğim. Güzelce istimâl etsen, o iki müteaffin yaraların, iki güzel kokulu gül-ü Muhammedî Aleyhissalâtü Vesselâm denilen latîf çiçeğe inkılâb ederler. Hem, sana bir bilet vereceğim. Onunla, uçar gibi, bir senelik bir yolu bir günde kesersin. İşte, eğer inanmıyorsan, bir parça tecrübe et. Tâ doğru olduğunu anlayasın."
    Hakikaten bir parça tecrübe etti. Doğru olduğunu tasdik etti.

    Evet, ben, yani şu bîçare Said dahi bunu tasdik ederim. Çünkü, biraz tecrübe ettim, pek doğru gördüm.
    Bundan sonra birden gördü ki, sol cihetinden şeytan gibi dessas, ayyaş, aldatıcı bir adam çok zînetler, süslü sûretler, fantâziyeler, müskirler beraber olduğu halde geldi. Karşısında durdu. Ona dedi:
    1- Allah'ın varlığına, birliğine ve âhiret gününe İmân ettim.

    "Hey arkadaş! Gel, gel. Beraber işret edip keyfedelim. Şu güzel kız sûretlerine bakalım. Şu hoş şarkıları dinleyelim. Şu tatlı yemekleri yiyelim."
    "Hâ, hâ, nedir ağzında gizli okuyorsun?"
    "Bir tılsım."
    "Bırak şu anlaşılmaz işi. Hazır keyfimizi bozmayalım. Hâ, şu ellerindeki nedir?"
    "Bir ilâç."
    "At şunu. Sağlamsın. Neyin var? Alkış zamanıdır. Hâ, şu beş nişanlı kâğıt nedir?"
    "Bir bilet. Bir tâyinât senedi."
    "Yırt bunları. Şu güzel bahar mevsiminde yolculuk bizim nemize lâzım" der. Her bir desîse ile onu iknâa çalışır. Hattâ o bîçare ona biraz meyleder. Evet, insan aldanır. Ben de öyle bir dessasa aldandım.
    Birden sağ cihetinden, ra'd gibi bir ses gelir. Der:
    "Sakın aldanma! Ve o dessasa de ki: Eğer arkamdaki aslanı öldürüp, önümdeki darağacını kaldırıp, sağ ve solumdaki yaraları def' edip peşimdeki yolculuğu men edecek bir çare sende varsa, bulursan; haydi yap, göster, görelim. Sonra de, "Gel keyfedelim." Yoksa sus, hey sersem!' Tâ Hızır gibi bu zât-ı semâvî dediğini desin."
    İşte ey gençliğinde gülmüş, şimdi güldüğüne ağlayan nefsim! Bil:
    O bîçare asker ise, sensin ve insandır.
    Ve o aslan ise eceldir.
    Ve o darağacı ise, ölüm ve zevâl ve firâktır ki; gece gündüzün dönmesinde her dost vedâ eder, kaybolur.
    Ve o iki yara ise; birisi, müz'ic ve hadsiz bir acz-i beşerî, diğeri elîm, nihayetsiz bir fakr-ı insanîdir.
    Ve o nefy ve yolculuk ise, âlem-i ervâhtan, rahm-ı mâderden, sabâvetten, ihtiyarlıktan, dünyadan, kabirden, berzahtan, haşirden, Sırattan geçer bir uzun sefer-i imtihandır.
    Ve o iki tılsım ise, Cenâb-ı Hakka İmân ve âhirete imândır. Evet, şu kudsî tılsım ile ölüm, insan-ı mü'mini zindan-ı dünyadan bostan-ı Cinâna, huzur-u Rahmâna götüren bir musahhar at ve burak sûretini alır. Onun içindir ki, ölümün hakikatini gören kâmil insanlar, ölümü sevmişler. Daha ölüm gelmeden ölmek istemişler.
    Hem zevâl ve firâk, memat ve vefât ve darağacı olan mürûr-u zaman, o İmân tılsımı ile, Sâni-i Zülcelâlin taze taze, renk renk, çeşit çeşit mu'cizât-ı nakşını, havârik-ı kudretini, tecelliyât-ı rahmetini, kemâl-i lezzetle seyr ve temâşâya vâsıta sûretini alır. Evet, güneşin nurundaki renkleri gösteren aynaların tebeddül edip tazelenmesi ve sinema perdelerinin değişmesi daha hoş, daha güzel manzaralar teşkil eder.


    Ve o iki ilâç ise, biri sabır ile tevekküldür. Hâlıkının kudretine istinad, hikmetine itimaddır. Öyle mi? Evet, emr-i -1-'e mâlik bir Sultan-ı Cihâna acz tezkeresiyle istinad eden bir adamın ne pervâsı olabilir? Zîrâ, en müthiş bir musîbet karşısında, -2- deyip, itminân-ı kalb ile Rabb-i Rahîmine itimad eder. Evet, ârif-i billâh aczden, mehâfetullahtan telezzüz eder. Evet, havfda lezzet vardır. Eğer bir yaşındaki bir çocuğun aklı bulunsa ve ondan suâl edilse, "En leziz ve en tatlı hâletin nedir?" Belki diyecek:
    "Aczimi, zaafımı anlayıp, vâlidemin tatlı tokatından korkarak, yine vâlidemin şefkatli sînesine sığındığım hâlettir."
    Halbuki bütün vâlidelerin şefkatleri, ancak bir lem'a-i tecellî-i Rahmettir. Onun içindir ki, kâmil insanlar aczde ve havfullahta öyle bir lezzet bulmuşlar ki, kendi havl ve kuvvetlerinden şiddetle teberrî edip, Allah'a acz ile sığınmışlar. Aczi ve havfı kendilerine şefaatçi yapmışlar.
    Diğer ilâç ise, şükür ve kanaat ile talep ve duâ ve Rezzâk-ı Rahîmin rahmetine itimaddır. Öyle mi? Evet, bütün yeryüzünü bir sofra-i nimet eden ve bahar mevsimini bir çiçek destesi yapan ve o sofranın yanına koyan ve üstüne serpen bir Cevâd-ı Kerîmin misafirine, fakr ve ihtiyaç nasıl elîm ve ağır olabilir? Belki fakr ve ihtiyacı, hoş bir iştihâ sûretini alır. İştiha gibi, fakrın tezyidine çalışır. Onun içindir ki, kâmil insanlar, fakr ile fahretmişler. Sakın yanlış anlama, Allah'a karşı fakrını hissedip, yalvarmak demektir. Yoksa, fakrını halka gösterip, dilencilik vaziyetini almak demek değildir.
    Ve o bilet, senet ise, başta namaz olarak, edâ-i ferâiz ve terk-i kebâirdir. Öyle mi? Evet, bütün ehl-i ihtisas ve müşâhedenin ve bütün ehl-i zevk ve keşfin ittifakıyla, o uzun ve karanlıklı ebedü'l-âbâd yolunda zâd ve zahîre, ışık ve burak ancak Kur'ân'ın evâmirini imtisâl ve nevâhîsinden içtinâb ile elde edilebilir. Yoksa fen ve felsefe, san'at ve hikmet o yolda beş para etmez. Onların ışıkları kabrin kapısına kadardır.
    İşte ey tenbel nefsim! Beş vakit namazı kılmak, yedi kebâiri terk etmek ne kadar az ve rahat ve hafiftir. Neticesi ve meyvesi ve fâidesi ne kadar çok, mühim ve büyük olduğunu aklın varsa, bozulmamış ise anlarsın. Ve fısk ve sefâhete seni teşvik eden şeytana ve o adama dersin:
    "Eğer ölümü öldürüp, zevâli dünyadan izâle etmek ve aczi ve fakrı beşerden kaldırıp kabir kapısını kapamak çaresi varsa, söyle; dinleyelim. Yoksa sus! Kâinat mescid-i kebîrinde, Kur'ân, kâinatı okuyor. Onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım.

    1 "Ol!" der, oluverir. (Yâsin Sûresi: 82.)
    2 Biz Allah'ın kullarıyız; sonunda yine Ona döneceğiz. (Bakara Sûresi: 156.)




    Hidâyetiyle amel edelim. Ve onu vird-i zebân edelim. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup, Haktan gelip, Hak diyen ve hakikati gösteren ve nurânî hikmeti neşreden odur."

Konu Kapatılmıştır

Konu Bilgileri

Users Browsing this Thread

Şu an 1 kullanıcı var. (0 üye ve 1 konuk)

     

Benzer Konular

  1. Yaşanmış Hikayeler
    By muhibbülkurra in forum Kıssadan Hisseler, İbretli Öyküler
    Cevaplar: 4
    Son Mesaj: 14.11.11, 10:47
  2. Risalelerdeki Bilinmeyen Kelimeleri İçeren Sözlüğü Nerden Bulabilirim?
    By güllerin prensi in forum Bediüzzaman ve Risale-i Nur Çalışmaları
    Cevaplar: 2
    Son Mesaj: 28.12.08, 17:40
  3. Mevlanadan Hikayeler
    By havf_reca in forum Kıssadan Hisseler, İbretli Öyküler
    Cevaplar: 21
    Son Mesaj: 07.10.08, 22:23
  4. Risalelerdeki Tevâfukatları Paylaşalım
    By Sağ Yolun Yolcusu in forum Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 22.03.08, 10:50
  5. Temsili Hikayelerde Hangi Tarafa Koyduk Kendimizi?
    By elff in forum Bediüzzaman ve Risale-i Nur Çalışmaları
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 16.04.07, 23:35

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Var
Google Grupları
RisaleForum grubuna abone ol
E-posta:
Bu grubu ziyaret et

Search Engine Friendly URLs by vBSEO 3.6.0