Yoldur hayat ölüme.


İnsan ne zaman bir ölümle karşılaşsa, hayat ve emel muhasebesine girişir. O güne kadar yaptıkları ve yapamadıkları, onu geçmişle gelecek arasında yükselip inen tahterevalliye oturtur.


İşte o an, “Her şeyi bırakmak, sele kapılan insanlar gibi sürüklenmekten başka yok mu gâyemiz?” türünden sorular hücum etmeye başlar akılla kalbin mihrak noktasına.

Belki de her ölüm sahnesi bunun için başka anlamlı. Zira ölüm bu tarz soruları sordururken, alnına yazılmış ayrılıklarla örülü hayat yolculuğunda yürümek zorunda olan bir yolcu olduğu hakikatini dikte eder insana.

Dolayısıyla da ayrılığın hüznü vardır bu yolculuğun her safhasında. Ancak bu yolculukta insanı üzen, sadece ayrılık değildir şüphesiz. Biraz da belirsize ve uzaktan belli belirsiz yanan mahiyeti meçhul bir ışığın kucağına doğru atılışın verdiği tedirginliktir aynı zamanda insanı üzen.

Evet yoldur hayat. Revan olup bu yollarda hatıralarda kendini arayanlar, yoldan kalanlar, çıkış yolları arayanlar, kendini bulanlar ve daha nicelerinin ortak nidası yükselir semaya: Onulmaz gurbetin verdiği gariplik duygusu… Belki de bu yüzden her yolda ümit ve üzüntünün yumak hâlinde bulunduğu bir makaranın ruh hâli var insanoğlunun içinde.

Hâl böyleyken ve insan çoğu zaman dünyayı bir tiyatro sahnesi, kendisini de bir oyuncu addederken, ne gariptir ki aynı insan, rolünü oynarken oynadığını unutup kendini akıntıya bırakan safdillerden oluveriyor. Bu durum, sahnenin ne içinde ne de dışında olmak gibi bir garabeti ortaya çıkarıyor ki, Tanpınar’ın, “Ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında” mısrası bu minvalde değerlendirilebilir.

Galiba şunu idrak etmek lâzım: Her yolun kendine göre yordamı olduğu gibi, insanı menzil menzil bağladığı, dolaştırdığı nice sürprizleri de vardır. Uzundur, incedir; ama insanın ezelden alnına yazılan güzergâhtır. O hâlde yalnızlık şarkısını yastık yapıp başımıza yürürken, keman tadında algılamak lâzım hayatı. Zira boyunla omuz arasında tuttuğumuz hayatın tellerine ne kadar ruhuna uygun dokunursak, o derece munis bir yankıyla dolar taşarız. Dokunamayıp da akordu bozarsak şayet, işte o zaman sevimsiz bir yankının içinde heder olup gideriz.

Peki bu akordun temel dinamiği hangi hakikat olmalı? Elbette “Hayat bir faaliyet ve harekettir, şevk ise matiyyesidir (bineğidir)” sözünün hakikati. Öyle ya, hayat gömlek değiştirirken anbean şevk içinde, bizim de hayallerimizin bâkir kâselerinde demlenmiş umutlar taşınmalı hayatımıza. Umutlar dahi, yaşama sevinciyle vurmalı duyarsız kalbimizin umarsız duvarlarına. Öyle ki, hayata karşı kayıtsız ve kaygısızlığın uyuttuğu kalpler uyanıp akla hayat vererek ruhu ayaklandırmalı.

Şu bir gerçek ki, çevremizdeki yaşantılarla birlikte yaşantımızın idrakine vardığımız ve bunu şuur düzeyinde yaşadığımız sürece hayatımız hayat olur. Ancak bu bağlamda akıl, kalp ve ruh dengesinde yürüyen ve hayatı ileriye bakarak planlayan, geriye bakarak da anlamaya çalışan ve dahi fırsatları ensesinden yakalayıp yere indiren daimi bir şevk içinde olunabilir.

Evet, yol ikidir: Ya “Nüsha-i âşifte-i divan-ı ömrü sorma kim / Hat galat mânâ galat imlâ galat inşâ galat…” beytinin ifade ettiği “Ömür defterinin dağınık yapraklarını hiç sorma. O defterdeki yazı da yanlış, mânâ da imlâ da yanlış, ifade de…” hakikatini yaşamak ya da “Yâdında mı doğduğun zamanlar / Sen ağlar idin gülerdi âlem / Bir öyle ömür geçir ki olsun / Mevtin sana hande halka mâtem” mısralarının hakikatini yaşamak. Tercih bizim…


Habib FİDAN