Onun hesabına çalıştırsan, akıl öyle tılsımlı bir anahtar olur ki, şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açar. Ve bununla sahibini, saadet-i ebediyeye müheyya eden bir mürşid-i rabbanî derecesine çıkar...
?
Onun hesabına çalıştırsan, akıl öyle tılsımlı bir anahtar olur ki, şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açar. Ve bununla sahibini, saadet-i ebediyeye müheyya eden bir mürşid-i rabbanî derecesine çıkar...
?
ben bu suale şöyle cevab verebilirim: ak?l ve kalb ayr? ayr? kullan?ld?ğ?nda ayn?, beraberce kullan?ld?ğ?nda farkl? manalar ifade eder. hadislerde ve şeriat kitablar?nda bu çokça kullan?lmaktad?r. bu meseleyi imam-? gazali kimya-? saadet isimli kitab?nda izah etmiştir. Risale-i nurdan anlad?ğ?m?z kadar?yla şöyle diyebiliriz ki; insan?n kalbi büyük alemde arş?n, akl? ise kürsinin bir nümunesidir. ikiside birbirine benzer fakat nas?l arş daha ziyade vücub alemine kürsi ise mümkinat alemine bak?yorsa, kalb ile ak?l da öyledir. aralar?nda böyle bir ince fark olmakla beraber birbiri yerine kullan?lmas? da caizdir
Hem insanda hissiyat galip olsa, aklın muhakemesini dinlemez. Heves ve vehmi hükmedip, en az ve ehemmiyetsiz bir lezzet-i hazırayı ileride gayet büyük bir mükâfâta tercih eder. Ve az bir hazır sıkıntıdan, ileride büyük bir azâb-ı müeccelden ziyade çekinir. Çünkü tevehhüm ve heves ve his, ileriyi görmüyor, belki inkâr ediyorlar. Nefis dahi yardım etse, mahall-i İmân olan kalb ve akıl susarlar, mağlûp oluyorlar. Şu halde, kebâiri işlemek imansızlıktan gelmiyor, belki his ve hevesin ve vehmin galebesiyle akıl ve kalbin mağlûbiyetinden ileri gelir.13.lema
mahall-i iman olan kalb ve akıl;Demek iman sadece kalpte değil akılda da oluyor.
Elhâsıl: Nasıl elhamdüllilah -3- gibi bir lâfz-ı Kur'ânî okunduğu zaman dağın kulağı olan mağarasını doldurduğu gibi, aynı lâfız, sineğin küçücük kulakçığına da tamamen yerleşir; aynen öyle de, Kur'ân'ın mânâları, dağ gibi akılları işbâ ettiği gibi, sinek gibi küçücük, basit akılları dahi aynı sözlerle tâlim eder, tatmin eder. Zîrâ, Kur'ân bütün ins ve cinnin bütün tabakalarını imâna dâvet eder. Hem, umumuna imânın ulûmunu tâlim eder, ispat eder. Öyle ise, avâmın en ümmîsi havâssın en ehassına omuz omuza, diz dize verip beraber ders-i Kur'ânîyi dinleyip istifade edecekler. Demek, Kur'ân-ı Kerîm öyle bir mâide-i semâviyedir ki, binler muhtelif tabakada olan efkâr ve ukûl ve kulûb ve ervâh, o sofradan gıdâlarını buluyorlar, müştehiyâtını alıyorlar, arzuları yerine gelir. Hattâ pekçok kapıları kapalı kalıp, istikbâlde geleceklere bırakılmıştır.
Şu makama misâl istersen, bütün Kur'ân baştan nihayete kadar bu makamın misâlleridir. Evet, bütün müçtehidîn ve sıddîkîn ve hükemâ-i İslâmiye ve muhakkikîn ve ulemâ-i usûlü'l-fıkıh ve mütekellimîn ve evliyâ-i ârifîn ve aktâb-ı âşıkîn ve müdakkikîn-i ulemâ ve avâm-ı Müslimîn gibi Kur'ân'ın tilmizleri ve dersini dinleyenleri müttefikan diyorlar ki, "Dersimizi güzelce anlıyoruz." Elhâsıl, sâir makamlar gibi ifham ve tâlim makamında dahi Kur'ân'ın lemeât-ı i'câzı parlıyor. 25.söz
Şu an 1 kullanıcı var. (0 üye ve 1 konuk)