+ Konu Cevaplama Paneli
Gösterilen sonuçlar: 1 ile 2 ve 2

Konu: Osmanlıda Ramazan...

  1. #1
    Ehil Üye muhibbülkurra - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Mar 2007
    Mesajlar
    4.304

    Standart Osmanlıda Ramazan...

    Osmanlı döneminde Ramazan'ın başlangıcı ve bitişi şimdiki gibi yıllar önceden belli olmazdı. Hicri takvime göre ayların başlangıcı yeni ayın görülmesiyle başladığından, Ramazan da hilalin görülmesiyle başlardı. Astronomi yeteri kadar gelişmediğinden insanlar Ramazan'ın başlangıcını belirlemek için yüksek yerlerde gökyüzüne bakarak yeni ayın doğuşunu beklerlerdi.

    Devlet yönetimi, Ramazan başlamadan önce Şaban ayında "Ramazan Tenbihnamesi" adı altında halka yönelik bir dizi emir yayınlardı. Bu tenbihnamelerde, halkın dini emirlere daha sıkı sarılıp, ibadetle meşgul ve edepli olması istenirdi. İmam ve vaizler camilerde, bekçiler ve tellallar mahallelerde, işletmeciler tarafından da hanlarda devletin Ramazan tenbihleri duyurulurdu.

    19. yüzyılın ilk yarısında, Sultan İkinci Mahmud döneminden itibaren Ramazan Tenbihnameleri Osmanlı Devleti'nin resmi gazetesi olan Takvim-i Vekayi de ilân edilmeye ve ayrıca broşür olarak bastırılıp, halka dağıtılmaya başlandı. Tenbihnameler'de, Ramazan'ı ilgilendiren düzenlemelerin yanısıra şehir hayatıyla ilgili düzenlemeler de yer alırdı. Güvenlik güçlerine Ramazan'da halkın ilân edilen kurallara uyup uymadığına dikkat etmesi ve gereğini yapması emredilir, devlet büyükleri tarafından yapılan tenbihlere uymayanlara ağır cezalarverilirdi.

    KADINLARIN GİYİMİ

    Ramazan Tenbihnameleri'nde en çok üzerinde durulan konu, kadınların giyim kuşamlarıydı. Kadınların ince giyinmemeleri, boyunlarının açık olmaması, genç arabacılarla gezmemeleri, sadece erkeklerin bulunduğu yerlerden uzak durmaları emredilirdi. Yine yaz aylarına rastlayan Ramazanlar'da kadınların mesire yerlerine gitmeleri de problem olarak görülürdü.

    Bu yüzden mesireler kadın ve erkekler için ikiye ayrılır veya ayrı ayrı günler tahsis edilirdi. Kadınların akşam ezanı okunmadan önce evlerine dönmeleri, ezandan sonra sokakda dolaşmamaları için tenbihat yapılırdı Eğer hava karardıktan sonra sokakta bir kadın görülürse, polis tarafından evine götürülürdü. Ramazan gelmeden önce üzerinde titizlikle durulan bir diğer konu da fırsatçıların durumdan istifade ederek yiyecek fiyatlarını artırmalarının engellenmesiydi.

    Halkın yiyecek sıkıntısı çekmemesi ve fiyatların artmaması için sıkı sıkı önlemler alınırdı. Yiyeceklerin fiyatı, özellikle unlu mamullerin gramajları ve içlerine nelerin konulacağı devlet tarafından ilan edilir ve sıkı sıkı emirlere uyulup uyulmadığı takip edilirdi. İstanbul'da Fatih ve Bayezid camilerinin avlusunda kurulan tezgahlarda yiyecek satılırdı. Evlerde baştan aşağı temizlik yapılırken, bir taraftan da Ramazanhazırlığı için alışverişler yapılırdı.

    Zenginler, yoksulların ihtiyaçlarını da görürlerdi. Medrese öğrencilerine ve tekkelere de, "Ramazaniye" diye anılan yiyecek gönderilirdi. Ramazan, bereket ayı olarak görüldüğünden yoksul sofralarının şenlenmesine çok önem verilirdi. Ramazan'ın gelmesinden istifade ederek halkın dini duygularını istismar eden dilenciler de devletin dikkat ettiği konulardan biriydi. Ramazan'ın yaklaşması sebebiyle cami kapılarında halkı rahatsız eden dilencilerin polis, jandarma ve zabıta vasıtasıyla gerekli tedbirlerin alınarak uzaklaştırılmaları, Ramazan Tenbihnameleri'nde yer alırdı.


    ORUÇ YİYENE HAPİS

    Tenbihnamelerde, sokak ortasında bir şey yenilip içilmemesi de üzerinde sıkı sıkı durulan konulardandı. Oruç tutmakla mükellef olmayan hamile kadınlar ile yolcuların da oruç zamanlarında alenen yiyip, içmeleri yasaktı. İkinci Meşrutiyet döneminde, oruç bozmak ceza kanununa suç olarak girdi. Alenen oruç yiyenler, bir aya kadar hapisle cezalandırılıyordu. Ramazan'da alenen oruç yiyen ve eğlenenler önce nezarete atılır sonra da adliyeye sevkedilerek yargılanırlardı. 1909 Ramazan'ında Nafia, yani Bayındırlık Bakanlığı çalışanlarından Midhat ve Ömer isimli iki memur Ramazan'da alenen oruç yedikleri için bir hafta hapis yatmışlardı.
    Bu ramazan, bizde geçmişe ait birçok esefler ve tahassürler uyandırıp duruyor. Genç, ihtiyar hepimiz çocukluğumuzun ramazanlarının masum, birçok tatlı hatıralarıyla doluyuz. Kimimiz bundan 30-40 sene evvelki iftar sofralarını, kimimiz direklerarası âlemlerini, kimimiz mahyaları, kimimiz Beyazıt’taki sergileri, şu kokulu çörekleri, bu sıcak pideleri, hülasa hepimiz bir şey hatırlıyoruz, bir şeyin hasretini çekiyoruz. Bu ramazan bütün eksiklikleriyle doğrusu bize bir dağ-ı derun oldu.”
    Benim çocukluğumun ramazanları karakışa rastlamıştı.

    Onun içindir ki, kulağımda kalan ilk davul sesi oldukça kof ve hayli neşesizdir. Zira deri, rutubetten porsumuş bulunurdu; ayrıca kapalı camlar ve kafesler ardından ses, içeriye boğuklaşarak girerdi.

    Fakat annemin kış ramazanını yazınkilere tercih ettiğini iyice hatırlıyorum. Kışın günler kısadır; insan, bir de bakar, top vakti yaklaşıvermiş. Halbuki yazın, hararetten bunalmanızı, dudaklarmızın susuzluktan böcek kabuğu gibi kaskatı kesilmesini bir tarafa bırakınız, bir türlü akşam olmak bilmez ki... Allah iş, güç sahibi olanların yardımcısı olsun!

    Yaz ramazanını sevenler de şöyle derlerdi: Gündüzün zahmet çekilir amma kırda, bahçelerde kurulan sofralarda oruç açmak pek hoştur. İftar masası da çeşit çeşit salatalarla, cacık ve domatesle, şeftaliler, karpuzlar, kavunlarla daha renkli, daha iştah çekici ve keyifli olur!

    Kısmetimde iki mevsim ramazanı da görmek varmış; hatta, işte tekrar kışınkine de giriyorum. Lakin ikimiz de -ramazan ve ben- ne kadar değiştik... O ramazanlar beni tanıyamazlar; kendileri ise benden daha tanılmaz halde!

    Berat kandili geçince evde ramazan hazırlığına başlanırdı; iki hafta süren bu hazırlık esnasında evler, baştan başa yıkanır, günlerce tahta gıcırtıları. İstanbul şehrine, sokaklarından kağnılar geçen bir Anadolu kasabası ahengi verirdi.

    Asıl ehemmiyet verilen yer, mutfak ve kilerdi. "On iki ayın sultanı" unvanıyla anılan ramazan, her şeyden evvel, boğaz ve mide ile alakadardı; bu ayda, israf denilebilecek bir bolluk hüküm sürer, İstanbul, en nefîs yemeklerin her "merhaba" diyene sunulduğu muazzam bir imarethaneye dönerdi.

    Büyük konakların iftar sofrasında yer almak için tanıdık olmaya lüzum yoktu ki... Gözüne kestirdiğine girerdin. Kimse kim olduğunuzu, nerede, ne münasebetle tanışıldığını, isminizi ve işinizi sormazdı. Sadece, kapıda duran ağa, kılığınıza, kıyafetinize bakarak, size yer gösterirdi: Ya büyük sofrada, ya orta sofrada, yahut da alt katta, kahve ocağı sofrasında...

    Otur masanın bir kenarına; istersen ne konuş, ne dinle; yaranmaya çalışma; sekiz on türlü yemekten, tıka basa karnını doyur; kahveni iç; usulcacık sıvış, git... Kimse farkında olmaz, onlar dahi işi acayip bulmazdı. Otuz gün ramazanı böylece, yabancı konaklarda iftar etmek suretiyle lord gibi yiyip içerek geçiren binlerce adam vardı!

    Şurasını da unutmamalı: Bugün, şayet iyi bir lokantada aynı yemeği, aynı bollukla yemek icap etse -hususiyle o yemeklerin bulunması kabil olsa- her öğünde altı lira ile on lira arasında bir masraf ihtiyar etmeniz lazım gelir!

    Bizim iftarımız da herkese açıktı.

    Ramazandan bir, iki hafta evvel, babam, bir sabah "evradını okuduktan ve namazını kılıp zikrini bitirdikten, "Sabah şerifler hayrola, hayırlar fethola, şerler defola!" diye duasını da tamamladıkta sonra -başında keten takke, sırtında nafe kürk, burnunda altın gözlük- köşesine hususî bir ehemmiyetle oturur, evin erkanını nezdine çağırırdı. Önünde hokka, kalem ve elinde bir defter hazır... İçtimadan maksat, ramazan erzakını tespit etmek, yani listesini yapıp asmaaltı tüccarlarından Yağcı İbrahim Beye göndermek... Sorardı:

    - Rugan-i sade, kaç teneke?

    Bu, malum olduğu üzere, sadeyağ, yemeklik yağ manasınadır. Altı teneke mi, sekiz teneke mi, ne kadarsa söylerler, babam bunu yazar, yeni bir suale geçerdi:

    - Un ne kadar olmalı?

    Ölçü ve miktar taayyün edince kamış kalem yeniden cızırdardı; lakin kağıda "un" yazmak usulden değildi; "dakîk" demek icap ederdi. O devirde böreklik un Odesa'dan, kuvvetli yemeklik yağ da Sibirya'dan gelirdi, adına Petrovki derlerdi, Sibir yağının alası!

    Ben de söze karışırdım: Mutfak erzakı arasında, "elmasiye" yapılmasına yarayan elvan "jelatin" yapraklar unutulmaması için! Usta aşçılar bunu bir masal köşkü gibi renk renk kurarlardı; sütlüsünü, çikolatalısını, portakal ve mandalinlisini kata kat dondurarak ve üst kubbelerini yakut kırmızısına boyayarak... Tabakta tir tir titrerdi ve kaşık sokulunca her tarafından şahrem şahrem ayrılır, yumuşacık çökerdi. Herkes "Aman, yenilir şey midir o? İnsanın dudakları birbirine yapışıyor?" derdi; evet amma, ben tadına değil, manzarasına, hayalimi okşayıp peri saraylarını, Hint, Çin ve Japon mabetlerini düşündürmesine bayılırdım; minimini bir şövalye kıyafetinde, belimde meç, başımda tüylü şapka, kadife elbisemle burç ve barularında dolaşamadığıma üzülür bu şekerden, şuruptan yapılmış şatonun sarışın sahibesiyle muaşakalar tasavvur ederdim!

    İyi evler mahalle bakkallarından alış veriş etmeyi haysiyete muvafık bulmazlardı. Zaten eski zamanda her semtte bakkaliye mağa*zaları yoktu; mahalle bakkalları ise her şeyin adisini, ucuzunu, bayat, bozuk, mahlut, böcekli ve sineklisini satarlardı. Halleri, vakitleri yerinde olanlar erzakı, karabiberinden pirinç ununa, havyarından maltız sardalyasına, pastırmasından kuru cevizine kadar, mevsimlere göre, hep birinden, üçer aylık, Asmaaltı'ndan alırlar, yük arabalarıyla getirtip kilerlerine doldururlardı. Kaşar peyniri kelleleri, bozulmasın diye, pirinç ambarlarında hıfzolunurdu; sabunlar evde kesilir, kurutulurdu. O zamanlarda şekerler kelle, daha doğrusu mahrutî şekilde satıldığından yine boy boy, evlerde kırılır, öyle saklanırdı.

    Evlerde tel ile sabun kesilişi ve çekiçle şeker kırılışı eğlenceli olduğundan bugünleri kaçırmaz, genç hizmetçilerin saçlarına biriken sabun zerrelerini ve yüzlerine toplanan şeker tozlarını seyretmekten, bilhassa Giridîzade sabununun kokusundan çok hoşlanırdım.

    Kahveyi tane halinde selamlığa verirlerdi; onu uşaklar, alevli ateşte ve kalın saçtan yapılmış döner tavada kavururlar ve sapının üzerine tespit edilen kocaman değirmende okkalarcasını çekerlerdi.

    Mahlut olmasından korkulduğu cihetle toz kahve alan yok gibiydi; kahveler, benim çocukluğumda, her tarafından dikili, ufacık kazevilerde satılırdı; Mısır pirinçleri de büyüklerinde... Tuz da evlerde dövülür, ince ve beyaz sofra tuzları yalnız Beyoğlu bakkallarında bulunurdu. Bunun içindir ki, bazı konaklarda çifte taşlı ve ortası oluklu tuz değirmenlerine de rast gelmek mümkündü.

    İşte, büyük konaklarda şaban ayının son haftaları, bütün bu hazırlıkların ikmali için telaşla, alış verişle geçerdi.

    Üç tarafı ambarlı büyük kilerin tavanına kancalı büyük çiviler kakılmıştı; bu çivilerden de uçları kancalı demirler sarkardı: Hem hava alması, hem de fare dokunmaması icap eden öteberiyi asmak için... Bu kilere pek girmezdim; benim zevkimi okşayan orta kattaki ince kilerdi. Raflarına reçel kavanozlarının dizildiği, çömleklerin boy boy sıralandığı bu ferah, havadar yerde henüz teneke dediğimiz ve bugün en fazla kullandığımız madenî kaba yer verilmemişti. Nevale, ya toprak, ya cam, yahut fıçı ve kutu gibi tahta kaplarda saklanırdı. Meraklıları, taze yaprak örtülü teneke kutuda satın aldıkları havyarı da hemen çömleğe naklederlerdi. Haklı idiler; zira teneke her şeye, hatta kuru olanlara bile o acayip, çeşnisini, kokusunu sindiren bir madendir. Tenekecilerin kızgın havyarı nişadıra sürtüştürdükleri zaman duyduğumuz hem buruşturucu, hem tuzlu kokunun bir derece hafiflemişi, fakat daha yavanlaşmışı...

    Ramazandan evvel listesi yapılan bir de reçel ve şurup çeşidi vardı. Yazın, ev hanımlarının itina ile kaynattıkları reçellerle şurupların kıymet bilip bilmedikleri malum olmayan kimselere -harran gürra- yedirilip içirilmesine kıyılamadığından, yine en meşhur dükkandan alınmak şartıyla, bunlar hariçten tedarik olunurdu.

    Ben, yeşilimtrak kabuğu içinden yine yeşilce eti ve beyazımsı çekirdeği sezilen hünnap reçelini tercih ederdim; frenk üzümü ile çilek de hoşuma giderdi. Ayrıca Bursa'dan salep reçeli de getirttirirdik. Evet... salebin de, dörder köşe kesilmiş tanelerden reçeli yapılırdı amma nasıl? Ve şimdi, hala var mıdır, bilmiyorum. Tuhafıma giden reçellerden biri de zencefil reçeliydi. Galiba, artık onu da bulmak zor... Hoş, pek özge bir şey değildi.

    Bizim evde şurup sevilmezdi; kuvveti, güç olmakla beraber, şerbete, yani kaynamamış meyva suyuna ve şekerine nane sürtüştürülmüş limonataya verirdik. Turşulardan da makbul tutulanı dolmalık kırmızı biberdi; amma içi rendelenmiş lahana ve kerevizle doldurulmuş olanı... Kızıl derisine bıçağı vurdunuz mu tabağınızda bir bahçe açılırdı. O, daima hazır duran nefîs bir salata hazinesiydi!

    Görüyorsunuz ki, bahis gittikçe yemeğe dökülüyor. Şayet ramazan yemeklerini saymaya, hatırlatmaya ve bilmeyenlere tarife kalkışsam dört sayfalık harp devri gazetesinin yarısını bu işe hasretmekliğim lazım gelir. Hatta, mübalağa olmasın amma, yalnız pastırmalı yumurtanın nasıl hazırlandığına ve piştikten sonra tepsisinin mükellef tasvirine koca bir sütun ayırabilirim. Ah, bizdeki yemek kitapları! Her muharririn, roman gibi, içtimaî tetkik veya felsefi etüt gibi bir gayesi vardır; can atıp da bir türlü başaramadığı sevgili gayesi... Benimki de -söylemesi belki ayıp- bir yemek kitabıdır.

    Bir yemek kitabı ki, asırlarca sofralarımızda saltanat sürmüş ve izi hayatın dört tadından en mühimine kandırmış olan haşmetli yemeklerimizin bir "Şehname"sini teşkil etsin!
    Kâinat mescid-i kebîrinde, Kur’ân, kâinatı okuyor. Onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım. Hidâyetiyle amel edelim. Ve onu vird-i zebân edelim. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup, Haktan gelip, Hak diyen ve hakikati gösteren ve nurânî hikmeti neşreden odur.
    Kur’ân’a ve imana ait herşey kıymetlidir; zâhiren ne kadar küçük olursa olsun kıymetçe büyüktür. Evet, saadet-i ebediyeye yardım eden, küçük değildir.

  2. #2
    Ehil Üye muhibbülkurra - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Mar 2007
    Mesajlar
    4.304

    Standart

    Son halifenin çocukluk hali

    Osmanlı tarihinin en tartışılan padişahlarından biri olan II. Abdülhamid'in aile fotoğraflarından oluşan aile albümü kitap olarak yayımlandı.




    Osmanlı tarihinin en tartışılan padişahlarından biri olan II. Abdülhamid'in aile fotoğraflarından oluşan aile albümü kitap olarak yayımlandı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş Genel Müdürü Nevzat Bayhan'ın çabalarıyla hazırlanan "Sultan II. Abdülhamid'in Aile Albümü" her birine 'Yıldız Albümü' adı verilen ve toplam 36 bin 535 fotoğraf içeren farklı albümlerden derlenmiş. Kitabın editörü Hakan Yılmaz, fotoğrafların Sultan II. Abdülhamid'in arşivindeki "Sultanlar ve Şehzadeler" bölümünde yer almasına karşın içlerinde Sultan Abdülhamid'in yanı sıra Sultan Abdülaziz'in çocuklarına da yer verildiğine dikkat çekerek, "Sultan Abdülhamid'in tahttan indirilerek öldürülen amcası Sultan Abdülaziz'in çocuklarını kendi evlatlarından ayırmadığını bu albümde gözlemlemek mümkündür" tespitinde bulunuyor.
    SARAY HAYATI İZLENİMİ...
    Albümde Sultan Abdülaziz'in kızı Nazime Sultan ve sonradan Osmanlı devletinin son halifesi olacak oğlu Abdülmecid Efendi ile Mehmed Seyfeddin Efendi'nin çocukken çekilmiş pek çok fotoğrafı da yer alıyor. Abdülhamid'in oğullarından Mehmed Selim Efendi'nin askeri üniformalı, elinde kitap ve çiçek tutarken çekilmiş fotoğrafları dikkati çekiyor. Albümde ayrıca Yıldız Sarayı'na gelen bir tiyatro grubunun ve Sultan II. Abdülhamid'in tahta çıkışından sonra her yaz yapılan cülus merasimindeki şehzadelerle birlikte sünnet ettirilen fakir çocukların fotoğrafları da saray yaşamıyla ilgili ipuçları veriyor. Albümle ilgili bir yazı kaleme alan fotoğraf sanatçısı Gültekin Çizgen ise şunları söylüyor: "Şehzadelerin fotoğraflardaki çocukluk kıyafetleri, kılıçlı üniformaları, aksesuarlar, sultanların uzun etekli kıyafetleri, o dönemde sarayda yaşanan modalar üzerine ilginç izlenimler sağlayan belgelerdir."

    SABAH
    Kâinat mescid-i kebîrinde, Kur’ân, kâinatı okuyor. Onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım. Hidâyetiyle amel edelim. Ve onu vird-i zebân edelim. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup, Haktan gelip, Hak diyen ve hakikati gösteren ve nurânî hikmeti neşreden odur.
    Kur’ân’a ve imana ait herşey kıymetlidir; zâhiren ne kadar küçük olursa olsun kıymetçe büyüktür. Evet, saadet-i ebediyeye yardım eden, küçük değildir.

+ Konu Cevaplama Paneli

Konu Bilgileri

Users Browsing this Thread

Şu an 1 kullanıcı var. (0 üye ve 1 konuk)

     

Benzer Konular

  1. Osmanlıda Eğitim
    By Hümâ Sultan in forum Tarih
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 29.05.14, 08:03
  2. Osmanlıda Saray Kadınları
    By muhibbülkurra in forum Tarih
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 16.01.10, 18:16
  3. Osmanlıda Kardeş Katli
    By mtnhydr in forum Tarih
    Cevaplar: 5
    Son Mesaj: 16.12.08, 14:54
  4. Osmanlıda Gelinlik Kültürü
    By ehlenvesehlen in forum Tarih
    Cevaplar: 8
    Son Mesaj: 07.10.08, 19:43
  5. Osmanlıda Standartlaşma Şuuru
    By PirMuhammed in forum Tarih
    Cevaplar: 1
    Son Mesaj: 26.01.08, 01:06

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
Google Grupları
RisaleForum grubuna abone ol
E-posta:
Bu grubu ziyaret et

Search Engine Friendly URLs by vBSEO 3.6.0