Bu satırların yazarı Hacc dönüşü havaalından itibaren kendisini bekleyen,o kutlu beldeden ve husurlu ortamdam sonra yeniden muhatap olacağı kavga,gürültü,karalama vs.gibi durumlara nasıl alışacağını soruyor...

zahid
**************************************************

SENAİ DEMİRCİ
Dış hatlar terminalinden gireceğim şehre. Yabancı bir yerden gelmiş adam muamelesi göreceğim. Oysa, içimin de içindeki hatlarda dolandım günlerce. Dışımı unuttum, iptal ettim.
Dışarıya göre olmalardan caydırmaya çalıştım nefsimi. Kendimi görüntülere ayar etmekten yorgun düştüğümü anladım. Yüzümün dışarlıklı maskelerini düşürmek için secde secde toprağa döküldüm, yokluğa aktım. Yabancılıkları, yabanlıkları karbeyaz ihramlarda erittim. Benliğimin kalın kabuklarını Kâbe’nin köşelerine vurup kırdım. Nasıl yurtdışında olabilirim ki? Ruhumun sılasına vardım. Kalbimin sonsuz yakınlıklar içtiği vahalarda dolandım. Sarısından beyazına, çekik gözlüsünden simsiyahına, yorgun ama mütebessim yüzlerde serin doyumsuz ünsiyetler tattım.
Sonra taksiye bineceğim. Belki de “N’olacak bu memleketin hali?” sorusuyla, bir kenara bıraktığım sorular üstüme üstüme boca edilecek. Nice gündür umursamadığım, beni zaten umursamayan bir sürü adamın, bir dolu kurumun adlarını dilime dolamak zorunda kalacağım. Oysa, beni hiç yokken de duyan, kendime sakladığımı da, kendimden sakladığımı da bilen, en gizli iç çekişlerime, en utanç verici itiraflarıma hiç başa kakmadan, hiç ayıplamadan karşılık veren, beni benim kendimi sevdiğimden de çok seven, beni biricik bilen ve varlığımı el üstüde tutan Rabb’imi anmaya, O’nu bir bilmeye, O’ndan başkasından yüz çevirmeye o kadar da alışmıştım ki… Şimdi, benim yokluğumda hiç eksiklik çekmeyen, ortadan kayboluşumu umursamayan adamların faydasız çığlıklarını, boş kaygılarını çok önemliymiş zannetmeye başlayıp yeniden alışacak mıyım yoksa? “N’olacak benim halim?” diye gözyaşı döktüğüm, gözyaşı dökenlere tanık olduğum o asil gündemin yerini günübirlik haberlerin tozu toprağı, lüzumsuz önceliklerin telaşı mı alacak usulca? Hiç fark etmeden, hiç canım yanmadan, hiç pişmanlık duymadan, şimdi şaşırdıklarıma alışıp, sonra da şimdi alıştıklarıma şaşıranlardan mı olacağım?
İri iri gazete manşetleri bekliyor beni. İçime bol çığlıklı “Hürriyet”ler doğacak “Sabah”la birlikte. Asık suratlı “Cumhuriyet”le uyanacağım güne. Milliyet’in korkunç namaz haberleri bekliyor sırada. Televizyonlarda kamera başında, “gelişmeler nasıl orada?” türü, içi boş, yalama olmuş sözlere boğulmuş “canlı bağlantı”larsız yaşadım günlerce. Hiç de eksiklik çekmedim. Ne ayağım dolandı taşa ne gözlerim köreldi güneşe. “Ne mutlu Türk’üm diyene” yazısı görmedim epeydir. Yüzlerinde yorgun tebessümler okuduğum siyahilerin hiçbiri “Ne yazık Güney Afrikalıyım diyene” derdinde değildi. Sımsıcak ellerini tuttuğum çekik gözlü Endonezyalı, Malezyalı, Türkistanlı, Iraklı, Dağıstanlı, Avustralyalı, Japonyalı, Yemenli, Mağribli, Brezilyalı, Fildişi Sahillerili kardeşlerimin hiçbirinde “üst kimlik”ini bulamama yıkılmışlığı yoktu. Şimdi ben nasıl alışacağım Ertuğrul amcamlarım, Emin ve Bekir Efendilerin, Cumhuriyetgillerin, internet sayfası baskıncılarının ve daha bilmem kimlerin Türk-Kürt, Alevi-Sünni, başörtülü-başörtüsüz, laik-laiklik karşıtı ayırımlarıyla köpürttükleri onca kavgaya? Kendi çizdikleri ayırımlarda, kendilerine beğendirdikleri gündemlerle beni oynatıyor olduklarını şimdi iyice fark etmişken, çok kısa bir süre sonra ben de bu danışıklı dövüşü unutup ciddiye mi alacağım onları?
Neredeydi sahi bizim sınırlarımız? Uzunca bir süre haritaya bakmayınca unutuyor insan. Yemenlinin kalbinde “Ene Türkî” deyince kıpır kıpır uyanan sevinci misak-ı millî ne kadar dışarıda tutabilir? Kendince “Gul, Gul” diye zafer işareti yapıp sevinen Türkmen’in, Malezyalının, Mısırlının, Çankaya Köşkü’nde oturan birine muhabbetini hangi mayınlar sınır dışında bırakabilir? Yok, yok; benim kesin tedaviye ihtiyacım var. Sağında Iraklı, solunda Doğu Türkistanlı, önünde Hindistanlı, arkanda Sudanlı ile dolaşırsan günlerce, işte böyle cahilleşirsin ülkenin dertlerine. Türk-Kürt ayırımı komik gelir gözüne. Ciddi bir rehabilitasyondan da geçirmeliler beni. Günde bir kez aç karnına Türk TV’si izlemeliyim, öğlenleri uyduruk “son dakika” bağlantıları ile yüreğimi yerimden oynatabilir hale gelmeliyim, akşamları yatmadan önce yerli dizi kürleriyle saatlerimi güle oynaya feda edebilir hale gelmeliyim. Ağır hasarlar aldım; ne zamandır sabahın en önemli haberi ezan oldu benim için. Günlerdir, gecelerimi “Hadi tavafa gidelim!” teklifi alarak ya da yaparak doldurdum. Birkaç haftadır kimse kimsenin başörtüsüne biçim vermeye çalışmıyor, kıyafetine ilişmiyor, namazlarını korkunç suçlarmış gibi manşet yapmıyor. “Kalbim temiz” muhabbetiyle namazı niyazı bir kenara atanların sesi soluğu çıkmıyor. Kalbi temiz olanlar saf saf namaza duruyor, tavaflarda bedenlerini etten kemikten bir tevhid abidesi eyliyorlar. Tasavvuf ultrasoftluğunu perde edip Mevlânâ sevgisini siper edinip “kendin pişir kendin ye!” dini üreten aymazların adı yok burada. Burada herkes kalbini koyduğu yere kalıbını da koyuyor. Lafı eğip bükmüyor; kıvırtmıyor. E, ben şimdi nasıl yaşayacağım?

s.demirci@zaman.com.tr, ZAMAN Gençlik

__________________