(Re'fet Bey'in bir fıkrasıdır)
Aziz ve muhterem Üstadım Efendim!
Sözlerin ve Mektubat'ın ve Pencereler'in fihristesi o kadar güzel olmuş ki, bir defa sathî bir nazar atfeden kimse, Risalet-ün Nur eczalarının kıymet ve ehemmiyeti hakkında yek nazarda bir fikir edinebilir. Bu fihriste umum risalelere bedeldir. Hiçbir müellif, yazmış olduğu yüzyirmi kadar kitabının, her birisinin hülâsa-i mealinden ve bilhâssa metnindeki âyâtı, birer birer münasib ve manidar bir tarzda ta'dad etmek suretiyle risalelerin gayatından ve mahiyetinden bahsetmek şartıyla böyle ehemmiyetli dört risaleyi vücuda getiremez. Fihriste'nin bâriz bir vasfı daha var ki, o da kendi ihtiyarınızla olmayıp, sünuhat-ı kalbiye ile olduğunu isbat ediyor. Biz bu halleri gördükçe, sizin gibi bir üstada nâiliyetimizden dolayı Rabbimize çok şükür etmekteyiz.
Re'fet
(Hulusi Bey'in fıkrasıdır. Eğirdir'de bir kardeşimize gönderdiği mektubdandır.)
Üstad Hazretlerinin son Otuzbirinci Mektub'un, Onüç ve Ondördüncü Lem'alarını hâvi olan pek kıymetli, nurlu ve hikmetli, serapa nur olan hakaik derslerinden derin manalı, şirin lezzetli, asel-i musaffa nev'inden ekmel eserlerini almakla bahtiyar, cevab takdimine muvaffak olmamakla bedbahtım. Şuracıkta karalamaya niyet eylediğim birkaç satırla, o ders-i hakaikten aldığım feyzi izah veya duygularımı nakletmek istemiyorum. Çünki bu dersin nihayetindeki hususî haşiye, sanki manen beni bir müddet mektub yazmaktan men'etti. Zahirî manalar da, bu işaretin doğrudan doğruya bu bîçareye ait olduğunu göstermektedir. Bu nurlu dersi bir defa (Onüçüncü Lem'a kısmını) imam Ömer Efendi gibi arkadaşlara okuyabildim.
Sevgili Üstadımın emirleri, işaretleri, dersleri, tenbihleri, ikazları, irşadları, tehdidleri, şefkatleri hep hakikatlıdır. Bugüne kadar söylenmişler böyle olmakla beraber, bundan sonrakiler de aynı mahiyettedir. Aslâ şübhe ve tereddüdüm yoktur. Tabiî, sevk-i tabiî, tesadüfî değil. Hakikî, fıtrî sevk-i İlahî, kader-i Sübhanî, her işimizde hâkim. Cüz'-i ihtiyarımızla seyyiatımızdan mes'ul olmakla beraber, hasenat tevfik-i Huda ile olduğuna, Kur'an-ı bahir-ül bürhan şahid-i sadıktır.
Hulusi
(Eğirdir Müftüsüne son ihtar)
ﺍَﻟﺴَّﻠﺎَﻡُ ﻋَﻠَﻴْﻜُﻢْ ﻭَ ﺭَﺣْﻤَﺔُ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﻭَ ﺑَﺮَﻛَﺎﺗُﻪُ
Eski bir dost ve ilim noktasında bir arkadaş olmak üzere sizinle bir hasbihal edeceğim. İkimize taalluk eden mühim bir musibet-i diniyeyi size haber veriyorum. Bunun telafisine mümkün olduğu kadar beraber çalışmalıyız. Şöyle ki:
Zâtınız, herkesten ziyade hizmetimize taraftar ve hararetle himayetkâr olmak lâzım gelirken, maatteessüf meçhul sebeblerle aksimize tarafgirane ve bize karşı soğukça rakibane baktığınızdan, oğlunuzu bu köyde yerleştirip ona dost-ahbab buldurmak için çalıştınız. Neticesinde burada öyle bir vaziyet hasıl olmuş ki, mahiyetini düşündükçe senin bedeline ruhum titriyor. Çünki ﺍَﻟﺴَّﺒَﺐُ ﻛَﺎﻟْﻔَﺎﻋِﻞِ kaidesince bu vaziyetten gelen günahlardan, seyyiattan siz mes'ulsünüz.
Zehire tiryak namı vermekle, tiryak olmadığı gibi; zındıka hissiyatını veren ve dinsizliğe zemin ihzar eden bir heyetin vaziyetine, ne nam verilirse verilsin, Genç Yurdu denilsin, hattâ Mübarekler Yurdu denilsin, ne denilirse denilsin o mana değişmez. Başka yerlerde, Genç Yurdu ve Türklük Meclisi, Teceddüd Mahfeli gibi isim ve ünvanlarla bulunan heyetler, başka şekillerde zararsız bir surette bulunabilirler.
Fakat bu köyde madem sekiz senedir ki, sırf esasat-ı imaniye ve usûl-ü hakaik-i diniye ile meşgulüz. Elbette bu köyde bize karşı muannidane bir heyetin takib edeceği esas, imansızlığa ve usûl-ü diniyeye muhalif, hattâ zındıka hesabına bir hareket yerine girer. Bilinsin bilinmesin netice öyle çıkar. Çünki bu havalide umumca tebeyyün etmiş ki, siyaset cereyanlarıyla alâkadar değilim, belki yalnız hakaik-i diniye ile meşgulüz. Şimdi burada birisi bize muhalif hareket etse, hükûmet hesabına olamaz; çünki mesleğimiz siyasî değil. Hem yeni bid'alar hesabına da olamaz, çünki hakikî meşgalemiz, esasat-ı imaniye ve Kur'aniyedir.
Hem resmî Diyanet Dairesinin emirleri hesabına dahi değil. Çünki emirlerini tenkid ve muhalefet meşgalesi bizi kudsî hizmetimizden men'ettiği için, o meşgaleyi başkasına bırakıp onunla meşgul olmuyoruz. Mümkün olduğu kadar o emirlere karşı temas ettirmemeye çalışıyoruz.
Öyle ise, sekiz sene bu cereyan-ı imanî merkezi olan bu köyde, bize karşı muhalefetkârane ve mütecavizane vaziyet alan, ne nam verilirse verilsin, muhalefeti zındıka hesabına ve imansızlık namına kaydedilecek.
İşte sizin ilminize ve makam-ı içtimaînize ve mensab-ı fetvanıza ve bu havalideki nüfuzunuza ve evlâd hakkındaki müfrit şefkatinizden gelen teşvikkârane muavenetinize istinad ederek; burada hem beni, hem seni pek ciddî alâkadar edecek bir vaziyet vücuda geliyor.
Ben kendim burada muvakkatım, ıslahına da mükellef değilim, belki bir derece mes'uliyetten kurtulabilirim. Fakat zâtınız hem sebeb, hem nokta-i istinad olduğunuzdan, o vaziyetten gelen müdhiş meyveler defter-i a'malinize geçmemek için, her şeyden evvel bu vaziyeti ıslah etmelisiniz veyahut oğlunu buradan çek. O daimî senin manevî zararına günah işleyecek tezgâhı tebdil etmeye çalış. Zâtınıza bu tezgâhın mahsulâtından nümune olarak sizin hesabınıza, bana muhalif suretinde gelen yalnız iki küçük nümuneyi göstereceğim:
Birincisi: Beni haddimden çok fazla hüsn-ü zanda bulunan ve harekâtımı herkesten ziyade hak telakki eden bir ehl-i ilim, sana itimaden oğlunuza meslekçe dostluk etmiş. O adam bir gün yanıma geldi. Hususî odamda namazımı kılmak vakti geldi. Benimle beraber cemaatle kılmak onun yanında çok ehemmiyetli olduğu halde, gizli Ezan-ı Muhammedîyi (A.S.M.) işitmekten kulağı müteneffirane, havftan gelen bir istikrah ile, kalktı kaçtı. Bu işe sen fetva ver. Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın en nuranî, leziz, kudsî kelimatını işitmekten kaçan bir kulağın altında olan kalbde bulunan iman, ne hale girdiğini sen söyle!
Bu böyle olsa, başka cahil yahut gençler, o meslekte nasıl boya alırlar, kıyas ediniz. Benimle beraber bu işe ağlayınız.
İkincisi: Bir dostum var idi, takvası ifrat derecesinde idi. Benim yanıma geldiği vakit, âhirete ait en güzel parçaları bana gösteriyordu ve ihtar ediyordu. Zâtınız onu bir derece benden soğutmak ve senin oğluna dost yapmak suretinde onunla konuşmuşsunuz.
İşte o zât, o telkinattan sonra geçen Ramazanda bir gün, bana Hülâgu ve Cengiz vakıalarını okutmak için gösterdi. "Aman bunları oku" dedi. Ben kemal-i taaccüb ve hayretten dedim: "Kardeşim sen divane mi oldun? Benim Delail-i Hayrat'ı okumağa vaktim yok. Böyle ezlemlerin sergüzeşte-i zalimanelerini, bu Ramazan-ı Şerif'te bana okutmak hissini nereden kaptın?" dedim. Haftada iki defa yanıma gelen o has dostumu, iki ayda bir defa daha göremedim. Fakat hakkında inayet vardı, o halden kurtuldu.
Her ne ise... Bu nev'den olan elîm hâdiseler çoktur. Hakikatlı bir kardeşimin neseben kardeşi olduğunuzdan haşinane değil, mülayimane bir surette olan bu dertleşmekten gücenmeyiniz.
ﺍَﻟْﺒَﺎﻗِﻰ ﻫُﻮَ ﺍﻟْﺒَﺎﻗِﻰ
Said Nursî
(Haşiye): Hiç kimseye söylemediğim, hattâ düşünmesini de istemediğim, Kur'anî hizmetimize zarar veren bir haleti söyleyeceğim: Zâtınız bir zaman bize dost göründüğünüzden, senin oğlun talebe gibi yanıma geliyordu. Ciddî istifadeye çalışıyordu. Değil bana sıkıntı vermek, belki ihtar etmesi, ciddî telakki ediyordu. Vaktaki zâtınız bana karşı rakibane bir vaziyet aldınız, oğlunuz da o vaziyetin tesiriyle öyle bir şekle girdi ki, en muti' talebeden, en merhametsiz bir düşman vaziyetine geldi. O zamandan beri çektiğim sıkıntıların ve hizmet-i Kur'aniyemize gelen zararların kısm-ı a'zamı, oğlunuzun yüzünden ve senin o rakibane vaziyetinden geldiğine şübhe kalmadı. Senin nüfuzun ve şerefin olmasa idi, oğlun böyle şeylere müdahale edemezdi.
Her ne ise... Sizi bütün bütün gücendirmemek için kısa kesiyorum. Kardeşim Hakkı Efendi'nin hatırı için ben hakkımı helâl ederim. Fakat bizi istihdam eden ve hizmetine kabul eden Kur'an-ı Hakîm'in darbesinden korkmalı, belki o helâl etmez.
(Ehl-i bid'anın şiddetli hücumuna maruz kalan Süleyman hakkındadır)
Sual: Süleyman nasıl adamdır? Başta buranın memuru, çok adamlar onu tenkid ediyorlar. "Lüzumsuz sözleri hocaya söylüyor, yanlış ediyor, âdeta münafıklık ediyor" derler. Sana çoktan beri hizmet ediyor; mahiyeti nedir bildir?
Elcevab: Süleyman sekiz sene, benim gibi asabî, hiddetli bir adamı hiçbir vakit gücendirmeden, hiçbir menfaat-ı maddî mukabilinde olmayarak, kendi işini bırakıp, kemal-i sadakatla lillah için hizmeti bu köyce malûmdur. Böyle bir adamla bu köy değil, belki bu vilayet iftihar etmeli. Bu tarz ahlâk bu zamanda bulunması, medar-ı ibrettir. Ben hem garib, hem misafirim. Benim istirahatımı temin etmek köyün borcu idi. Bu köy namına Cenab-ı Hak onu ve Mustafa Çavuş'u ve Muhacir Hâfız Ahmed'i ve Abdullah Çavuş'u bana ihsan etti. Ben de Cenab-ı Hakk'a şükrediyorum. Bunlar bana yüzer dost kadar kıymetdar göründüler, vatanımı bana unutturdular. Gurbet ve misafirlik elemini bana çektirmediler. Bunların yüzünden ben, bu köyün hayatta ve vefat edenleriyle alâkadar olup; onlara her zaman dua ediyorum. Sadakatça Süleyman'dan geri kalmayan Mustafa Çavuş'la, Muhacir Hâfız Ahmed, şimdilik hücuma maruz olmadığından iyiliklerinden bahsedilmedi. Bir parça Süleyman'dan bahsedeceğiz. Şöyle ki:
Süleyman, benim her hususî işimi ve kitabetimi kemal-i şevk ile minnet etmeyerek, mukabilinde birşey kabul etmeyerek, kemal-i sadakatla yapmış. Hattâ o derece hizmeti safî ve hâlis, lillah için yapıyordu; belki yüz defadan ziyade arzu ettiğim dakikada, ümid edilmediği bir tarzda geliyor; fesübhanallah diyordum "Benim arzu-yu kalbimi, bu işitiyor mu?" Anladım ki o istihdam olunuyor, sadakatının kerametidir. Hattâ hizmetimde bulunduğu bir gün, bir yaşındaki kız çocuğuna bakılmamış. Yüksek bir damdan, taş üstüne çocuk düştü. O hizmet sadakatının bir ikram-ı İlahî olarak, o çocuk hiçbir teessür ve hastalık görmediği gibi; sütten, memeden bile kesilmedi. Her ne ise, bu tarz sadakatının lem'alarını çok gördüm.
Süleyman'da sadakatla beraber esaslı bir ihlas gördüm. Evet bugünlerde insafsız insanlar, onun şeref ve haysiyetini kıracak derecede, hakkında işaalar izhar ettikleri zaman, ona teselli nevinden dedim ki: "Sana bu sû'-i şöhreti takmakla riyadan kurtulursun." O da kemal-i sürur ve ciddî bir surette o teselliyi kabul etti.
Gelelim gıybet hakkındaki mesleğine: Bu zât bende gıybet hakkında ne kadar şiddetli bir nefret olduğunu bildiği cihetle, beni kızdırmamak için, mümkün olduğu kadar cevaz da olsa, söylemiyor. Ve bilhâssa Ramazanda, bütün bütün içtinab eder. Zâten ahlâkında, başkasına muzırlık yok. İnsafsızların işaasına sebeb, bu kadar olmuş: Birisi sormuş: "Hoca Efendi, filan adama şöyle demiş mi?" O da geldi, bana aynı sözü söyledi ki, o adama cevab versin. Halbuki o sözde ne gıybet var, ne de birşey. Her ne ise...
Ben bu köyde ümid etmiyordum ki, benim en ziyade itimad ettiğim ve tam ahlâklarına ve diyanetlerine kanaat ettiğim Mustafa Çavuş, Süleyman Efendi gibi kardeşlerimi tenkid etsinler. Zannederdim ki, ben gittikten sonra, burada benim yerimde, bana ettikleri hürmeti onlara edecekler. Ümidim budur ki, köy halkının yüzde doksanı onların kıymetini takdir edecekler. Birkaç insafsızlar tenkid ededursunlar, o tenkidlerden ne çıkar? Bunlara ilişmek, doğrudan doğruya bana ilişmektir. Bana hizmet eden mezkûr kardeşlerim, hiçbir maddî menfaati düşünmeyerek ve kabul etmeyerek ve bilakis kendi keselerinden bana ve misafirlerime bakıyorlar. Hattâ Süleyman'a bazı yemediğim bir ekmek verdiğim vakit, hatırımı kırmayarak alır. Fakat kat'iyyen mukabelesiz almıyor. Ona mukabil evinden getiriyor. Arasıra birer bardak çay ısrar ediyordum, ilhahıma karşı istinkâf ediyordu. Ne için böyle yapıyorsun derdim; "Hizmetimize maddî faide girmeyip, fîsebilillah, ihlaslı olmak istiyoruz" derdi.
Hattâ bu Süleyman ve Mustafa Çavuş, misafirlerim için çok hizmet ettikleri halde, hiçbir vakit hiçbir misafir bu iki zâta bir hediye getirdiğini görmedim, bilmedim. Yalnız Bekir Bey bir defa Süleyman'ın küçük kızına birkaç meyve vermiş. Ona mukabil Süleyman -bildiğime göre- birkaç defa patlıcan, biber, kavun gibi sebzeler hediye edip, ona göndermekle beraber, Bekir Bey buraya geldikçe onun, hem başka misafirlerin hayvanatına saman, arpa verir.
Bunun bu ahlâkı zâtında vardı. Yanıma geldiği vakit, benim bir düstur-u hayatım olan istiğna ve insanların hediyelerini almamak kaidesi, onun aslî ahlâkına muvafık gelmiş. Daha ziyade, insanların değil hediyesini kabul etmek, onlara ettiği iyiliklere mukabil dahi birşey kabul etmiyor. Hattâ yüz defa ben ısrar etmişim, benden fazla kalan bir şeyi kabul etmiyor.
Hattâ bir defa, bir kıyye kadar üzüm, kayısı kurusu, bir kıyye bal ben yemiyordum. Misafirlere de yedirmek istemiyordum. Ona ısrar ettim, "Bu hediyemdir, teberrükümdür, çocuklarınıza hediye ediyorum, almaya mecbursun." dedim. Aldı, iki şinik buğdayını, bana -değirmende öğüterek- getirdi. Dört aydır daha bitmemiş.
İşte bu zâtın hakikî hali bu surette iken, insafsız insanlar bunun hakkında işaa ediyorlar ki; Said'in sayesinde yaşıyor. O da kemal-i iftiharla dedi: "Evet üstadımın sayesinde kanaatı ve iktisadı öğrendim, rahatla yaşıyorum. Halkların bu sözleri bana iyidir. Beni riyadan kurtarır, ihlasa sevk eder." dedi.
Ben de dedim: Sana iyidir, hizmet-i Kur'an'a zarardır. Onun için hakikat-ı hâli beyan ediyorum, tâ ehl-i bid'a bilsin ki, ihlas ile lillah için çalışıyorlar.
Said Nursî
(Sabri Efendi'nin fıkrasıdır)
Eyyühe-l Üstad-ül A'zam!
Şah-ı Geylanî Hazretlerinin manidar ve ihatalı bir beyt-i kıymetdarîlerinin Dellâl-ı Kitab-ı Mübin'i manevî parmağıyla irae ve müntesiblerine îma ve işaret ettiği tefe'ülnamenin nihayet fıkrasında okudum ve dedim: "Evet, Nurlar heyetini umum ehl-i hak ve hakikat manevî elektrik âyinelerine hedef etmişlerdir. Ve hattâ Kur'an-ı Azîmüşşan'ın ve ehadîs-i Nebeviyenin bu hususu alenen veya sırran ve remzen ihbarıyla bile vardır." demekte aslâ tereddüd etmiyorum.
Bu zümre-i safiye ve hâlise arasında, sâni Hulusi tesmiyesine bile lâyık ve müstaid olmayan ve hiç-ender hiç olan bir abd-i pür-kusura da, haddinin fersah fersah fevkinde bir yer veriliyor. Halbuki bu aczi bîpâyan, kusuru çok, hatası azîm Sabri, sahaif-i a'maline baktığında çok kara ve mûcib-i nefret görüyor. Ve bu mevkide işaret edilen şahıs ismiyle, a'mal ve harekâtıyla, sabr ve teennisi müsbet ve müsellem bulunan başka kardeşlerimiz olduklarına hükmediyor. Çünki kıymetdar bir hazine ve defineyi keşfeden ve o zemin ve zamanda gayyur keşşafa, taharriyatta bezl-i vücud eden sâîler o yolda acaba o defineyi bulabilir miyiz gibi bir eser-i tereddüd göstermeyerek sarf-ı mesaîde bulunan, pek kıymetdar semere-i sa'yi ve âlem kıymetindeki mahsul gayretleriyle, herkesi tergib ve teşvik ve tenvire hasr-ı vücud eden zevat, hakikaten şâyan-ı takdir ve tebriktirler.
Hulusi ise, Şah-ı Geylanî, İmam-ı Rabbanî ve Şah-ı Nakşibendî gibi nice zevat-ı mübarekenin maziden şiddetle bastıkları adımlarının kuvvetiyle, istikbalde coşup fışkıracak olan menabi-ül envârı, mumaileyh ayrı bir meslek, bir meşrebde olduğu halde, her türlü vezaife tercih ederek, ﺩَﺧِﻴﻠَﻚَ ﻳَﺎ ﺩَﻟﺎَّﻝِ ﻗُﺮْﺍَﻥِ nida-yı âşıkane ve müştakanesiyle dehalet etmesi, fevkalâde bir tefeyyüze mazhar olduğuna ve olacağına yegâne delil ve hüccettir. Onun içindir ki, Risalet-ün Nur ve Mektubat-ün Nur'a birinci muhatablığı, hakkıyla ihraz etmiştir ve müstehaktır. Ve hâkeza Süleyman Efendi kardeşimiz de, manen ve maddeten teşrik-i mesaî etmiş ve hiçbir ferdin yapamayacağı fedakârane hidematı yapmış olmasıyla, saadet-i ebediye sikke-i hâliselerinin teksir ve tamimine çalışmış, ﺍَﻟﺴَّﺒَﺐُ ﻛَﺎﻟْﻔَﺎﻋِﻞِ mefhumunca, keza bu zât da her türlü takdire seza ve lâyıktır.
Bu günahkâr ise, maalesef salif-ül arz zevatın hiçbirisiyle kabil-i kıyas değildir. Madem üstad-ı âlî böyle görmüşler ve bu şekilde buyurmuşlar. Küfran-ı nimet etmeyip, tahdis-i nimet suretinde kabul eder ve gördüğüm sahife-i siyahımın sahife-i beyaza tahvilini, Cenab-ı Hak'tan tazarru' ve niyaz eder ve rahmet-i Rahman'a iltica eylerken, teveccühat-ı üstadanelerinin bekasını yürekten dilerim efendim.
Sabri
(Ahmed Hüsrev'in fıkrasıdır)
Sevgili Üstadım!
Aktab-ı Hamse-i Azîme'nin birincisi ve Gavs-ı A'zam namıyla müştehir Şeyh-i Geylanî Hazretlerinin, şimdiki Kur'an'ın hâdimlerine bakan kasidesindeki ihbarat-ı gaybiye-i mühimmeyi hâvi, kıymetdar risaleyi kardeşlerime ve dostlarıma okudum. Ve inşâallah fırsat buldukça yine okuyacağım. Rahatsızlığım, bir suretinin takdimine fırsat bahşetmediği gibi, Otuzikinci Söz'ün Birinci ve İkinci Mevkıflarından da üç-dört sahifeden daha fazla yazmaklığıma mani' oldu.
Sevgili Üstadım! O büyük şeyhin mazhar olduğu o büyük tecelli ve nâil olduğu o büyük eltâf-ı Sübhaniye ile sekizyüz senelik mesafeyi gören ve bu müddet arasında gelip geçenlere ve bugünün dehşetini ehl-i zevk ve keşfe gösteren yazılarındaki o derin ve pek ince manalar, idrak edebildiğim kadarını düşünürken, ehl-i gafletin nazarından saklanmış olan ve fakat ehl-i hakikatın görmesine mani' olmayan maziyi hatırladım. Ve bu risalenin feyziyle mücahede-i maneviyenizden ve etrafınızda toplanmış olan fedakâr, mücahid talebelerinizden ve maruz kaldığınız mühlik felâketlerden ve nâil olduğunuz, bu kadar azîm eltâf-ı İlahiyeden başlayarak, Şah-ı Geylanî'ye kadar ve ondan asr-ı saadete kadar uzanan, o uzun zamanı hayalen gezdim. O büyük Gavs'ın sekizyüz sene evvel ilân ettiği bu hakikatın karşısında hayran oldum. O büyük şeyh, Eski Said gibi bir müridiyle, Yeni Said gibi bir ders arkadaşıyla konuşuyor. Ve konuşmaya da zaman ve mekân mani' olamıyor. İster arzın öbür tarafında olsun, ister semavatın en uzak köşelerinde olsun, ister Hazret-i Âdem Safiyyullah zamanında dünyaya veda etmiş olsun.
İşte bu muhavere neticesinde bu ihbarat-ı gaybiyeyi ve acibeyi sekiz-on sene evvel öğrenmiş ve şimdi de talebelerinize ders veriyorsunuz. Bu hizmette temayüz eden arkadaşlarınıza irae ederek, her hususta sitayişe lâyık Hulusi'yi ve ona refik olacak bir kabiliyette bulunan mütevazi Sabri'yi ve hizmet ve gayretleriyle sadıkane çalışan Süleyman ve Bekir Ağa gibi talebelerinize işaret eyliyorsunuz. Ve bu küçük cemaatin istinadgâhı olan, azîm cemaatlerin himmetlerini ve bu cemaatlerin içindeki nuranî sîmaları tanıttırdığınız gibi, Şah-ı Geylanî zamanındaki Hülâgu vak'asıyla da zamanımızın riyakâr münafıklarına ve bu münafıkların re'skârlarına hitab ederek "Yakın bir istikbalde kahhar bir el size cezanızı tamamen vermekle, masumların intikamını alacaktır." diyorsunuz. Bu hakikatlar gösterilen dokuz-on delil ile isbat edildikten sonra, bu risale-i şerife ile ilân ediliyordu.
Sevgili Üstadım! Hulusi Bey'in bir fıkrasında söylediği gibi, ben de diyorum ki: Kur'an'ın feyziyle açtığınız bu cadde-i nuraniyede acz ve fakr kanatlarıyla tayeran ederken, ne büyük hârika kerametlerle karşılaşıyorsunuz ve ne azîm hâdisat-ı acibeye şahid oluyorsunuz. Kimbilir, daha neler göreceksiniz ve mazhar olduğunuz bu inayetlerden bizleri de hissedar ederek, vazifemizde her an gayret ve ciddiyet tavsiye ediyorsunuz.
İşte sevgili Üstadım, bu kadar ikram-ı İlahî karşısında bir taraftan kulluk edemediğim için gözlerim yaşarıyor, kalbim ağlıyor. Diğer taraftan da bârgâh-ı Samediyete afv olunmaklığım için yalvarırken, bîhadd ve bîhesab minnet ve teşekkürlerimi takdim ediyorum. Ve sevgili üstadıma ve muhterem fedakâr kardeşlerime muvaffakıyet ve selâmetler ihsan edilmesi için duagû oluyorum. Kıymetdar Üstadım Efendim Hazretleri.
Günahkâr talebeniz
Ahmed Hüsrev
(Re'fet Bey'in fıkrasıdır)
Pek muhterem ve sevgili Üstadım Efendim!
Bu defa göndermiş olduğunuz Gavs-ı Geylanî Hazretlerinin ihbar-ı gaybîsi, çok şâyan-ı hayret ve teemmül bir mes'ele-i mühimmedir. Büyük zevk-i ruhanî ile okumakla beraber, fakir talebeniz bunu çoktan hissetmiştim. Üstadımızın bu zaman için mühim bir vazife-i maneviyesi var; lâkin henüz ifşa etmiyor, mektum tutuyor fikrindeyim ve bu fikrimi bazı hâlis kardeşlerime de söylemiştim. Geçen sene Sabri Efendi'ye yazmış olduğunuz mektubların birinde de şu fıkrayı görmüştüm: "İmam-ı Rabbanî, son zamanlarda biri gelecek, iman mes'elelerini gayet vâzıh bir surette neşr ü ilân edecek. Bu sizin hiç-ender hiç kardeşiniz, hâşâ kendimi o adam zannedecek değilim, yalnız o büyük adamın bir pişdar neferi olduğumu zannediyorum. Sen benden o zâtın kokusunu hissediyorsun." Bu fıkra evvelki düşüncemi takviye etti ve kemal-i sürurla gelip Hüsrev'e dahi söyledim. Üstadımızın rütbe-i maneviyesini anladığımızdan çok sevinmiştik. Bundan dört-beş ay evvel de ziyaret-i âlînize geldiğimde Üstadımız hakkında sormuş olduğum suale verdiğiniz cevab, kezalik evvelki kanaatlerimi teyid ve takviye etti. O zaman yalnız bir-iki kişi biliyorduk. Şimdi, bu risalenin neşriyle has talebelerin hepsi vâkıf olmuş oluyor. Sürurumuza pâyan yoktur. Dinsizliğin münteşir olduğu şu zamanda bulunduğumuza evvelce teessüf ediyorduk. Şimdi hiç teellüm, teessür eseri kalmadı. Zât-ı âlîleri gibi bir üstadı bulduğumuzdan, zaman ne olursa olsun bizi me'yus etmiyor. Cenab-ı Allah tûl-ü ömür ihsan buyursun. Daha bizlere çok zevkli eserler okutacağınıza eminim. Müsaadenizle şunu da ilâve edeyim ki, sizin daha hârika vazife-i maneviyeniz var. Zaman gelecek remizlerle, işarat-ı Kur'aniye ile öyle haber vereceksiniz ki; {(Haşiye): Bu Re'fet'in bir keramet-i ferasetidir.} bunları da geçecek ve bizleri şaşırtıp bırakacaktır.
Fakir Talebeniz
Re'fet
(Re'fet Bey'in fıkrasıdır)
Son gönderdiğiniz Minhac-üs Sünnet gibi Lem'alar hakkında ne söylesem ifade-i meram etmiş olamam. Zira eserler birbirini takiben neşrolundukça, kıymetleri de mebsutan tezayüd etmektedir. Bizlere cennet hayatı yaşatmaktadır. Eserler hakkında fakirin mütalaa yürütmesi küstahlık olur. Çünki Şeyh-i Geylanî'nin medih buyurduğu zât-ı mübarekin yazmış olduğu eseri tenkid değil, kemal-i hürmetle tasvib ve tahsin ve takdir ve büyük bir zevk-i ruhanî ile okumaktan başka ne yapabiliriz? Yalnız şu kadar diyebilirim ki: Bu dalalet devrinde bizlere zât-ı âlîleri gibi yüksek bir üstadı lütuf buyuran ve şimdiye kadar emsaline tesadüf olunmayan mükemmel ve mükemmil eserler okutup ezvak-ı nâmütenahiye içinde yaşatan Hâlık-ı Zülcelal'e nihayetsiz şükürler etmekle, îfa-yı vazife-i ubudiyet edebilirsek bahtiyarız.
Talebeniz Re'fet
(Hâfız Ali'nin fıkrasıdır)
Pek sevgili ve muhterem Üstadım!
Hazret-i Şeyh-i Geylanî kuddise sırruhu-l âlî'nin keramet-i acibe-i gaybiyesini aldım. Hayretimden düşünmeye başladım. Aradan çok geçmeden hizmet ettiğim Nur elektrik fabrikasından bir düğme çevrildi. Bir mumluk bir ziya geldi. Birşeyler görmeye başladım. Aynıyla yazıyorum. Kusur ve noksan, bîçare Ali'nindir.
Evet üstadım, nasılki Fahr-i Âlem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Hazretleri şecere-i kâinatın hayatdar çekirdeği, Enbiya ve Mürselîn o şecere-i mübarekin dalları olup, dalın ibtidasından müntehasına kadar kat'î bir alâka ile daimî birbirlerini götürüyorlar. Bu sır için Hazret-i Âdem Safiyyullah kokladığı ve hissettiği Nur-u Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm hakkında demiş: "Ya Rab, benim alnımda bir çığırtı var, nedir?" Cenab-ı Kibriya Hazretleri buyurmuş: "Nur-u Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın tesbihidir." Aynen kütüb-ü sâbıkada da vesile-i dünya olan Şah-ı Levlâk'i evsafıyla, ashabıyla haber vermeleri gösteriyor ki; ulûm-u evvelîn ve âhirîni câmi' bir kitab ile ba's olunacak, kâinatın ruhu hükmünde ve bütün kâinatın güzellikleri kendi fıtratında tecemmu' edip, tekemmülle tulûu, fecirden sonra şemsin tulûu gibi bekleniyordu.
İşte bu kitab-ı kâinatın vâzıh bir fihriste-i mukaddesesi olan Furkan-ı Mübin arş-ı a'zamdan ve her ismin a'zamî mertebesinden nüzul ile kökü arş-ı a'zamda, gövdesi Fahr-i Âlem'in (Sallallahü Aleyhi Vesellem) sadrına ve dalları bütün zemini ihata eden kitab-ı kâinatın her sahifesinde ve her cüz'ünde Lafzullah ve Lafz-ı Resul-i Ekrem (Aleyhissalâtü Vesselâm) ve Lafz-ı Kur'an'ın bütün birbiriyle alâkadarane işaret edip birbirini göstererek, birbirinin hükümlerini tasdik ettikleri misillü, Hazret-i Şeyh (K.S.) sırrına mazhar olduğu esma ve cilvesine mazhar olduğu Levh-i Mahfuz ve lütfuna mazhar olduğu Cenab-ı Hâlık'ın bildirmesiyle, sekiz asır sonra kendisiyle tevafuk eden bir hâdim-i Kur'an'ı görüp ve tasdik etmekle haber vermesi, hak ve ayn-ı hakikattır.
Evet Hazret-i Şeyh hâdim olduğu o hizmet-i kudsiye-i Kur'aniye hürmetine zamanın padişahlarını titretmiş, nur-u Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) omuzunda tecelli etmesiyle, o nur-u Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ziyasıyla hareket eden bütün evliya Hazret-i Şeyh'e boyun eğmeleri, gerek müslim ve gayr-ı müslim ve her bir meşreb ehli Hazret-i Şeyh'i tenkide cür'et etmemeleri gösteriyor ki, cadde-i Muhammediye (Sallallahü Aleyhi Vesellem)de bataklık ve nur-u Muhammedî (Aleyhissalâtü Vesselâm)da zıll olmadığını aynelyakîn derecesinde isbat ediyordu.
Öyle de, ondördüncü asrın hâdim-i Kur'an'ı da dokuz yaşından altmış (seksenaltı) yaşına kadar bilâ-istisna doğrudan doğruya Kur'an namına hizmet ve hareketi ve zamanın padişahından en canavar reislerine baş eğmediği, hattâ terakkiyat-ı fenniye ve zihniyede birinciliği ihraz eden Avrupa Devletlerini iskât eden, zemzeme-i Kur'aniyenin şifahanesinden nebean ederek, onların semlerine karşı tiryakları şişe değil, mâ-i cari nehirlerle i'lâ-yı kelimetullah eden ve onların kal'alarını zîr ü zeber eden, emsali görülmemiş ondördüncü asra mahsus envâr-ı Kur'aniyeden Risale-i Nur ile, cihanın cihat-ı sittesini ve semanın yüzünü aydınlatan ve yaralı olup ölmeyen ehl-i imanın yaralarını tedavi ve seksen yaşında ihtiyarlarını şabb-i emred ve gençlerini masum bir hale Hazret-i Eyyübvari hayat bahşına vesile olan hâdim-i Kur'anînin ve Nur Risalelerini, değil Hazret-i Şeyh (K.S.) altıncı asırdan ondördüncü asırda görmesi, Kütüb-ü Sâbıkada remzen ve Hazret-i Kur'an'da sarahaten göstermeleri, o kitab-ı mübarekin şe'nindendir, diyebileceğim. İnşâallah vazifenin makbuliyetine işarettir ki, vazifenin ehemmiyetine binaen Cenab-ı Hak onu çok zaman evvel göstererek, meb'us-u âlem güzide-i benî-Âdem Efendimizden, Hulefa-i Raşidîn'den (Radıyallahü anhüm), aktab-ı evliyadan öyle bir manevî kuvvet teraküm etmiş oluyor ki; değil bu zamanın kör ve sağırları, dünyanın en azgın firavun ve nemrudları da olsa yine korkacakları ve ağız açamayacakları bedihîdir. Dilerim Cenab-ı Hak'tan envâr-ı Kur'aniyenin "Lâ ilahe illallah Muhammedürresulullah" bayrağı altında toplanan ehl-i imanın ellerine yetişmesiyle, ilâ yevm-il kıyam o envârın tevessüüne ve neşrine hayatını feda eden ve edecek erbabının teksirini ihsan buyursun. Âmîn! Âmîn bi-hürmeti Seyyid-il Mürselîn.
Sevgili Üstadım yarım yaşımın tercüman olduğu şu arîzama, yarım nazarla bakıp afv-ı kusur buyurmanızı diler, el ve eteklerinizden öper, bize ve bütün âleme vesile-i hayat olan Üstadım, Cenab-ı Hak sizden ebediyen razı olsun, duasını gece ve gündüz niyaz eylerim.
Mücrim talebeniz Ali