(Hulusi Bey'in fıkrasıdır)
Eyyühe-l Üstad-ül Muhterem!
Bu kerre Yirmidokuzuncu Mektub'un Dört ilâ Dokuzuncu Nüktelerini hâvi mübarek mektubunuzu Yirmisekizinci Mektub'un Yedinci Mes'elesinin sırr-ı azîm-i inayet beyanındaki hâtimesi namını verdiğiniz ve mu'ciznüma ramazanın hikmetlerini beyan eden Yirmidokuzuncu Mektub'un İkinci Kısmını ve münevver hâtem-i i'cazı kemal-i şükranla aldım. İştiyakla, lezzetle, zevk-i manevî ile defaatle okudum. Fakat iki haftaya yakındır ki, cevab yazamadım. İşte bu mübarek cuma günü, hem nurlardan aldığım feyizleri, tesellileri, hem kalbî teessüratımı icmalen arz maksadıyla, bu varakpareyi tahrire lütf-u Hak'la başladım.
Evvelen, Yirmidokuzuncu Mektub'un altı nüktesiyle Kur'an'ın hakikî tercümesi kabil olmadığını, imandan zerre kadar nasîbi olana, Yirmibeşinci Söz'deki bürhanlara zeylen isbat ediyor. Ve şeair-i İslâmiyeyi gayet güzel bir üslûb ile tarif ve müdafaa etmekle beraber, ülema-üs sû' ashabına çok mükemmel ve manevî tokat aşkediyorsunuz. Ve nihayette, mektubdaki hakikatların Kur'an'dan geldiğine aklı takvim için, onun belâgat-ı i'caz ve îcazına imtisalen:
ﻟﺎَ ﻳَﺴْﺘَﻮِﻯ ﺍَﺻْﺤَﺎﺏُ ﺍﻟﻨَّﺎﺭِ ﻭَﺍَﺻْﺤَﺎﺏُ ﺍﻟْﺠَﻨَّﺔِ ﺍَﺻْﺤَﺎﺏُ ﺍﻟْﺠَﻨَّﺔِ ﻫُﻢُ ﺍﻟْﻔَٓﺎﺋِﺰُﻭﻥَ
âyet-i kerimesini nazara vaz'ediyorsunuz. Bu bîçare duacınız, talebeniz ibraz ve irsal buyurduğunuz Nurların mütalaasında, müsbet ve menfî iki tesir altında ne yapacağını ve ne edeceğini şaşırıyor. Çünki manevî vazifemizi îfa edemiyoruz. Çok az ve dar bir muhite neşredebiliyoruz. Bid'at ve dalalet her gün artmakta, ahkâm-ı İslâmiyeye sünnetlerden başlayarak ve Kur'an hedef tutularak, çok insafsızca hücum edilmekte olan böyle bir zamanda ve tam bu yaralara münasib merhem olacak, bu nurlu ve şifalı eserlerin mahdud eşhas arasında ve yalnız bu zavallıların ümid ve imanlarını takviye edecek vaziyette kalması, teessürü artırmakta ve dergâh-ı İlahiyeye ilticadan başka çare bırakmamaktadır.
Evet, kat'î kanaat hasıl oluyor. Hattâ dikkatle bakılsa görülüyor ki, bu saray-ı âlem inkıraza hatve be-hatve yaklaşmakta. Her saat çatısından bir tuğla, duvarından bir ker***, sıvasından bir parça kopmakta, hattâ lâmbasının ışığı azalmaktadır. Eksilmez, yıpranmaz, yıkılmaz, değişmez zannolunan bu kervansaray elbette eskiyecek, yıpranacak, yıkılacak ve değişecektir.
İşte beşere bilhâssa müslümanlara ârız olan ve alettevali artmakta olan za'flar, bu neticeyi ta'cil ediyor, mütalaasındayım. Fakat irşad buyurulduğu üzere madem ki, netice ile değil, hizmetle mükellefiz. O halde ümidimizi kesmeyerek, sabr u sükûn ile dua ve niyaz ile dergâh-ı İlahiyeden yalvarmalıyız. Muhit ilim ve zevalsiz ve nihayetsiz kudret sahibi olan Hâlıkımız iyi yapar, iyilikler halk buyurur inşâallah, demeliyiz.
Yirmisekizinci Mektub'un Yedinci Mes'elesinin Hâtimesi, gaybî işarat hakkında ihtimalen dahi olsa, her türlü evhamı izale etmek maksadıyla yazılmıştır. Sıddıkınız, elhamdülillah mübarek eserlerde delalet ettikleri manalarda, işaret ettikleri hakaikta, bütün mevcudiyetiyle kabul ü tasdik ve kudsî meânisini dercan etmekten başka bir his aslâ taşımamıştır. Nasılki aziz Üstadımız bu Kur'anî cevherleri kendisine göstermekle iktifa etmiyor ve muhtaçlara da bakınız, görünüz, istifade ediniz; siz de muhtaçlara, müştaklara, mütehayyirlere göstermeye vasıta olunuz buyuruyorlar. Bu fakir talebeniz bu emre (alerre's-i vel'ayn, sem'an ve taaten) demiş. Ve alâ kadr-il imkân ve mütevekkilen alellah, bu emel uğrunda hizmette bulunmayı minnetdarane arzu etmekte bulunmuştur. Binaenaleyh gaybî tevafuk hakkındaki bu müdellel ve mukni' beyanat da yerindedir, fazla değildir. Bu da herhalde lâzımdır. Buna mutlak ihtiyaç vardır veya olacaktır. Gösterilen misalden de anlaşılıyor. Özene bezene yazılmış, senelerle emek sarfıyla cem'edilmiş, toparlanmış, tefsir kavaidine siyak u sibak-ı kelâm gözetilerek, muhtemelen bazı yerlerinde kesret-i istimal sebebiyle, hâh nâ-hâh nazar-ı dikkate çarpan tevafuk ve müvazenete de an-kasdin ihtimam edilerek, emniyetle vücuda getirilmiş olan bir tefsir ile, doğrudan doğruya hazain-i mukaddese-i Kur'aniyeden bu asır insanlarına, müslümanlarına göre nebean, feveran ve lemaan eden nurlu âsârdaki gaybî muvafakat, müvazenet kıyas edilebilir mi? Aslâ...
Hâtimedeki Ahmed Galib Bey'in fıkrası hoştur. Bu fıkranın Hazret-i Kur'an'a ve mahzen-i esrar-ı İlahiyenin bir nevi nurlu reşehatı ve lemaatı olan Sözler'e nisbeti, güzelliğini artırmıştır. Allah bu gibi kardeşlerimizin adedini çok artırsın. Ve cümlesini, bu meyanda bu fakir-i pür-taksiri de muvaffak-un bilhayr buyursun, âmîn!
Yirmidokuzuncu Mektub'un İkinci Kısmı, Kur'an'ın has dûrbîniyle bakılmak suretiyle, Ramazanın hikmetlerinden dokuzu mükemmelen ve emsalsiz tarzda beyan buyurulmuştur. Allah sevgili Üstadımızdan razı olsun. Bu sene burada Ramazan-ı Şerif'e riayet, evvelki senelerden zahiren ziyade idi. Gönül arzu ederdi, keşke bu âlî eser, bu Ramazandan evvel elimize geçmiş olaydı. Seyyid-ür Rusül, Nur-ul Vücud Efendimiz Hazretleri Sallallahü Aleyhi ve Sellem (Eddin-ün nasihatü) buyurdukları malûm-u fâzılaneleridir. İşte bu sebeble azlığından müteessir olduğum buradaki cemaatimize, tam vaktinde okumak suretiyle, bu emr-i celil-i Nebevîyi de yerine getirmiş olurduk. Fakat bu şereften mahrumiyetimiz, maddî uzaklığından ileri gelmiştir. Çünki Kur'an'ın madem ki, ilk nüzulü şehr-i Ramazanda olmuştur. Bu asırda ve şu zamanda da, o mübarek âyetin hikmetleri hakkında eser yazılmasının bu ayda olması enseb ve a'lâdır. Cenab-ı Hak emsal-i kesîresiyle, hayırlısıyla cümlemizi müşerref buyursun, âmîn! Hâtem-i İ'caz, hizmet-i Kur'an'daki kıymetdar kardeşlerimi tanıttırdı. Ve şu güzel nurlu beyti hatırlattı:
Âyinedir bu âlem, her şey Hak ile kaim,
Mir'at-ı Muhammed'den, Allah görünür daim.
{(Haşiye): Latif bir tevafuktur ki, birinci Hulusi ile ikinci Hulusi ünvanını alan Sabri Efendi, buradaki -birbirinden çok uzak oldukları halde- aynı fıkrayı mektublarında bana karşı yazıyorlar.}
Ve şu fıkrayı söylettirdi:
Âyinedir bu hâtem, herkes sıdk ile hâdim,
Mir'at-ı Üstaddan, Kur'an'dır görünen daim.
Allah-u Zülcelal cümlesinden razı olsun. Bu mübarek mir'atın boş köşesine, bu beyit ile imzamın konulmasını tasvib-i ârifanelerine arzederim.
Hulusi
(Binbaşı Âsım Bey'in Risalet-ün Nur Sözleri hakkında temsil ettiği bir fıkradır)
Münezzehtir şuunattan, hep ilham-ı İlahîdir,
Okurken nur alır vicdan, sütûr-u bîtenahîdir,
Riyadan, kibirden, her meâsîden münezzehtir,
Kelâm-ı Lâyezalî'den gelen, bir nur-u müferrihtir.
Nasıl bir vecd içinde anladım bilsen, bu âsârı,
Bu, âyetler gibi nuranî ve lahutî bu efkârı,
Meâsir mi eser mi müncelî yoksa müesser mi?
İlahî bir "sürâ"dan berk uran, hayretfeza sır mı?
Anılmaz, anlatılmaz, sırr-ı vahdetten haberlerdir.
Sen ey gafil beşer bil nefsini, gör ki, ne şeylerdir.
Bütün kevn vâlih ü hayran düşündükçe ser-encamın
Kerim hayretle, hürmetle anar namın, büyük namın.
Âsım
(Hulusi Bey'in fıkrasıdır)
ﺍَﻟﺴَّﻠﺎَﻡُ ﻋَﻠَﻴْﻜُﻢْ ﻭَ ﺭَﺣْﻤَﺔُ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﻭَ ﺑَﺮَﻛَﺎﺗُﻪُ ﺑِﻌَﺪَﺩِ ﺣُﺮُﻭﻑِ ﺭِﺳَﺎﻟَﺔِ ﺍﻟﻨُّﻮﺭِ ﻭَ ﻣَﻜْﺘُﻮﺑَﺎﺕِ ﺍﻟﻨُّﻮﺭِ ﺍَﻟْﻒَ ﺍَﻣْﺜَﺎﻟِﻬَﺎ
Eyyühe-l Üstad-ül Muhterem!
Geçen hafta Yirmisekizinci Mektub'un Beşinci ve Altıncı Mes'eleleri isimlerini alan biri şükre, diğeri harem-i şerif sualine cevab olan iki eser-i âl-ül âlînizi, kemal-i şevkle aldım. Zevk ile mütalaa ettim. Çok susamıştım. Şükre dair çok derin manalı, şeker gibi tatlı, şeker şerbetinizi besmeleyle içmeye başladım. Bu âciz talebenize nimetlerinin hadd ü pâyanı olmayan ol Hâlık-ı Kerim, ol Mün'im-i Hakîm, ol Rezzak-ı Rahîm celle celalühü hazretlerinin Nurlar namı altındaki in'am ve ihsanına karşı (Elhamdülillah, Allahü Ekber) dedim. Ve manevî susuzluğumu, elim ermez, gücüm yetmez, nazarım erişmez, hülâsa acz-i tâmm içinde, fakat rahmetinden ümid kesmediğim bir halde iken, ol Rahmanü'r-Rahîm hazretlerinin muazzez üstadım vasıtasıyla teskin ettiğine, yüzbinler hamd ü şükr eyledim ve edeceğim.
Mübarek sözlerinizde öyle kudsî feyizler var ki, sanki talebenizin (alâka ile mütalaa eden veya istima' eyleyenleri) elinden tutuyor; bak bu, bu manaya delalet eder, şu şunun içindir, bundaki maksad ve gaye ve hikmetler şunlardır, gel daha yukarı gidelim, daha ilerleyelim diye menba'dan menba'a, etekten tepeye, izden yola, hakikattan marifete götürüyor, çıkarıyor. Ziyaret ettiriyor. İstifade ve istifaza ettiriyorsunuz. Bu defa bu seyr ile şükür nehrinin menba'ına şükür dağının tepesine, şükür çığırının şehrahına, şükr-ü mutlaktaki hakikatla marifete götürüyor ve mebde'de olduğu gibi, müntehada "Der tarîk-ı acz-mendî lâzım âmed çâr-çiz; acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak ey aziz" buyuruyorsunuz. Biz de "Fehimtü ve sadakte" diyerek mukabele ediyoruz. Dua ve salavat ile bu kudsî seyahata nihayet veriyorsunuz.
İbraz buyurduğunuz pek âlî şefkatten yüz bulan muhtaç ve âciz talebeniz, üstadının nazarını başka tarafa çevirecek bir suale cür'et eylediği için, "Gel haydi, Harem-i Şerif'e girelim. Oranın bugünkü halini ve esbabını biraz anlatayım" demek nev'inden olan Yirmisekizinci Mektub'un Altıncı Mes'elesini de okudum. Çok istifade ettim. Allah sizden razı olsun.
Hulusi
(Hulusi Bey'in fıkrasıdır)
Bu defa lütf u inayet buyurulan, Yirmisekizinci Mektub'un Yedinci Mes'elesini hürmetle aldım. Ta'zimle ve defaatle mütalaa ettim. Ayrıca bir defa yeni talebeniz Hâfız Ömer Efendi'ye ve bir defa pederim ve eski hocalarımdan İbrahim Efendi ve bir dostumuza ve bir defa da Fethi Bey'e okudum. İnşâallah yine okur ve okuttururum. Bu mübarek mektubunuzla başta şu bîçare olduğu halde, dinleyenlerin ahval-i ahîre dolayısıyla kalblerinde hasıl olan manevî yaraya çok mükemmel ve münasib bir merhem vurdunuz. ﻟﺎَ ﺗَﻘْﻨَﻄُﻮﺍ ﻣِﻦْ ﺭَﺣْﻤَﺔِ ﺍﻟﻠَّﻪِnass-ı celilini hatırlatarak, Allah'ın lütfuna ve Habib-i Ekreminin (A.S.M.) ruhaniyetine, Kur'an-ı Azîmüşşan'ın ﻣِﻦْ ﺍَﻭَّﻝِ ﺍﻟﻨُّﺰُﻭﻝِ ﺍِﻟَﻰ ﻗِﻴَﺎﻡِ ﺍﻟﺴَّﺎﻋَﺔِ devam ettiğine şübhe kalmayan i'cazına dehalet ve hakikî sabırla bu acılara mukabele ederseniz, inşâallah yakın ve nurlu istikbale mazhar olursunuz, gibi hakikaten pek azîm bir müjde vermiş oldunuz. Bîçaregân-ı ümmete, izn-i İlahî ile beyan buyurduğunuz i'caz-ı Kur'an hürmetine, Allah-u Zülcelal muhterem üstadımızdan ebeden razı olsun. Ve Hazret-i Kur'an hesabına intizar buyurduğunuz ümidlerinizi, an-karib mübeddel-i hakikat ve mü'minlere de selâmet-i iman tevfik buyursun, âmîn.
Yirmisekizinci Mektub'un Yedinci Mes'elesini almazdan evvel, mübarek Sözler'le alâkadar olmayan zevata, defaatle üstadım altı-yedi seneden beri şöyle buyurmaktadır: "Kur'an'ın surları yıkılmıştır. Bütün hücumlar Kur'an'adır. İmanı kurtarmak zamanıdır." İşte yavaş yavaş bu beyanatın sıhhati, her gözü ve aklı olan mü'min tarafından tasdik edilecek hâdisat zuhur etmektedir, diyordum. Bu mektub, bu bîçare talebenizin Üstadının emirlerini tebliğde sadık olduğunu isbat etmekle beraber, evvelce de arzettiğim vecihle, mektubları almazdan evvel hatırıma gelen, hattâ lisanıma kadar geçen, çok mes'eleler nev'inden olduğuna şübhem olmadığı için, bunu da i'caz-ı Kur'andan addediyorum. Tevafukatta bendenizdeki nüshada da, ekseriyetle müvazenet vardır. Evet hangi cihetten bakılsa, inayet-i İlahiye ayân-beyan görünür.
Muhterem Üstadım, rahmet-i İlahiye ile bir hakikatı daha yakînen anladım. O da şudur ki: İlk şeref-i mülâki olduğum zamanda verdiğiniz ders, bütün risale ve mektublarda vücudunu hissettirmektedir. Fark yalnız o dersteki mücmel hakaikın diğer derslere tafsil, tavzih ve izharından ibarettir. Demek ki, imanı ve Kur'an'ı esas ittihaz etmekle, daimî bir feyz menbaı, sermedî bir nur kaynağı, fenasız kudsî bir hazine, İlahî bir kal'a kurulmuş oluyor.
Evet mademki kâinatın halkına sebeb olan Nebiyy-i Efham (Sallallahü Aleyhi Vesellem) efendimiz hazretleri, vazife-i risaletlerini mükemmelen îfa ettikten sonra, emr-i İlahî ile vücuduna bâis oldukları âlem-i bekaya teşrif ettiler. Şu misafirhane kapanıncaya kadar gelip geçecek, dolup boşanacak, çürüyüp tazelenecek sükkânına, bilhâssa cinn ü inse en âlî bir hediye, en mükemmel bir rehber, en mukaddes bir mürşid olarak, Kur'an-ı Hakîm'i bırakmışlardır. Nitekim müteakib asırların yetiştirdiği bir çok zevat-ı âliye, bütün müşkillerini Kur'an ile halletmişler. Aradıklarını Kur'anda bulmuşlar... ilh.
İşte bu bid'at ve zulümat asrında da, yine o Kur'an-ı Hakîm ve Kerim, lâyemut i'cazını Sözler ve Mektublarla izhar etmiş ve bu hakikaten azîm işde rahmet-i İlahiyeye, muazzez ve muhterem üstadımız elyak ve elhak memur ve vasıta olmuştur. Bu hakikata daha birinci derste, lütf-u İlahî ile iman ettim. Diğer nurlu dersler kuvvet-i imana vesile olmuş ve olmakta bulunmuştur.
ﺍَﻟْﺤَﻤْﺪُ ﻟِﻠَّﻪِ ﻫَﺬَﺍ ﻣِﻦْ ﻓَﻀْﻞِ ﺭَﺑِّﻰ
Aziz ve muhterem Üstadım! Bu dünya mü'mine zindandır derler. İşte neşrine, izharına, beyanına vasıta olduğunuz Nurlar, bize bu karanlık dünyamızı aydınlattı. Hilkatteki hakikatı talim etti. Bâki, daimî ve sermedî, saadetli hayatı tedris etti. Şahsen bu Nurlar olmasaydı, halim ne olacaktı? Ya Nurlara erişmeseydim, ne yapacaktım? Ya bu Nurların neşrine ﻋَﻠَﻰ ﻗَﺪْﺭِ ﺍﻟﻄَّﺎﻗَﺔِ ﻭَﺍﻟْﺎِﻣْﻜَﺎﻥِ lütf-u İlahî ile çalıştırılmasaydım, bütün kazancım masiyet ve kara yüzle, perişan hal ile, nasıl dergâh-ı İlahiyeye çıkacaktım? Elhamdülillah sümme ve sümme elhamdülillah, niyet-i hâlise ve cüz'-i lâ-yetecezza kabîlinden olan Kur'anî hizmet sebebiyle, bu abd-i pür-taksir de inşâallah duanızla rahmet-i İlahiyeye nâil olur ümidindeyim.
Hulusi
(Sabri'nin bir fıkrasıdır)
ﺑِﺎﺳْﻤِﻪِ ﻭَﺍِﻥْ ﻣِﻦْ ﺷَﻲْﺀٍ ﺍِﻟﺎَّ ﻳُﺴَﺒِّﺢُ ﺑِﺤَﻤْﺪِﻩِ
Efendim, hiç şekk ve şübhem kalmadı ki; nur nurdan seçilemediği gibi, nur deryasının nuranî talebeleri de, nerede olursa olsun hepsi bir gayede, umumu bir zihniyette, yekdiğerlerine rekabetleri yok, daima birbirinin evsaf-ı mümtazesiyle müftehir ve mübahi, samimiyet ve vefa hususunda, rüfekasını şahsına tercih eder, bir emelde bulunmaları yegâne emel ve gayeleri olan tevhidin bir alâmet-i mümtaze ve farikası olan ittihad ve tesanüd-ü hakikiye ve meşruayı kàlen ve fiilen ve halen göstermeleriyle sabittir ki, bu hal bir alâmet-i muvaffakıyettir.
Talebeniz H. S.
(Re'fet Bey'in bir fıkrasıdır)
Aziz ve muhterem Üstadım Efendim!
Son neşrettiğiniz Söz, fakirde çok derin tesir ve intibalar bıraktı. Onun saikının ne olduğunu anlayamadım. Zât-ı âlînizi o Söz'de çok hiddetli buldum. Gayet ateşîn bir kalem, bütün elemlerinizi dökmüştü. İhtiva ettiği hakaika mest ü hayran olduğum halde, saatlerce okudum. Artık Sözlerinizin hiçbirini diğerine tercih edemiyorum. Zira birine mühim derken, diğeri daha mühim ve bir diğeri ehemm olarak kendini gösteriyor. Binaenaleyh envâr-ı Kur'aniyeyi gökteki yıldızlara benzetiyorum. Filhakika yıldızlar parlaklık itibariyle birbirinden farklı ise de, hepsi yıldızdır. Ve aynı menba'dan ahz-ı envâr etmede olduklarından, keyfiyetçe yekdiğerinden farkı yok gibidir. Sözleriniz aynen böyledir. Her birini yüz defa okusam, yüzbirinci defa hiç okumamış gibi, büyük bir zevk-i manevî ile okumam dahi yüksekliğine şahiddir. Bu bâbda ne kadar yazsam Sözler hakkında hiçbir şey yazmış olamayacağımı düşünerek, sözüme nihayet veriyorum.
Re'fet
(Şu fıkra Mes'ud Efendinindir)
Ey benim muhterem Üstadım!
Hadd-i büluğumdan bu âna kadar, laîn şeytanın zırhından mamul bir sanduka derununda kilitlemiş olduğu akl-ı uhrevî ve imanımı tazyik altına almıştı. Duanız sayesinde ve bana karşı göstermiş olduğunuz hüsn-ü niyet ve nasihatlerin semeresi olarak, ancak yedi senede, Üstadımın dua yumruğuyla laîn şeytanın zırh sandukası kırılarak, imanımı tekrar teslim ettin. Ve teslim aldığımı şununla isbat ederim ki: Duaya kabul buyurduğunuz tarihte, yani Ramazan-ı Şerifin üçüncü günü bera-yı ziyaret nezdinizde idim. Müfarakatımdan sonra, Cenab-ı Hakk'ın gösterdiği ve sevgili Üstadıma arzeylediğim rü'ya ile, âcizane tefsirimde, gündoğudan günindiye doğru olan çayı yani gündoğudaki duayı almamış olsa idim, önümde elinde sepet ile giden adam gibi gayya kuyusuna gidecektim. Ben de o kapının önünde durduğum halde, o müessir almış olduğum dua sayesinde, o korkunç kapıdan çağırılmayarak, avdetimde geniş bir caddeden halkın omuz omuza geçtiği ve bizim mestur bir mevkide seyreylediğimiz o meşakk u mezahime iştirak ettirilmediğimiz, ancak Üstad-ı Muhteremimin Cenab-ı Hak nezdinde duasının kabulüdür ve Sözler'in mukavemetsûz tesirleridir.
Ben de buna mukabil, Üstadımın hâdim olduğu çığırı takib ile hizmet etmek emelinde isem de, yalnız ettiğim hizmet kâfi değildir. O da ancak âhiret menfaatimiz içindir. Yalnız Cenab-ı Feyyaz-ı Mutlak Hazretlerinden beş vakitte dua ediyorum: "Ya Rabbi, Ya Rabbi! Yirmiyedi seneden beri, şeytan aleyhi-l la'nenin zırhlı çelik sandukaya kilitlemiş olduğu imanımı, balyozuyla kırarak tahlis eden Üstad-ı Ekremime, yani Kur'an-ı Hakîm'in lemaatı olan Risale-i Nur'un neşrine bir hizmet olarak, bana menamda göstermiş olduğun yevm-i mahşerde gayya kuyusu kapısının ağzından çevirmeğe muvaffak olan müfessir-i Kur'an'ı ve son musannif bulunan Said-ün Nursî Hazretlerinin yevm-i mahşerde sancaktarı kıl, Ya Rabbi ya Erhamerrâhimîn, velhamdülillahi Rabb-il Âlemîn" olan Cenab-ı Mevlâ'dan evkat-ı hamsede vird-i zebanımdır. Ve siz Üstadımın kabul buyurmasını istirham ile el ve ayaklarınızdan öperim, Efendim Hazretleri.
Mehmed Mes'ud
(Ahmed Hüsrev'in fıkrasıdır)
ﺑِﺎﺳْﻤِﻪِ ﺳُﺒْﺤَﺎﻧَﻪُ ﻭَﺍِﻥْ ﻣِﻦْ ﺷَﻲْﺀٍ ﺍِﻟﺎَّ ﻳُﺴَﺒِّﺢُ ﺑِﺤَﻤْﺪِﻩِ
ﺍَﻟﺴَّﻠﺎَﻡُ ﻋَﻠَﻴْﻜُﻢْ ﻭَ ﺭَﺣْﻤَﺔُ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﻭَ ﺑَﺮَﻛَﺎﺗُﻪُ ﺍَﺑَﺪًﺍ ﺩَٓﺍﺋِﻤًﺎ
Kıymetdar Üstadım!
Tarih-i mektubdan iki gün evvel idi. Yirmiyedinci Mektub'un Üçüncü Zeylini yazmakla meşguldüm. Hulusi ve Re'fet Bey, Zekâi ve Sabri Efendi gibi kardeşlerimin, Risalet-ün Nur ve Mektubat-ün Nur'a karşı gösterdikleri ateşîn muhabbetle, kalbî iştiyaklarını gösteren kalemleri, beni de heyecana düşürmüştü. Bu sırada Bekir Ağa, sizden gelen bir mektubla teşrif etti. Bekir Ağa, mu'tadının hilafı olarak, pek gülşen yüzlü idi. Mektubu aynı sevinçle, ba'de-t takbil beraber açtık. Bir varakpare-i fâzılaneleriyle, Yirmidokuzuncu Mektub'un Sekizinci Kısmının sekiz sahifeden ibaret olan Sekizinci Remzi, üç sekiz tevafukatıyla kendini gösterdi. Yirmiyedinci Mektub'un Üçüncü Zeylinden hasıl olan sevinçli bir heyecan-ı kalbî ve Bekir Ağa'nın Üstadına ve Nurlara karşı kalbî iştiyakını gösteren sevimli yüzü ve dört aydan beri beklediğimiz tevafukatın gayesinin mebde'ini gösteren Sekizinci Remiz'deki, sevgili Üstadımızın manevî bir nur ile parlayan ve gülümseyen, o yüksek en hârika, tatlı sözü, fakir talebenizde öyle bir halet-i azîme tevlid etmişti ki, işte o dakikam saadet-i ebediyeye nâil olanların geçirdiği anlardan bir dakika idi. Bu sürur içinde mektubunuzu ve Sekizinci Remzi okudum. Okurken her bir cümlenin nihayetinde, "var ol, mes'ud ol, bahtiyar ol Üstadım" nidaları kalbime tercümanlık eden lisanımdan ihtiyarsız dökülüyordu. İlk defa Bekir Ağa ile, bir defa Rüşdü Efendi kardeşimle, bir defa da Re'fet Bey kardeşimle okudum.
Evet sevgili Üstadım, senelerden beri Kur'an-ı Azîm-ül Bürhan'ın bahr-i ummanında medfun defineleri, Risalet-ün Nur ve Mektubat-ün Nur ile meydana çıkarmıştınız. İşte azîm bir define daha lütf-u İlahî ile Yirmidokuzuncu Mektub'un Sekizinci Kısmının Sekizinci Remzi'nde en parlak ve gözler kamaştıran nurlarıyla tezahür ediyor, kendini gösteriyor. Beşerin nazarını ister istemez kendine çeviriyor.
Bin üçyüz seneden beri, sahib-i insafı hayrette bırakan ve dünyanın her köşesinde ve beşerin her tabakasında, cinn ve beşer lisanında, semavatta melek ve ruhanîler lisanında, en yüksek makam-ı mümtazı işgal eden, o Furkan-ı İlahî'nin esrar-ı mühimmesinden ve i'caz-ı azîmesinden bir parçası daha, susmak bilmeyen mu'ciznüma bir sadâ ve latif bir âvâz ve tükenmez bir feyizle karşımıza çıkıyor. O kıymetdar Kur'an'ın bugün mükevvenatı yed-i kudretinde tutan ve azamet-i kibriyasıyla idare eden ve azamet-i celali karşısında her şeyi kendine secde ettiren bir Zât-ı Vâcib-ül Vücud'un kelâmı olduğunu, üzerindeki hadsiz damgalarıyla gösteren risalelerinizin kıymeti ne büyüktür. O risalelere nasıl kıymet verilir, nasıl başkasıyla müvazene edilir, nasıl bir başkasının tefevvuku tahattur edilir?
Beşerin zulmetli sîmasına nurlar saçan ve tevhid haricindeki her türlü akideleri zîr ü zeber eden ve şakirdlerine gülümseyerek tatlı bir yüzle bakan ve hoş ve pek şirin bir lisan ile söyleyen o risaleler ve o risalelerin sahibi ve naşiri olan sevgili Üstadım, siz talebelerinizin kalblerinde risalelerinizle yaşıyorsunuz. Hem öyle bir surette yaşıyorsunuz ki, küçük bir işaretinize müheyya talebelerinizin ruhlarında ırmakların çağladıkları gibi tevali eden ve tükenmek bilmeyen İlahî bir muhabbetle yaşıyorsunuz. Hayat-ı fâniyeye veda etseniz bile, büyük büyük cemaatlerin arasında hürmetle yâdedileceğinize
{(Haşiye): Ben kardeşim Hüsrev'in bu makamdaki hissiyatına iştirak edemiyorum. İnsanların nazarında mevki kazanmak ve dillerinde yâd edilmek, hakikatbîn olanlarca bir şeref değildir. Eğer rıza-yı İlahî varsa, o rızanın cilvesi olarak insanlarda teveccüh görünse; bir derece emare-i rıza olmak noktasında makbul olabilir. Yoksa arzu edilmemeli. Madem Hüsrev hakikatbîndir, elbette benim şahsıma havale ettiği şerefi, risaleleri niyet ediyor. Zâten o şerefte umum talebeler hissedardırlar, tek birisine verilmez.}
ve namınızın dünya ve ukbada ihtiramla taşınacağına ve risalelerinizin pek büyük hâhişle revaçta olacağına kaviyyen ümidvarım.
Evet nasıl sözlerim haksız olsun ki, en tehlikeli anlarda bile hakkı söylemekte susmayan ve pek âlî ruhu taşıyan ve talebelerine her an teselli nurlarını dağıtan, Kur'an-ı Kerim'in bugünkü dellâl-ı muhteremi olan Üstadım! Sizin din-i mübin-i İslâm'a olan merbutiyetinize ve o büyük muhabbetinize ve o yüksek sa'yinize mükâfat olarak defter-i hasenatınıza Cenab-ı Vâcib-ül Vücud Hazretleri lâyüad ve lâyuhsa ecrleri yazmasını rahmet-i İlahiyeden niyaz ederim.
Nasıl bugünkü beşeriyet size ve Risalet-ün Nur'a medyun olmasın ki; semamızda dolaşan güneşin saçtığı ve her an ufûlüyle bir başka âlemi gösteren nurları gibi değil, Kur'an'ın arş-ı a'zamından gelen nurlarla ölmez, tükenmez, sermedî bir nuru, risalelerinizde gösteriyorsunuz.
İşte o risaleler ki, herbiri başlı başına menba'ları ve mecraları ayrı fakat bir bahr-i muhit-i ummana dökülen nehirler gibidir. Susuz olan, bu nehirlerin hangisine varsa nasıl doyuncaya kadar su içmez? El ve yüzlerini temizlemek isteyenler, nasıl oluyor da bu enhardan istifade etmez? Veyahut arazilerini iska için cedveller yaparak hangi tarafa götürülse, azîm cemaatler nasıl tefeyyüz etmez?
Bu enharda öyle azîm şifalar var ki, hastalar içse, her türlü devayı içinde bulurlar. Yaralılar içse, bin türlü yaralarına merhem bulurlar. İhtiyarlar içse, hayat-ı ebediyenin civanmerd gençlerinden olurlar. Tazeler içse, saadet-i dâreyni bir anda elde ederler.
Risaleleri okuyanlar, sevgili Üstadım sizin ne büyük ve âlî bir kalbe mâlik bulunduğunuzu teslim için, bilmem tefekküre ihtiyaç var mı?
Bunca zamandan beri "Kur'an-ı Azîmüşşan'ın dellâlıyım ve bu kudsî vazifemi hiçbir şeye değişmem" diye vaki' olan ilânatınıza, bir kat daha kuvvet veren, bu kerreki neşir buyurduğunuz Yirmidokuzuncu Mektub'un Sekizinci Kısmı'nın sekiz sahifelik olan Sekizinci Remzi ne güzel gösteriyor ve bu gösterilen hakikatlara meftun olmamak mümkün mü?
Ah sevgili Üstadım, lisan ve kalemim müsaid olsa, her bir risale için lâyık oldukları şekilde medhiyeler yapıp takdim etsem. Heyhat, her şeyde olduğu gibi, bu hususta da pek fakirim.
Evet sevgili Üstadım! Sevincimizi artıran bir mes'ele daha var. O da "Kenz-ül Arş duasının feyzinden gelen bir nükte-i Kur'aniye" namı altında neşredilen iki sahifelik huruf-u hecaiye-i Kur'aniyenin bu kısma ilâvesi ve bu kısmın da, yazmakta olduğumuz tevafuklu ve haşiyeli Kur'an-ı Kerim'in baş tarafına, umumun istifade ve istifazalarının kolaylıkla teminine binaen dercedilmesi hakkındaki tensib-i fâzılaneleridir. Bu tensib bizce de pek çok musîb görülmekle, fakir talebenizin nazarını maziden hale, halden de istikbale çeviriyor. Ve istikbaldeki parlayan nurları göstermekle, nihayetsiz sürurlara müstağrak kılıyorsunuz.
Ahmed Hüsrev