İkinci Viyana Kuşatması Üzerine
Dr. Saim ARI

Sultan IV. Mehmed'in (1648–1687) hükümdârlık yıllarında, birbiri ardınca gelen sadrazamlardan Köprülü Mehmed Paşa ile oğlu Fazıl Ahmed Paşa ve evlâtlığı Merzifonlu Kara Mustafa Paşa dönemlerinde Osmanlı Devleti, ikinci bahar dönemini yeniden yaşarken fetihler de devam etmekteydi. 1672'den itibaren IV. Mehmed, bizzat iştirak ettiği iki Lehistan Seferi ile, iki Rusya Seferi'nden sonra, Avusturya Seferi'ne çıkmak için Belgrat'a kadar gelir.

II. Viyana1 kuşatmasını gerekli kılan en önemli sebeplerden birini şöyle ifade edebiliriz:
Avusturya–Alman idaresinin zulmü altında yaşayan Macarlar, Avrupa’nın değişik yerlerinde Osmanlı idaresinde yaşayan ırkdaşlarının hürriyet ve refah seviyesini gördükçe, Türk idaresine girmek istediklerini ifade ediyorlardı. Orta Macar Kralı, 'Macarların Almanlar'a Karşı 100 Şikâyeti' ismiyle yayınladığı eserinde, uğradıkları zulümleri dile getiriyordu. Alman idaresinden tamamen nefret eder hâle gelmişlerdi. Macarlar arasında ateşte kızartılanlar vardı. Ellerinden toprakları alınan Macar asilzâdeleri hayatlarını zindanlarda geçiriyorlardı. Alman idaresindeki Macarlar tarafından kendilerine lider seçilen Tökeli İmre, 9 Ocak 1682’de İstanbul’a elçi göndererek, 'Nemçe’nin tecavüzü haddi aştı... Bunları görmektense ölmek yeğdir. Hemân bir taraftan haber verip yörüyesiz.' tarzında şikâyetlerini dile getirerek, Alman idaresini kabul etmediklerini ve Osmanlı idaresi altına girmek istediklerini belirtir.2
Osmanlı Devleti’nin Orta Avrupa’daki hakimiyeti altında bulunan yerlerin emniyet altında tutulabilmesi için, sınırlarının biraz daha kuzeye doğru genişletilmesi gerektiği konusu da, siyâsî ve târihî şartların bir gereği idi. Zaten Tuna sınırını sağlam tutmak için Tuna ötesi fetihlere girişen Osmanlı, şimdi bu bölgeleri muhafaza etmek için Orta Avrupa’da yayılmaya zorlanıyordı. Ancak burada hatırlanması gereken bir husus daha vardır. Devletin askerî ve idârî yapısını İslâmî esaslar üzerine kuran Osmanlı,3 dünyanın değişik yerlerine giderken4 Kur’ân’daki; 'Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: 'Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden (kurtarıp) çıkar, bize katından bir veli (koruyucu sahip) gönder, bize katından bir yardım eden yolla' diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan müstaz’af (âcizler) adına savaşmıyorsunuz?' 5 şeklindeki İlâhî Emri yerine getirmeye çalışıyordu.

Macarlar Osmanlı’dan ısrarla yardım isterlerken; aynı zamanda da, 1664 Vasvar Barış Şartları'nı çiğneyerek Osmanlı sınırlarına saldıran Avusturyalılar'ın; çapulculuk yaparak sivil vatandaşları esir almaları üzerine sınır bölgelerindeki beylerden gelen şikâyetlerden dolayı, IV. Mehmed, Avusturya'ya karşı sonuç alıcı bir savaşın yapılmasına karar verir. Bu münasebetle, ordu ile birlikte Belgrat'a kadar gelen padişah, devlet adamlarının gördükleri lüzûm üzerine, Sadrazam Merzifonlu'yu serdâr tayin ederek, kendisi arkadaki ordugâhta hareketi takip etmiştir. Ordu ile birlikte yola devam eden Merzifonlu, Estoni'de kurduğu savaş meclisinde Viyana'nın kuşatılmasına karar verir. Buradaki toplantıda, Kırım hanı Murad Giray ile Budin beylerbeyi Arnavut Koca İbrahim Paşa, Viyana üzerine bir sonraki sene gidilmesini ısrarla ileri sürmelerine rağmen, Merzifonlu; sefere çıkılması gerekliliğini divan üyelerine kabul ettirir.6 Görüşmeler sırasında, Murad Giray ve Koca İbrahim Paşa’nın Merzifonlu ile tartışması ona karşı bir kin meydana getirmişti. Zira, bu düşmanlığın neticesi olarak savaşın sonuna doğru Murad Giray ve İbrahim Paşa, Merzifonlu’ya karşı bir ihanet sergileyeceklerdir. Onların bu tutumu, Osmanlı’ya karşı tarihin seyrini değiştirecektir. IV. Mehmed döneminin ilk on senesinde devlet içindeki problemlerin halledilmesinden sonra, Girit, Rusya ve Avusturya'da devam eden fetihler, Papalık makamının dikkatini çekmekteydi. Onların, Osmanlı'ya karşı Avrupa'da bir askerî ittifak hazırlıkları içerisinde bulunduğunu ve Avusturya ile Lehistan'ın aynı maksatla birleştiğini haber alan Merzifonlu, daha fazla taraftar kazanmalarını engellemek maksadıyla savaşın ertesi seneye bırakılmasını uygun görmüyordu.7

7 Temmuz 1683’de Viyana önlerine gelen Osmanlı ordusu, burada elliye yakın kaleyi ele geçirmiştir. Avusturya ordusu başkomutanı Duc Charles; Osmanlı ordusunun ileri hareketine engel olmak için Aşağı Avusturya sınırına ve Leyta nehrinin arkasındaki araziye askerini yerleştirmişse de, sevk edilen Osmanlı ordusu karşısında bozguna uğramışlardır. Bunu haber alan Avusturya İmparatoru I. Leopold, saray halkı ile birlikte kaçarken, halk da Viyana şehrini terk etmiştir. 12 Temmuz’da Viyana’ya askeriyle girmeye çalışan Merzifonlu, bu defa şehri savunmaya çalışan askerlerin dış mahallelerdeki evleri ateşe vermeleri üzerine şehri muhasara altına almıştır. Bu tarihten itibaren iki ay boyunca karşılıklı top atışları ile süren taraflar arasındaki çatışma sonunda, Osmanlı asker-leri; direnişi kırarak şehre girmeyi başaracağı sırada Macarların iç tahkimatlarıyla karşılaşmışlardır. Bu sırada da, kral Sobieski komutasındaki 20 bin süvari, Avrupa’daki çeşitli prensliklerin gönderdikleri askerleriyle Tulin önlerinde birleşir. Kaynaklar, bu müttefik ordunun 70 bin olduğunu ve kuşatmanın başında Osmanlı askerinin 60 bin civârında olduğunu kaydetmektedir. Bu durum karşısında Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, müttefik Avrupa ordusunun Viyana’ya girişini engelleyebilmek için, Kırım hanı Murad Giray’a; şehre geçit yeri olan Taşköprü üzerindeki Tuna nehri arkasına mevzilenmesini emreder. Ancak, Merzifonlu’nun bu plânı Kırım hanının ihanetiyle bozulur. Viyana muhasarasına katılan Silâhtar Fındıklılı Mehmed Ağa, daha sonra yazmış olduğu 'Silâhtar Tarihi' adlı eserinde, büyük bir üzüntüyle hâdiseyi şöyle anlatır: 'Düşman Tuna nehri üzerinden geçerken Murad Giray düşman askerine karşı çıkacağı yerde; bir tepe üzerine çekilip onları seyretmeye başlamış yanında bulunan kendi imamı bile onun bu haline itiraz ettiği halde: 'Sen bu Osmanlu'nun bize ettüğü cevri bilmezsun. Bu düşmanın def’i yanumda lâ–şey idi (basit bir iş idi) ve bilürüm ki dinimüze de ihânettir! Lâkin asâletim beni komadı: Anlar da görsünler kendülerinin kaç akça âdem imiş. Tatar kadrin (kıymetini) bilsünler!' cevabını vermiştir.

Bu hâdiseden bir gün evvel, Viyana’nın ormanlık bölgesindeki Kehlenberg dağının arka yamaçlarından gelmiş olan düşman ordusu da; Tuna nehri üzerindeki köprüden geçen Sobieski komutasındaki askerlerle birleşerek, Osmanlı ordusu karşısında bir güç oluşturmuşlardır. Düşman ordusu karşısında mevzilenen Osmanlı ordusu, bu defa Budin beylerbeyinin ihânetiyle karşılaşmıştır. Ordunun sağ tarafını komuta eden vezirlerden Budin beylerbeyi Arnavut İbrahim Paşa, yukarıda belirtildiği üzere Edirne’deki harp meclisinde Merzifonlu ile tartıştığı için, intikam hissiyle hareket etmiş ve savaşın başladığı sırada askerini geri çekerek, Osmanlı saflarının bozulmasına sebep olmuştur. Bu fırsatı değerlendirerek, düşmanın Osmanlı ordusu orta saflarına girdiği sırada bu defa ordunun sol tarafına komuta eden Kırım hanı Murad Giray da bu olaya seyirci kalmakla ikinci ihâneti orada işlemiştir. Buradaki meydan savaşının kaybedilmesinde ve II. Viyana Muhasarası’nın neticesiz kalmasında bu iki şahıs önemli rol oynamıştır. Bu iki şahsın askerleriyle geri çekilmesiyle etrafındaki dokuz–onbin kadar askeri savaşmak zorunda kalan Kara Mustafa Paşa, gün boyunca savaşırken, akşama doğru şehit olmak için düşman içine atılmak istemiş ancak etrafındakiler, dağılan ordunun toparlanabilmesinin kendisine bağlı olduğunu söyleyerek, buna engel olmuşlardır. Bu meydan muharebesinde şehit olan Osmanlı askeri sayısının onbin civarında olduğu rivâyet edilmektedir. Tarihçilerin II. Viyana Kuşatması’nın sonuçsuz kalması konusunda ileri sürdükleri sebepleri kaydederek bunlara cevap veren Danişmend, özetle şunları belirtmiştir:
Viyana’nın zorla fethedilmesi durumunda, askerin yağmalamasına sebep olacağından endişe ederek şehrin kral tarafından teslimini bekleyip, bütün hazineleri eline geçirmek için tamahkârlık ederek vakit kaybetmiş ve bu şekilde yardım ordusunun yetişmesine meydan vermiştir. Ancak imparatorun kaçtığını, sarayının yağma edildiğini bilen ve özellikle müttefik ordunun hazırlanmakta olduğunun haber alınmasından itibaren, bütün gayretiyle çalıştığı bilinen Osmanlı başkomutanı hakkında böyle bir itham yapılmamalıdır. Bu husus, savaşa katılan ve hâdiselerin şahidi olan Fındıklı Mehmed Ağa tarafından –aralarındaki şahsî meseleden dolayı, Paşa’ya kırgın olmasına rağmen– doğrulanmaktadır.8

Viyana’yı koruyan surların tahrip edilmesinden sonra şehre hücum etme konusunda kararlı olan Merzifonlu’nun, beklenmedik bir şekilde Avrupa müttefik ordusuyla karşılaşması; onu, kuşatmayı kaldırmak zorunda bırakmıştır.
1071 Malazgirt Meydan Muharebesi’yle başlayıp, II. Viyana Kuşatması’na kadar 612 yıl devam etmiş olan askerî başarılar; adı geçen komutanların ihmal ve ihâneti ile sona erer. Yukarıda belirtildiği üzere, Mezifonlu’nun Viyana’da düşman kuvvetlerine karşı hazırladığı plânının bozulmasına sebep olan Murad Giray’ın bu tutumunun, Edirne’deki harp divanındaki görüşmeler sırasındaki tartışmadan kaynaklandığı sanılmaktadır. Ancak Fındıklı Mehmed Ağa’nın yukarıdaki rivâyetlerinden, Murad Giray’ın yıkıcı bölücü düşünceler taşıdığını söylemek mümkündür. Her ne kadar II. Viyana Kuşatması’nın meydana geldiği dönemde, 19. asrın başından itibaren dünya dengelerini alt üst eden ırkçılık–milliyetçilik hareketinin etkileri ve Yeni Çağ’ın sonuna kadar, devletlerin kurulması ve geliştirilmesinde hanedanlık bağları etkili idiyse de, bunun da, bir yönüyle ırkçılık–milliyetçilik anlamına geldiğini söylemek mümkündür. Kırım Hânı’nın söz konusu yanlış hareketini târihî determinizm açısından değerlendiren Kösoğlu şöyle der: 'Tarihî akış içinde öyle küçük olaylar, duygular, tavırlar vardır ki, bunlar hiç bir maddî veya sosyal gücün eseri değildir; ama, tarihin akışını değiştirirler. Bu olguları görmemezlikten gelmek, gerçeğe sırt çevirmek; onları hesaba katmak ise, kurulacak bir determinizmi bozmak sonucunu doğurmaktır. Bu küçük şeyleri, istisnalar olarak da kabul edemeyiz. II. Viyana Kuşatması’nda Kırım Hânı şeytanın iğvâsına (kandırmasına) kapılmıştır. “Benim için lâ–şeydir” dediği Leh ordusunu köprüden geçirtmeseydi, Beç (Macar) Kızılelma’sı9 Türk’ün olacaktı... O zaman, tarihin akışı değişmelere uğrayacaktı... Kırım Han’ı imamının yalvarmalarını dinleseydi, tarih başka türlü olacaktı... Gerçek o ki, maddî ve manevî, küçük ve büyük bir sürü şey iç içe girerek tarihi dokumaktadır... Tarihi eyleme dönüştüren ahlâkî özlerdir. Bu oluşun muharrik (hareket ettirici) gücü îman, yönü ve muhtevâsını tâyin eden ise, îmânın iç talepleridir... Kavimlerin kendilerini değiştirmelerine göre Allah onların hâlini değiştirmektedir. Yâni cemiyet halindeki 'kendi'mizin rûhî akışı, eyleme dönüşerek tarihi yapmaktadır.'10

Yukarıda tahlil etmeye çalıştığımız gibi, İkinci Viyana bozgununun esas sebebinin tefrika (parçalanma) olduğu görülmektedir. Tarih boyunca gelmiş geçmiş devletlerin ayakta kalış ve yıkılış sebeplerini târihî determinizm açısından açıklayan şu âyetler de bu gerçeğe işaret eder: 'Allah’a ve Onun Resûlüne itâat ediniz. Birbirinizle çekişmeyiniz. Aksi halde bütün gayret ve çalışmalarınız fiyasko ile neticelenir. Kuvvetiniz de yok olur gider.”11, “... Bir kavim, özündeki (güzel hâl ve ahlâkı) değiştirip bozuncaya kadar Allah şüphesiz ki onun (halini) değiştirip bozmaz...” 12


* Şükrü Sardağ, Şair Sultanlar, 1982, Ankara, s. 127 (Bu şiiri günümüz Türkçesi ile şu şekilde ifade edebiliriz:

Milletimin ihtilaf ve bölünme tehlikesi
Mezarımda dahi rahatsız eder beni
Tek çare birlik oluşumuz, düşmana karşı
Birleşmezse millet, derinden yaralar beni

Kaynaklar

1– Osmanlı Devleti'nin 1680 yıllarına kadar yükselme devri devam etmiş; II. Viyana Kuşatması sonrasında uluslararası faktörlere bağlı olarak devlet gerilemeye başlamıştır. Bu konu hakkında geniş bilgi için bkz: Roads Murphey, "Osmanlı’ların Batı Teknolojisi Benimsemedeki Tutumları", Osmanlılar ve Batı Teknolojisi, Haz. Ekmeleddin İhsanoğlu, İ. Ü. Edb. Fak. Yay., 1992, s.1
2– II. Viyana Seferi'nden 154 sene önce Kanûnî Sultan Süleyman tarafından da Viyana birinci defa kuşatılmıştı. Bu kuşatmanın sebep ve sonuçları kısaca şöyledir: Avusturya Arşidükü karşısında zor durumda kalan Macar Kralı Zapolya, Kanûnî'den yardım ister. Bu isteğine cevap vermek ve aynı zamanda Alman İmparatorluğu'nun Macaristan'a ve Osmanlı topraklarına sarkmasını önlemek üzere Kânûnî, Mayıs 1529'da Avusturya seferine çıkar. Burada, Budin Kalesi'nin fethinden sonra Macaristan, Osmanlı'ya resmen bağlı bir devlet haline getirilmişti. Bu durumun Almanlar'ın müdahalesi ile bozulma ihtimaline karşı harekete geçen Kânûnî, Viyana önlerine gelir. Osmanlı öncü kuvvetlerinin burada yaptığı savaşata esir edilen Alman asilzâdesi aracılığı ile şehri teslim etmeleri teklif olunur. Bu teklif reddedilince, şehir onyedi gün süre ile muhasara altında tutulur. Ancak, böyle bir muhasara için hazırlıklı olmayan Osmanlı ordusu, kış mevsiminin yaklaşması ve Şarlken'in bir Haçlı ordusu toplayarak geleceği haberi üzerine kuşatma neticesiz kalır. Erol Güngör, Tarihte Türkler, Ötüken Yay., İstanbul 1988, 184–186.
Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, İst. 1983, C. VI, s. 9

3– Osmanlı Devleti’nin dînî–siyâsî politikası hakkında bkz: Bernard Levis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, TTK. Yay. Ankara 1986, s.3; Paul Wittek, Osmanlı İmparatorluğunun Doğuşu, çev. Fatmagül Berktay, Ankara 1985, s.51.

4– Bu konuda en çarpıcı örnekler veren bazı çalışmalar: Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi, Türk Dünya Nizâmının Millî, İslâmî ve İnsânî Esasları, I–II, İstanbul 1993, C.II, s.83–210. Süleyman Kocabaş, Tarihte Âdil Türk İdaresi İstanbul 1994, s.27–175.

5– Nisâ Suresi, 4/75.

6– İ. Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul 1972, C. III, s.452

7– Danişmend, C. III, s.453

8. Danişmend, C. III, s.454

9– “Kızılelma” Osmanlı askerinin, yer yüzünde adâleti hâkim kılma adına içinde beslediği bir mefkûre/idealdir. Geniş bilgi için bkz: Osman Turan, a.g.e., II, 37–47. Eserde, bu kavram “İslam–Türk Mefkûresi'nde İstanbul ve Kızıl Elma Efsânesi” başlığını taşıyan bölümde ele alınmıştır.
10– Nevzat Kösoğlu, Türk Dünyası Tarihi ve Türk Medeniyeti Üzerine Düşünceler, İstanbul 1990, s. 377.

11– Enfâl Sûresi, 8/46 Bu âyette geçen “rîh”(rüzgâr) kelimesi; kuvvet, savaşta galibiyet, Allah’ın yardımı ve devlet anlamlarına gelmektedir. Bu durumda “Kuvvetiniz, Allah’ın yardımı veya devletinizden gider” şeklinde olabilir. Bu rüzgârın, düşman saflarında bozgun meydana getiren Allah’ın gönderdiği “rüzgâr” olarak da anlamakta mümkündür. (Bkz. Hasan Basri Çantay, Kur’ân–ı Hakîm ve Meâl–i Kerîm, C.I, s.262. Nşr. Mürşid Çantay, 1990, İstanbul.

12– Ra'd Suresi, 11/31.

13 – Ra’d Suresi , 11/13, Ayrıca bkz: Enfâl Suresi, 8/53.

www.sizinti.com.tr den alıntıdır.