Osmanlı Belgelerindeki
B. Mümtaz AYDIN


Belgelerde edebîlik’ ifadesi; “Resmî evrakta edebîlik nasıl olur?” sorusunu zihinlere düşürür. Çünkü günümüz yazışmalarında da gördüğümüz gibi resmiyet; sade ve net ifadeler ister. O zaman her hâliyle ciddiyet arz eden böyle yazılarda; sıcaklığın, samimiliğin, kelimeleri seçme ustalığının ve dili kullanma maharetinin toplamı olarak ifade edebileceğimiz edebiyat kendine nasıl bir yer bulmaktadır?
Bir devletin resmî yazışmalarında edebî değeri olan ifadelere yer vermesi, o devletle alâkalı önemli hususlara işaret eder. Sıradan bir devletin resmî yazışmalarında edebî bir değerinin olmaması normaldir. Ancak, her yönüyle mükemmelliği yakalamış bir devletin resmî belgeleri de, bu mükemmelliğe paralellik gösterir. Bir devletin vesikalarında kendini gösteren ihtişam, azamet ve sanat aynı zamanda o devletin ait olduğu medeniyetin de büyüklüğünün bir yansıması olarak değerlendirilebilir.
Osmanlı, İstanbul’un fethinden sonra bulunduğu coğrafyada müesseseleri, dili, dini ve kültürüyle bir dünya devleti hâline geldi. Bunun neticesi olarak ilim, kültür, sanat, edebiyat, yönetim vs. sahalarında kendi imzasını taşıyan eserler vermeye başladı. Bu durum kendini devletin iç ve dış yazışmalarında da gösterdi.
Osmanlı’nın resmî yazışmalarının edebî hususiyetini diplomatik ilmi sayesinde öğreniyoruz. Tarihe yardımcı dallardan olan diplomatik (diplomatika) belge, vesika ve dokümanları inceler. Osmanlı Devleti’nin resmî yazışma ve belgelerini inceleyen dalın adı ise ‘Osmanlı Diplomatikası’dır. 19. yüzyıl ortalarından itibaren yerli ve yabancı araştırmacıların Osmanlı vesikaları üzerinde yaptığı çalışmalar, bu ilim dalının doğmasına ve belgelerle devletin ihtişamı arasındaki paralelliğin ortaya çıkmasına imkân sağlamıştır.
Padişahın el yazısının bulunduğu belgeye hatt-ı hümâyûn; yabancı devlet adamlarına yazılanlara nâme-i hümâyûn; dâhili konularla alâkalı olarak halka veya vazifelilere hitaben yazılan emirlere genel mânâsıyla ferman; hususiyetlerine göre ise berat, hüküm, nişan, menşûr denirdi. Ayrıca, devletin idarî işlerinde vazife alan vezir-i âzam, şeyhülislâm, kazasker, yeniçeri ağası, beylerbeyinin yazışmaları da ayrı ayrı isimler taşırdı. Diplomatika ilmine göre bu belgeler; dîbâce, tuğra, unvan, elkâb, duâ gibi bölümlerden oluşur.
Bunlardan ‘elkâb’ (lâkaplar) bölümünde, resmî yazının muhatabı olan makam veya zâtın rütbe ve seviyesine uygun hitaplar yer alır; ihtimamla seçilmiş kelimelerle, belli bir edebî üslûp içerisinde muhatabın makam veya şahsına hürmet ifade edilir, vazife ve mesuliyetleri hatırlatılırdı. Arapça ve Farsça kelimelerin çoğunlukta olduğu elkâb, nesir olduğu hâlde şiir gibi âhenk ve iç kafiyeye (seci’e) sahiptir. ‘Fatih Kanunnamesi’ ile bu lâkaplar, teşrifât (protokol) kâideleri dâhilinde belli esaslara bağlanmış ve kime nasıl hitap edileceği belirtilmiştir.
Buna göre, padişahtan sonra devletin en üst makamında bulunan vezir-i âzamın elkâbı şöyledir: “Düstûr-i ekrem, müşîr-i efham, nizâmü’l-âlem, nâzımu menâzımi’l-ümem, enîsü’d-devleti’l-kâhira, celîsü’s-saltanati’z-zâhira, müdebbiru umûri’l-cumhûri bi’r-re’yi’s-sâib, mütemmimu mehâmmi’l-enâm bi’l-fikri’s-sâkib, müessis-i Cenâbi’d-devleti ve’l-ikbâl, muhassıs-ı erkâni’s-saltanati ve’l-iclâl, el-mahfûfu bi-sunûfi’l-avâtıfi’l-meliki’l-a’lâ vezîr-i âzam.”
Bu ibareleri günümüz diline tam olarak çevirmek pek mümkün değildir; fakat bu elkâb tâbirlerin hususi mânâlarına da girmeden, genel olarak şöyle ifade edilebilir: “İyilik sahibi, ülkenin ve bu ülkede yaşayan farklı milletlerin hak ve idarelerinin düzenleyicisi, devletin katı kurallarının kolaylaştırıcısı, saltanat yönetiminin yardımcısı, isabetli kararlarıyla cemiyet işlerinin çözümleyicisi, ileri görüşleriyle önemli işlerin tamamlayıcısı, devletin yücelmesinin rehberi ve hissedârı, padişahın iltifatına mazhar olan vezir-i âzam”
Sadeleştirildiğinde metin şiiriyetini kaybetse de, vezir-i âzamın muteber şahsiyetini, devlet işleri için gerekliliğini, halkın işleri için ehemmiyetini, farklı unsurlardan oluşan toplulukların haklarının gözeticisi olduğunu, padişah hâricinde bütün idarecilerin üstünde bulunduğunu.. anlamak pek de zor olmasa gerek.
Bu hitap tarzı, iltifat ve yüceltme; tevazu anlayışına ters gibi görünse de, her şeyden önce bu ifadeler bir şahıs için değil, makam için kullanılmıştır. Bu sözlerde ayrıca devleti yüceltme gâyesi de vardır. Uygulamanın Osmanlı’yı bir dünya devleti yapan fetihten sonra başlamış olması da, bunun bir göstergesidir. Diğer taraftan bu sözler, makam sahibinin vazife ve mesuliyetini de hatırlatır mahiyettedir; padişah ve vezir-i âzamla halkın bir nevi sözleşmesi hükmündedir. Nitekim, Osmanlı tarihinde -bazı istisnalar hâriç- icradan mesul kişiler, her zaman faaliyetlerinden dolayı hesaba çekilmiş; milletin menfaati ve geleceği için, suçlulara cezalar verilmiştir.
Kalemiyyenin (bürokrasi) başı olan vezir-i âzamdan sonra, ilmiye (bilim ve hukuk) ve askeriye (ordu) sınıfı yöneticileri için de elkâb kullanılmıştır.
İlmiyenin başı olan şeyhülislâm ve müftünün elkâbında ilme verilen önemin yanında, onlardan beklenenler de vurgulanmıştır: “A’limü’l-ulemâi’l-mütebahhirîn, efdalü’l-fudalâi’l-müteverri’în, yenbuu’l-fazl ve’l-yakîn, vârisü ‘ulûmi’l-enbiyâ’ ve’l-mürselîn, keşşâf-ı müşkilât-ı dîniyye ve sahhâh-ı müteallikât-ı yakîniyye, keşşâf-ı rümûzü’d-dekâyik, hallâl-i müşkilâti’l-hakâyik, Şeyhü’l-İslâm ve’l-müslimîn, Müfti-i enâmi’l-mü’minîn, el-müstağni ‘ani’t-tavsîf ve’t-tebyîn.”(Büyük âlim, fâzıl, güzel ahlâk ve ilmin kaynağı, ilmî açıdan peygamberlerin mirasçısı, dinî meselelerin çözümleyicisi, hassas ve hayattaki gerçek problemlerin halledicisi, İslâm’ın ve Müslümanların şeyhi, inananların fetva vericisi)
Müderrislerin elkâbı ise bundan biraz daha kısa ve sadedir: “İftihâru’l-ulemâi’l-muhakkikîn, muhtârü’l-fudalâi’l-müdekkikîn, yenbu’u’l-fazl ve’l-yakîn, vârisü ulûmi’l-enbiyâ ve’l-mürselîn, el-muhtassu bi-mezîdi ‘inâyeti’l-Meliki’l-Muîn.”
Yazılı hukukun uygulanmasından, idarecilerin hukuka uygun davranmalarının sağlanmasından ve ülkede adaletin tesisinden mesul olan kadılar ise, bu hususların vurgulandığı şu hitaplara muhataptırlar: “Kıdvetü’l-kudâti’l-İslâm, umdet-i vülâti’l-enâm, mümeyyizü’l-helâl ani’l-harâm.”
Devletin ve milletin emniyetini sağlamakla vazifeli askeriye sınıfı; cesur, azametli ve ihtişamlı olarak tavsif edilerek elkâbında bu hâllerinin devamı temenni edilmiştir. Yeniçeri ağasının elkâbı şu şekildedir: “İftihârü’l-emâcid ve’l-ekârim, câmiü’l-mehâmid ve’l-mekârim, el-muhtassu bi-mezîd-i ‘inâyet-i melikü’d-dâyim.”
Üst seviyede askerî makam olan beylerbeyinin elkâbı ise şöyledir: “Emîrü’l-ümerâi’l-kirâm, kebîrü’l-kiberâi’l-fihâm, zü’l-kadr ve’l-ihtirâm, sâhibü’l-‘izz ve’l-ihtişâm, el-muhtassu bi-mezîd-i ‘inâyet-i meliki’l-‘alâm.” (Kumandanların kumandanı, büyüklerin büyüğü, hürmet ve değer sahibi, büyüklük ve ihtişam sahibi...) Taşradaki yüksek rütbeli idareci-asker sancakbeyinin elkâbı da beylerbeyininkine yakındır.
İleride devlet idaresini devralacak olan şehzâdeler elkâbda, sultanın gözbebeği, devletin varisi olarak yüceltilir, onlara mesuliyetleri hatırlatılır, vakar ve izzet sahibi olmaları gerektiği baba şefkatinin bir remzi olan güzel ifadelerle beyan edilir: “Ferzend-i ercümend, es’ad ve emced, vâris-i mülk-i Süleymâni ve nûr-ı hadeka-i sultani, rüûsu’s-selâtîn, sâhibü’l-izzi ve’t-temkîn, mahzu lutfullâhi’l-kirâm oğlum sultan.”
Padişah kızlarının elkâbında ise yüceltmenin yanında iffet de mühim yer tutar: “İffet-penâh-i setret ve izzet-câh-ı devlet, dürcü’s-selâtîn, izzetü bürci seyyidi’l-havâtini’l-a’zam, benâtü’s-selâtîn.” (Namus sığınağı ve devletin izzet makamı, sultanların mücevheri, en büyük hatunların efendisi, onur kalesi, sultanların kızları)
Padişaha hitaben yazılan yazılarda da yine hürmet ve temenni hâkim unsur olarak göze çarpmaktadır. Sadrazamın padişaha yazdığı bir ‘arz’ belgesinin elkabı şöyledir: “Rif’atlü ve merhametlü sultânım hazretlerinin hâk-pây-ı şerîflerine arz-ı dâ’î-i hakîr budur ki…” (Yumuşak kalbli ve merhametli sultanım hazretlerinin şerefli makamlarına duacı olan bu garibin isteğidir ki...)
Devlet görevlileri arasındaki yazışma örneklerinin yanında, halk tarafından padişaha yazılan ‘arzuhal’lerdeki elkâbda da saygı, dua, temenni ve mesuliyetleri hatırlatan ifadeler vardır: “Şevketlü, kerâmetlü, mehâbetlü Pâdişâhım hazretlerini Hakk Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri vücûd-ı hümâyûnların âfât-ı beliyyâttan mahfûz eyleyüp pertev-i hayâtın fukarâ ve züafânın üzerinden dûr-ımehcûr eylemeye. Amin...” (Büyük, ihsan sahibi, şanlı padişahım hazretlerini Allahü Tealâ Hazretleri varlığını belâlı afetlerden koruyup hayat ışığını fakir ve zayıfların üzerinden uzak kılmasın. Amin...)
19. yüzyılda birçok hususta eskiye nazaran zayıflayan Osmanlı Devleti’nde, bu duruma paralellik arz edercesine yazışmalarda da değişiklik olmuştur. İfadelerdeki ihtişam ve azamet, yerini sadeliğe terk etmiştir.


Kaynaklar
- Ali Aktan; Osmanlı Paleografyası ve Siyasî Yazışmalar, İstanbul, 1995.
- Başbakanlık Osmanlı Arşiv Rehberi; Ankara, 1992.
- Mithat Sertoğlu, Osmanlı Tarih Lugatı, İstanbul, 1986.
- Mübahat Kütükoğlu, Osmanlı Belgelerinin Dili (Diplomatika), İstanbul, 1998.
- Tayyip Gökbilgin, Osmanlı Paleografya ve Diplomatik İlmi, İstanbul, 1992.


www.sizinti.com tr den alıntıdır.