“Şek ile yakîn zâil olmaz”
“Şek ile yakîn zâil olmaz”
“Şek”; şüphe ve tereddüt mânâsına gelir. “Yakîn” ise, doğruluğu kesin olan bilgi demektir. Buna göre “şek ile yakîn zail olmaz” ifadesi, şüpheli bir şey yüzünden kesin doğru olan bir şey terk edilmez, mânâsına gelmektedir. Meselâ; bir memur devletin 30 lira kazanması kesin olan bir işini terk edip, 300 lira kazanma ihtimaline binaen işlem yaparsa ve sonunda da devleti zarar ettirirse cezaya çarptırılır.
Çünkü yukarıdaki kaideye göre, cepteki 10 lira gelecekte kazanılması muhtemel 100 liradan daha kesindir. Aynı hüküm gereğince dürüst olduğunu bildiğimiz bir kimsenin dolandırıcı olduğunu duysak, hemen öyle olduğuna hükmedemeyiz. İnanan kimseler hakkında bir kısım iddialar kulağımıza gelse de, kesin delil ortaya konuncaya kadar onlara olan güvenimiz ortadan kalkmaz. Bu, Bediüzzaman Hazretleri’nin ‘Hakikat Çekirdekleri’nde bahsettiği “Muhakkak maslahat, mevhum mazarrata feda edilmez.” şeklindeki düsturuyla da uyum içindedir.
“Beraat-i zimmet asıldır”
“Beraat-i zimmet asıldır”
Yani bir kimsenin masum ve suçsuz olması esastır. Suç veya hata iddia ediliyorsa ispatlanmalıdır. İspatlanıncaya kadar, her insan suçsuzdur. Hakkında mahkemede karar verilinceye kadar, her zanlı masumdur. Gazetede veya televizyonda bir insan hakkında çok ciddi suçlamalarda bulunulabilir. Her ne kadar basında çıkan şeyler o insanın şeref ve haysiyetini yaralasa da, hakkındaki iddialar mahkemede ispatlanıp karar verilinceye kadar o kimse masumdur. “Falan şöyle yapmış, filan böyle söylemiş.” dense de ispatlanıncaya kadar bu sözlere inanılmaz. Çünkü beraat-i zimmet asıldır.
“Beyyine, müddei için ve yemin münkir üzerinedir”
Bir iddiada bulunan onu ispatlamak zorundadır. Karşı taraftan onu ispatlamasını bekleyemez. Hiç kimseye sahtekâr olmadığını ispatla veya katil olmadığını ispatla denemez. Böyle bir iddiada bulunan, iddiasını ispat etmelidir. Buna karşılık iddia sahibi iddiasını ispatlayamazsa, karşı taraftan yemin etmesini isteyebilir.
“Hatası zâhir olan zanna itibar yoktur”
“Hatası zâhir olan zanna itibar yoktur”
Bir zannın hatalı olduğu açıksa, ona itibar edilemez. O zan muteber olmadığından, o zanna dayanılarak yapılan şeylere de itibar olunmaz. İnsanlar hakkında kötü düşünceler beslemek, onları bir şeylerle suçlamak herhangi bir delile dayanmadığı sürece hatalıdır. Çünkü hüsn ü zan esastır. “Tevehhüme itibar yoktur” kuralı da benzer bir hüküm getirmektedir. Yani delile dayanmayan ihtimale itibar edilmez.
“Kelâmda asıl olan, mânâ-yı hakikîdir”
Söylenen bir sözde asıl olan, gerçek mânâdır. Gerçek mânâ varken mecaz mânâ aranmaz. Zîrâ mecaz, gerçek mânânın dışındadır. Ancak bir sözün gerçek mânâya yorulması mümkün olmazsa, mecaz mânâya yorulur. Fakat bu hükmün genel bir terbiye sistemiyle kalblerde oturaklaşmadığı ve suizanların alabildiğine yaygın olduğu toplumlarda, insanların apaçık sözleri dahi hiç olmayacak mânâlara çekilebilir, sözlerinin altında gizli mânâlar aranır, insanlar takiyye yapmakla suçlanır veya hayatını milletine ve dinine adamış insanların apaçık sözlerine inanılmaz, bu kimseler vatan ve din düşmanı olmakla suçlanır.
“Zarar ve mukabele-i bizzarar yoktur”
“Meşakkat teysiri celb eder”
Yani darl?k vaktinde kolayl?k göstermek gerekir. ?slâm dininin ve hukukunun genel bir hususiyeti zor durumda kalana kolayl?k göstermektir. Bu maddenin, borçluya durumunu düzeltinceye kadar süre vermek, ihtiyaç sahibine yard?m etmek, çocuğa ve yaşl?ya destek olmak, sadaka, zekât, s?la-i rahim gibi çok say?da uygulama alan? bulunmaktad?r. Bir zelzele veya sel afetinden sonra devletin çiftçi borçlar?n? ertelemesi veya uzun vadeye yaymas? bugün de bu hükmün uygulanmas?na güzel bir örnektir.
“Zaruretler memnû olan şeyleri mubah k?lar”
Bu maddeye göre, zaruret derecesinde bir ihtiyaç ortaya ç?kt?ğ?nda, yasak olan bir k?s?m şeyler zarureti ortadan kald?rma ölçüsünde yap?labilir. Açl?ktan ölüm derecesine gelmiş olan kimse, rastlad?ğ? bir bahçedeki meyvelerden yiyerek ölmekten kurtulabilir. Suiistimale uygun olan bu madde, “Zaruretler miktarlar?nca takdir olunur.” denilerek diğer bir madde ile s?n?rlanm?şt?r. Yukar?daki örnekte başkas?n?n bahçesine giren kimse açl?ğ?n? giderdikten sonra daha fazla zarar vermeden d?şar? ç?kmal?d?r. Bu hükmü destekleyen ve tadil eden diğer bir hükümde, “Izt?rar gayr?n hakk?n? iptal etmez.” denmektedir. Izt?rar, bir işi işlemeye mecbur olmak demektir. Açl?ktan ölmek üzere olan bir kimse başkas?na ait bir yiyecek ile ölümden kurtulabilir. Ancak daha sonra yediklerinin ücretini sahibine ödemek zorundad?r.
“Zarar ve mukabele-i bizzarar yoktur”
Bu maddeye göre bir kimsenin başkalar?n?n mal?na veya şahs?na sald?rarak zarar vermesi caiz değildir. Maddenin devam?nda ise, bir zarara karş?l?k olarak zarar verilmesi de yasaklanmaktad?r. Yani bir kimse diğer kimseye zarar verdiğinde, zarara uğrayan kimse karş?l?k olarak o kimseye zarar veremez, mahkemeye müracaat ederek zarar?n? hukukî yollarla arar.
Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadeleri ile “Mukabele-i bilmisil kaide-i zâlimânedir.” Hakarete hakaretle karş?l?k verilmez. Meşru müdafaa d?ş?nda kavgaya kavga ile karş? durulmaz. Bahçesine girilen kimse, söz konusu kişinin bahçesine girerek karş?l?k veremez. Aksi hâlde içtimaî nizam bozulur, güçlüler zay?flar? ezer, anarşi ve kargaşa ortaya ç?kar.
“Zarar-ı âmm’ı def’ için zarar-ı hâs ihtiyar olunur”
“Zarar izâle olunur”
Her türlü zarar meşru bir surette giderilmelidir. Satılan bir mal ayıplı çıktığında, en kısa zamanda yenisi ile değiştirilmelidir. İş yerindeki gürültüden çevrede oturanlar rahatsız oluyorsa, hemen bunun çaresine bakılmalıdır. Komşular çocuklarımızın taşkınlıklarından yakınıyorsa, çocuklarımıza engel olmalıyız.
“Zarar-ı âmm’ı def’ için zarar-ı hâs ihtiyar olunur”
Zarar-ı âm, genelle alâkalı, yani bir köy, bir kasaba veyahut bir mahalle veya bir sokak halkını içine alan bir zarar; zarar-ı hâs ise, bir veya birkaç şahsa ait olan bir zarardır. Bu maddenin hayatta pek çok uygulamaları vardır. Yetersizlik sebebiyle mesleğini yapması yasaklanan kimselerin durumu bu maddeye dâhildir. Çünkü her ne kadar meslekten men edilmeleri onların zararınaysa da, toplumun geneline zarar verilmemesi için bu şahsî zarara razı olunur. Toplum hayatında insanların hak ve özgürlüklerinin sınırlanması da, bu maddeye göre gerçekleştirilir. Her insanın konuşma, seyahat etme, fikir ve ifade hürriyeti, çalışma gibi bütün hak ve hürriyetleri toplumun geneline zarar vermemesi maksadıyla sınırlandırılabilir. Bu sınırlama hak sahibine zarar verse de, diğer insanlara zarar vermemesi için böyle bir sınırlamaya gitmek mecburidir. Buna benzer diğer bir madde de, “Zarar-ı eşed zarar-ı ehafla izale olunur.” kuralıdır. Mecelle’nin en çok bilinen maddesi “Ehveni’ş-şerreyn ihtiyar olunur.” kuralı da hemen hemen aynı mânâya gelmektedir. Yani iki şerden daha az zararlı olanı tercih edilir. Cerrah hastanın ölmemesi için, kangren olmuş bacağını kesme hakkına sahiptir. Hukuk da hükmünü bu kaideye istinad ettirir.
“Def-i mefasid celb-i menafi’den evlâdır”
Bir şeyde zararın giderilmesi, menfaatin elde edilmesinden önce gelir. Bir haramı terk etmek bir helâli işlemekten evlâdır. İnsanlar arasında güzel ahlâkı tesis etmeden önce kötü huyları ortadan kaldırmak gerekir. Sigara, alkol ve uyuşturucu ticaretini ve bunun verdiği zararları ortadan kaldırmaya matuf tedbirlerin alınması, toplumun faydasına olabilecek organizasyonları gerçekleştirmekten daha öncelikli olmalıdır. Devlet bütçesinin nasıl kullanılacağı plânlanırken bu kaide hesaba katılmalı ve okulların çevresinde uyuşturucu hapların satışını engellemeden, okul bahçesindeki spor tesisine harcama yapma çelişkisine düşülmemelidir.
“Alması memnû olan şeyin vermesi dahi memnû olur”
Bir kimseye alması haram ve yasak olan şeyi vermek, veren hakkında da haram ve yasaktır. Meselâ, rüşvet almak, alana yasak olduğu gibi verene de yasaktır. Ancak bu maddenin bazı istisnaları vardır.
“Ezmanın tegayyürü ile ahkâmın tegayyürü inkâr olunamaz”
“Ezmanın tegayyürü ile ahkâmın tegayyürü inkâr olunamaz”
Bir kısım meseleler zamanla değişebilir. Ancak zamanın değişmesiyle sadece örf ve âdete dayalı olan hükümler değişebilir. Yani zamanın değişmesiyle insanların hâlleri, örf ve âdetleri de değişeceğinden bunların üzerine kurulu olan hükümler de değişir. Sözgelimi insanların yeme, içme, giyinme, mesken gibi ihtiyaçları zamandan zamana değişebilir. Ancak örf ve âdete ve insanların hâllerine dayalı olmayan hükümler değişmez. Meselâ, yalancı şahitlik, iftira ve yolsuzluk her zaman yasaktır. Bundaki yasaklık hiçbir zaman değişmez.
“Mevrid-i nasda içtihada mesağ yoktur”
Hakkında nas olan (meselâ, namazın farziyeti ve vakitleri gibi) bir meselede müçtehidin içtihadına lüzum görülmez. Bir meseleyi açık olarak düzenlemiş olan bir âyet varsa, o konuda müçtehit hukukçunun içtihat etmesine ihtiyaç yoktur. İman ve ibadetle ilgili pek çok konu Kur’ân ve hadîste açıkça düzenlenmiş olup bunlar hakkında hukukçuların içtihat etmesi gerekmez. Hakkında icma oluşmuş, asırlardır uygulanmış ve halen uygulanan dinî emirler değiştirilemez. Kurban ibadetinde neyin kesileceği bellidir, bu hususta horoz kesmek veya insanlara yardım etmek gibi yanlış içtihatlar yapılamaz.
“Bekâ, ibtidadan esheldir”
Bir şeyin devam ettirilmesi, ilk defa yapılmasından kolaydır. Ortada bir örnek olmaması sebebiyle bir işin ilk defa yapılmasında zorluk yaşanır. Ancak bir defa yapıldıktan sonra devam ettirilmesi daha kolay olur. Meselâ, dinî emirleri Mekke ve Medine’de ilk defa tesis ederken Peygamberimiz (sas) ve Sahabe Efendilerimiz (r.anhüm) çok ciddi engellerle karşılaşmışlardır. Ancak daha sonra gelenler, topluma malolmuş bir dini daha kolaylıkla yaşayabilmişlerdir. Sahabelerin daha sonra gelenlerden üstün olmasının sebeplerinden biri de budur. Günümüzde de kaybolmaya yüz tutmuş dinî emirleri yeniden topluma kazandırmak da zor olmakla birlikte mükâfatı büyüktür.
“Sâkite bir söz isnad olunmaz. Lâkin ma’rız-ı hâcette sükût beyandır”
Kendisi ile ilgili bir hususun görüşülmediği durumlarda susan kimsenin herhangi bir sözü kabul etmiş olduğu anlaşılmaz. Ancak ihtiyaç anında veya bir hususta kendisine soru sorulduğunda konuşmayan kimse o sözü kabul etmiş sayılır. Çocuğunun kötü birileriyle arkadaşlık ettiğini görüp de ses çıkarmayan kimse bunu kabul etmiş sayılır. Tanımadığımız bir kimseden bir eşyasını ödünç isterken, o kimsenin susması ödünç vermeyi kabul ettiği mânâsına gelmez.
“Mûkatebe muhataba gibidir”
Mükatebe, yazışma; muhataba ise yüz yüze konuşma demektir. Yani ismini belirterek iki kimsenin birbirine bir şey yazması, yüz yüze konuşmak gibidir.
Mektup, faks ve elektronik posta ile haberleşen kimseler yüz yüze konuşarak anlaşmış gibidirler.
Yukarıda kısaca açıklanan prensipler, hayatımızı kolaylaştırıcı ve yol gösterici vasıfta olduğu gibi, evrensel hukuk sistemine de esas teşkil etmektedir. Bunlardan bazıları atasözü gibi umuma mal olmuş, bazıları da mânâca bilinmekte ve uygulanmaktadır. Osmanlı cemiyetindeki huzur, asayiş başta olmak üzere her türlü muamelâtın yürütülmesinde temel esasların alındığı Mecelle, bazılarının iddia ettiği gibi basit bir metin değildir; adalet mekanizmasının hassas ölçüler içinde işlemesine dikkat edilerek bin yıldan fazla yaşamış bir medeniyetin dayandığı temel kaideler üzerine bina edilmiştir. Bu tespitlerden, iyice girift hâle gelmiş medeniyet sistemi içindeki her hususa, Mecelle’nin bütün hükümlerini tatbik etme gibi bir düşünce anlaşılmamalıdır; ancak küllî kaideler olarak yukarıda zikredilen hususları, günümüzün hukuk mevzuatı içinde dikkate almak gereklidir ve zaten kısmen de bu yapılmaktadır.
Kaynaklar
- Akgündüz, Ahmet, Mukayeseli İslâm ve Osmanlı Hukuku Külliyatı, Diyarbakır, 1986.
- Akgündüz Ahmet, “Ahmet Cevdet Paşa ve Kanunlaştırma Hareketleri”, Ahmet Cevdet Paşa Sempozyumu, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1997.
- Ali Haydar, Şerh-i Kavaid-i Külliye, İstanbul 1330.
- Atıf Bey, Kavaid-i Külliye Şerhi, İstanbul 1327.
- Berki, Ali Himmet, Açıklamalı Mecelle, Hikmet Yayınevi, İstanbul, 1982.
- Ebul’ula Mardin, Medeni Hukuk Cephesinden Ahmet Cevdet Paşa, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1996.
- Yavuz, Hulusi, “Mecelle’nin Tedvini ve Cevdet Paşa’nın Hizmetleri”, Ahmet Cevdet Paşa Semineri, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Tarih Araştırma Merkezi, İstanbul, 1986.