+ Konu Cevaplama Paneli
1. Sayfa - Toplam 3 Sayfa var 1 2 3 SonuncuSonuncu
Gösterilen sonuçlar: 1 ile 10 ve 25
Like Tree12Beğeni

Konu: Kalbin beş yarasına beş merhemi içerir.

  1. #1
    Ehil Üye fanidünya... - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Nov 2013
    Yaş
    43
    Mesajlar
    4.292

    Standart Kalbin beş yarasına beş merhemi içerir.

    ﺑِﺴْﻢِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ
    ﺭَﺏِّ ﺍَﻋُﻮﺫُ ﺑِﻚَ ﻣِﻦْ ﻫَﻤَﺰَﺍﺕِ ﺍﻟﺸَّﻴَﺎﻃِﻴﻦِ ٭ ﻭَﺍَﻋُﻮﺫُ ﺑِﻚَ ﺭَﺏِّ ﺍَﻥْ ﻳَﺤْﻀُﺮُﻭﻥِ

    "Ya Rabbi, şeytanların vesveselerinden, yanımda bulunmalarından Sana sığınırım." (Mü'minûn sûresi, 23/97-98)

    Ey vesvese hastalığına tutulmuş insan! Biliyor musun, vesvesen neye benzer? Musibete... Önem verdikçe şişer; önem vermezsen söner. Onu büyük görürsen büyür; küçük görürsen küçülür. Korkarsan ağırlaşır, hasta eder; korkmazsan hafifler, gizli kalır. İçyüzünü bilmezsen devam eder, yerleşir; bilirsen, onu tanırsan gider. Öyleyse şu musibetli vesvesenin pek çok çeşidinden yalnız sıkça görülen beşini söyleyeceğim. Belki sana da bana da şifa olur. Çünkü vesvese öyle birşeydir ki, cehalet onu davet eder, ilim uzaklaştırır. Onu tanımazsan gelir, tanırsan gider.

    Birincisi - Birinci Yara
    Şeytan önce şüpheyi kalbe atar. Eğer kalb kabul etmezse şüpeden, çirkin ve kötü sözlere döner. Çirkin sözlerdekine benzer bazı pis suretleri ve edebe aykırı çirkin halleri tasvir eder, hayal ettirir. Kalbe "Eyvah!" dedirtir, insanı ümitsizliğe düşürür. Vesveseli adam da zanneder ki, kalbi Rabbine karşı edepsizlikte bulunuyor. Müthiş bir telâş ve heyecan duyar. Bundan kurtulmak için huzurdan kaçar, gaflete dalmak ister. Bu yaranın merhemi şudur:

    Bak ey vesveseye düşmüş biçare insan! Telâş etme, çünkü senin hatırına gelen kötü sözler ve haller gerçek değil, hayaldir. Küfrü hayal etmek küfür olmadığı gibi, o kötü sözleri ve halleri düşünmek de onları söylemek ve yapmak değildir. Zira mantıkça hayal etmek, hüküm yerine geçmez. Kötü sözü söylemek ise hükümdür. Bununla beraber, o çirkin sözler, senin kalbinin sözleri değildir. Çünkü kalbin, onlardan müteessir olur, üzülür, kederlenir. O çirkin sözler belki şeytanın, kalbe yakın olan ve "lümme-i şeytani" denilen yuvasından gelir. Vesvesenin zararı, insanın onu zararlı zannetmesi ve kalben ondan zarar görmesidir. Çünkü insan, hükümsüz bir hayali hakikat vehmeder. Şeytanın işini kendi kalbine mal eder. Onun sözünü, kendinden zanneder. Zarar ettiğini düşünüp zarara düşer. Zaten şeytanın da istediği budur.

    İkincisi
    Mânâlar kalbden çıktığı vakit, bir sureti olmadığı halde hayale girer, orada surete bürünürler. Hayal, her vakit bir sebep perdesi altında suretleri bir nevi dokur. Önem verdiği şeyin suretini yol üstünde bırakır; hangi mânâ geçse o sureti ona ya giydirir, ya takar, ya bulaştırır veyahut da perde yapar. Eğer mânâlar çirkinlikten arınmış ve temiz, suretler pis ve rezil ise temiz mânâlar pis suretleri giymez, fakat onlara temas eder. Vesveseli insan, bu teması, mânâların sureti giymesiyle karıştırır. "Eyvah" der, "Kalbim ne kadar bozulmuş! Bu sefillik, nefsimin bu açgözlülüğü beni Allah'ın rahmetinden kovulmuşlardan edecek!" Şeytan onun bu damarından çok faydalanır. Bu yaranın merhemi şudur:

    Dinle ey biçare! Nasıl ki, karnının içindeki pislik, senin namazın şartlarından ve adabından olan dış temizliğine tesir etmez ve onu bozmaz. Aynen öyle de, mukaddes mânâların pis suretlere komşuluğu onlara zarar vermez. Mesela, sen Allah'ın ayetlerini tefekkür ediyorsun. Birden bir rahatsızlık, bir iştah ya da ihtiyaç gidermek gibi zaruri bir hal şiddetle hislerine dokunuyor. elbette hayalin, bunun çaresine bakacak ve o ihtiyacını gidermek için lâzım olan şeyleri bulacak, onlara uygun süflî suretleri dokuyacak ve gelen mânâlar bu suretlerin ortasından geçecek. Bunda ne sakınca ne pislenmek ne zarar ne de tehlike vardır. Asıl tehlike, dikkatini buna yoğunlaştırmak, zarara düştüğünü zannetmektir.

    Üçüncüsü
    Varlıklar arasında bazı gizli münasebetler bulunur. Hatta hiç ummadığın şeyler arasında münasebet bağları vardır. Bunlar, ya hakikaten mevcuttur ya da hayalin, meşgul olduğu işe göre o bağları yapmış, o şeyleri birbirine bağlamıştır. Şu münasebet sırrıyle, bazen mukaddes bir şeyi görmek, pis bir şeyi hatıra getirir. Beyan ilminde ifade edildiği gibi, "Dış dünyada uzaklık sebebi olan zıtlık, hayalde yakınlık sebebidir." Yani, iki zıt şeyin suretlerinin bir araya gelmesine vasıta olan şey, hayalî bir münasebettir. Zıtların bu münasebetle hatıra gelmesine "tedâi-yi efkâr" (bir düşüncenin başka düşünceleri çağrıştırması) denir. Mesela, sen namazda, münâcât esnasında, Kâbe'nin karşısında, Cenâb-ı Hakk'ın huzurundayken, O'nun ayetlerini tefekkür ettiğin sırada, şu çağrışımlar tutup seni en uzak, rezil, boş ve faydasız düşüncelere sevk eder. Böyle düşünceler aklından gitmiyorsa sakın telâşlanma! Farkına vardığın anda dön, "Aman, ne kusur ettim!" deyip sebebini araştırarak üzerinde durmaki, o zayıf münasebet dikkatinle kuvvet kazanmasın. Zira sen üzüldükçe, önem verdikçe o zayıf, küçük hatırlayışların alışkanlığa döner, hayalî bir hastalık olur. Korkma, bu kalbî bir hastalık değildir. Şu tür hatırlayışlar çoğunlukla irade dışıdır. Bilhassa asabî ve hassas insanlarda daha çok görülür. Şeytan bu çeşit vesvesenin madenini çok işletir. Bu yaranın merhemi şudur:

    Çağrışımlar çoğu kere irade dışıdır. Bunda insanın mesuliyeti yoktur. Hem çağrışımda zıt şeyler birbirine yakın olabilir, fakat temas edip karışmazlar. Onun için fikirlerin mahiyeti birbirine geçmez, zarar vermez. Nasıl ki, şeytan ile ilham meleğinin kalb taraflarında birbirine yakın olmaları ve günahkârlar ile hayırlı kimselerin aynı mekânda bulunmaları zararsızdır. Aynen öyle de, çağrışımların sevkiyle istemediğin pis hayaller gelip temiz fikirlerinin içine girse, kasten olmadıkça ve zarar ettiğin zannıyla onlarla fazla meşgul olmadığın sürece sana zarar vermezler. Bazen de kalb yorulur. Fikir, eğlenmek için rastgele bir şeyle meşgul olur. Şeytan fırsat bulup pis şeyleri önüne serper, sürer.

    Dördüncüsü
    Amelin en iyi şeklini aramaktan doğan vesvesedir. Takva zannıyla bu arayış arttıkça vesvese
    şiddetlenir. Hatta bir dereceye varır ki, insan amelin daha makbulünü ararken harama düşür. Bazen bir sünneti araması, bir vacibi terk ettirir. "Acaba amelim sahih oldu mu?" der, onu tekrar eder. Bu hal sürdükçe de büyük ümitsizliğe düşer. Şeytan şu halinden faydalanarak insanı yaralar. Bu yaranın iki merhemi var:

    Birinci Merhem: Bu gibi vesvese, Mutezile mezhebindekilerde olabilir. Çünkü onlar şöyle der: "İlahî emir ve yasaklara mevzu olan fiiller ve şeyler, ahiret itibarı ile ya kendi zâtında güzel ya da kendi zâtında çirkindir. Yani ya bizzat güzel olduğu için emredilmiş ya da bizzat çirkin olduğundan yasaklanmıştır. Demek, eşyada ahiret ve hakikat noktasından güzellik ve çirkinlik zâtidir (kendindendir), ilahî emir ve yasak ona tâbidir." Bu mezhebe göre, işlediği her amelde insana şöyle bir vesvese gelir: "Acaba amelim, hakikatteki zâti güzelliğine uygun oldu mu?"

    Hak mezhep olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat ise der ki: "Bir şey, Cenâb-ı Hak emrettiği için güzel; O yasakladığı için çirkin olur." Demek, güzellik emirle ve çirkinlik ise yasakla bir hakikat olarak ortaya çıkar. Güzellik ve çirkinlik, amelden sorumlu kulun bilmesine bakar ve ona göre yerleşir. Bunlar, görünüşte ve o amelin dünyaya bakan yüzünde değil, ahirete bakan yüzündedir. Mesela, namaz kıldın veya abdest aldın ama sen hiç farkında olmadan, aslında namazını veya abdestini bozacak bir sebep varmış. Şu halde senin namazın ve abdestin hem sahih hem güzeldir. Mutezile mezhebindekiler ise der ki: "O ibadet hakikatte fena ve kusurludur fakat kabul edilir. Çünkü bilmiyordun, özrün var." Öyleyse Ehl-i Sünnet mezhebince, görünüşte dinin kaidelerine uygun şekilde işlediğin amelin hakkında, "Acaba sahih oldu mu?" deyip vesvese yapma! Fakat "Kabul olmuş mudur? de, gururlanma, ameline güvenme!

    İkinci Merhem: Dinde zorluk yoktur, ﻻَ ﺣَﺮَﺝَ ﻓِﻰ ﺍﻟﺪِّﻳﻦِ Madem dört mezhep haktır ve madem istiğfarı gerektiren "kusurlarını idrak etmek -böyle vesveseli kimse için- gurura sebep olan "amelini güzel görme" ye tercih edilir. Yani vesveseli insanın, amelini güzel görüp gurura girmektense onu kusurlu sayıp istğfar etmesi makbuldür. O halde, vesveseyi at! Şeytana de ki: "Şu hal bir zorluktur. Hakikatini bilmek güçtür, dendeki kolaylığa zıttır. ﺍَﻟﺪِّﻳﻦُ ﻳُﺴْﺮٌ ٭ ﻻَ ﺣَﺮَﺝَ ﻓِﻰ ﺍﻟﺪِّﻳﻦِ (Din kolaylıktır. - dinde zorluk yoktur.)
    esasına ters düşer. Şu amelim elbette bir hak mezhebine uygun olur. Bu bana yeter. Hem en azından aczimi itiraf ederek, ibadeti lâyıkıyla yerine getiremediğimden, istiğfar ve yakarış ile Cenâb-ı Hakk'ın merhametine sığınıp kusurumun affedilmesi ve noksan amelimin kabulü için acizliğimin ve küçüklüğümün şuurunda olarak bir duaya vesiledir."


    Beşincisi
    İmana dair meselelerde şüphe suretinde gelen vesvesedir. Biçare vesveseli insan, bazen hayal etmekle düşünmeyi birbirine karıştırır. Yani, hayale gelen bir şüpheyi aklına girmiş zannedip inancının zarar gördüğünü düşünür. Bazen de kendi kurduğu bir şüpheyi, imana zarar veren bir şüphe zanneder. Hem bazen tasavvur ettiği bir şüpheyi, aklıyla tasdik ettiğini sanır. Yine bazen küfürle ilgili bir mesele hakkında düşünmeyi küfür sayar. Yani dalâletin sebeplerini anlamak için bir mesele üzerinde fikir yürütmeyi, onu araştırmayı ve tarafsızca değerlendirmeyi imana ters zanneder. İşte şeytanın telkinlerinin eseri olan şu zanlardan ürkerek, "Eyvah! Kalbim bozulmuş, inancım zayıflamış!" der. O haller çoğu kere irade dışı olduğundan ve insan onları kendi sınırlı iradesiyle düzeltemediğinden ümitsizliğe düşer. Bu yaranın merhemi şudur:

    Küfrü hayal etmek küfür olmadığı gibi, onu vehmetmek de küfür değildir. Dalâleti tasavvur etmek dalâlet olmadığı gibi, onun hakkında düşünmek de dalâlet değildir. Çünkü hayal etmek, vehmetmek, tasavvur etmek ve düşünmek; akılla tasdikten, kalbin bir şeye teslim olmasından farklıdır, başkadır. Bunlar bir derece serbesttir, insanın cüzî iradesini pek dinlemez. Dinî sorumluluk altına çok girmez. Tasdik ve teslim ise öyle değildir, bir ölçüye tâbidir. Hem nasıl ki, bunlar tasdik ve teslim değildir; aynen öyle de, şüphe ve tereddüt de sayılmazlar. Fakat eğer lüzumsuz yere tekrar ede ede akla ve kalbe yerleşirlerse, o vakit onlardan bir tür hakiki şüphe doğabilir. Hem tarafsızca değerlendirme veya insaf namına deyip diğer şıkkı lüzumlu göre göre öyle bir hale gelir ki, insan, iradesi dışında ondan taraf olur. Üzerine vacip olan "hakkın tarafında yer alma" esası kırılır. O da tehlikeye düşer. Zihnine, onu düşmanın veya şeytanın lüzumsuz bir vekili yapacak bir hal yerleşir.

    Bu çeşit vesvesenin en mühimi şudur: Vesveseli adam, bir şeyin aslında mümkün olması ile onun zihinde mümkün görülmesini birbirine karıştırır. Yani bir şeyi zâtında mümkün görse, o şeyi zihnen de mümkün ve muhtemel zanneder. Halbuki kelâm ilminin kaidelerindendir ki: Zâtî imkân, kesin bilgiye aykırı değildir, zihnen zaruri olan bilgilere ters düşmez. Mesela, şu dakikada Karadeniz'in sularının çekilmesi, zâtında mümkündür ve zâtî imkân ile muhtemeldir. Halbuki güzümüzle görüyor gibi, o denizin yerinde olduğuna hükmediyoruz, bunu şüphesiz biliyoruz. O ihtimal ve zâtî imkan, bizde şüphe uyandırmıyor, kesin bilgimize zarar vermiyor. Mesela, güneşin bugün batmaması veya yarın doğmaması da zâtında mümkündür. Halbuki bu ihtimal, güneşin batıp doğacağına dair kesin bilgimize zarar vermez, şüphe düşürmez. İşte bunun gibi, zâtî imkân yönünden gelen vehimler, mesela iman hakikatlerinden olan, dünya hayatının sona ereceğine ve ahiret hayatının başlayacağına dair kesin inancımızı zayıflatmaz.
    ﻻَ ﻋِﺒْﺮَﺓَ ِﻟْﻼِﺣْﺘِﻤَﺎﻝِ ﺍﻟْﻐَﻴْﺮِ ﺍﻟﻨَّﺎﺷِﺊِ ﻋَﻦْ ﺩَﻟِﻴﻞٍ
    yani " Bir delilden kaynaklanmayan ihtimalin hiç kıymeti yoktur." diye ifade edilen meşhur hüküm, hem kelâm hem de fıkıh ilimlerinin yerleşmiş kaidelerindendir.

    Eğer dersen ki, " Müminlere bu derece zarar ve sıkıntı veren vesvese hangi hikmetten dolayı bize belâ olmuştur?"

    Cevap: Aşırıya varmamak ve üstün gelmemek şartıyla vesvesenin aslı, uyanıklığa ve araştırmaya sebeptir, ciddiyete vesiledir. Lâkaytlığı atar, gevşekliği yok deder. Onun için Hakîm-i Mutlak, şu imtihan dünyasında, şu müsabaka meydanında bize bir teşvik kamçısı olarak, vesveseyi şeytanın eline vermiş. Şeytan onu insanın başına vuruyor Şayet çok incitirse, Hakîm ve Rahîm Rabbimize şikâyet etmeli
    "Eûzü billahi mineşşeytanirracim" demeliyiz.

    Kaynak: Kısmen kelimelerin tercüme edildiği Sözler kitabından alınmıştır.
    *SAHRA* bunu beğendi.

  2. #2
    Ehil Üye fanidünya... - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Nov 2013
    Yaş
    43
    Mesajlar
    4.292

    Standart

    Şu vesvese öyle bir şeydir ki, cehil onu davet eder, ilim onu tardeder. Tanımazsan gelir, tanısan gider. Sözler
    *SAHRA* bunu beğendi.

  3. #3
    Ehil Üye fanidünya... - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Nov 2013
    Yaş
    43
    Mesajlar
    4.292

    Standart

    Biliyor musun vesvesen neye benzer? Musibete benzer. Ehemmiyet verdikçe şişer. Ehemmiyet vermezsen söner. Sözler
    *SAHRA* bunu beğendi.

  4. #4
    Ehil Üye fanidünya... - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Nov 2013
    Yaş
    43
    Mesajlar
    4.292

    Standart

    Dinde zorluk, sıkıntı yoktur. (âyet ve hadîslerden iktibas dinî bir kàide.) • Din kolaylıktır
    *SAHRA* bunu beğendi.

  5. #5
    Ehil Üye fanidünya... - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Nov 2013
    Yaş
    43
    Mesajlar
    4.292

    Standart

    Senin ne bedeninde, ne zihninde hiçbir arıza yok. Seni yıldıran, karşılaştığın haller değil o haller hakkında düşündüklerindir. O haller başına gelmeden onların merakını çekmek akılsızlıktır.

    Zübeyir Gündüzalp

    *SAHRA* ve Dânişcu bunu beğendi.

  6. #6
    Ehil Üye fanidünya... - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Nov 2013
    Yaş
    43
    Mesajlar
    4.292

    Standart

    ...

    Kuruntunun ise en tesirli ilacı, ona kıymet vermemektir. Önem verdikçe büyür, şişer; önem verilmezse küçülür, dağılır. Nasıl ki arılara iliştikçe başına üşüşür, aldırmazsan dağılırlar. Ya da karanlıkta sallanan bir ip yüzünden göze görünen bir hayala kıymet verdikçe büyür, hatta bazen o hayal insanı divane gibi kaçırır. Önem vermezse insan o basit ipin yılan olmadığını anlar, telaşına güler.

    Kaynak: Kısmen kelimelerin tercüme edildiği Lemalar kitabından alınmıştır.


    *SAHRA* ve Dânişcu bunu beğendi.

  7. #7
    Ehil Üye fanidünya... - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Nov 2013
    Yaş
    43
    Mesajlar
    4.292

    Standart Vesvese ve kalbin kabz - bast halleri hakkında bilgi verir misiniz?

    Sorunuz iki, yönlüdür.

    Birincisi: Vesveseyle ilgilidir.

    Vesvesenin birinci şekli (birinci yara)
    "Şeytan evvela şüpheyi kalbe atar. Eğer kalb kabul etmezse şüpheden şetme döner. Hayale karşı şetme benzer bazı pis hâtıraları ve münâfi-i edep çirkin halleri tasvir eder. Kalbe 'Eyvah!' dedirtir. Ye'se düşürtür. Vesveseli adam zanneder ki, kalbi Rabbine karşı sû-i edepte bulunuyor. Müthiş bir halecan ve heyecan hisseder. Bundan kurtulmak için huzurdan kaçar, gaflete dalmak ister."

    "Şetim": Kaba söz, kötü düşünce, edebe aykırı hal, kalbi sıkan düşünceler, insanın kalbine yerleşmiş gibi sanılan imana aykırı hayali sözler, özellikle namaz kılarken aklın ve kalbin kabul etmediği çirkin hatıralar...

    Vesvese bir şeytan işidir, şeytandan kaynaklanan bir musibettir. Şeytanın kalbi kurcalaması, karıştırmasıdır. Şeytanın tek hedefi kalbdir. Tek emeli, kalbi bozmak, onu işe yaramaz hale getirmektir.

    Neden kalb şeytanın hedef tahtasıdır? Cevabı Kur'ân'-dan alalım:

    "Bilin ki, Allah kişinin kalbine ondan daha yakındır."(1) "Kim Allah'a iman ederse, Allah onun kalbine hidayet verir."(2)
    "Kalbler ancak Allah'ın zikriyle huzura kavuşur."(3) "İmanlarına iman katmak için mü'minlerin kalblerine sükûnet ve emniyet veren Odur."(4) "Allah size imanı sevdirdi, onu kalblerinize benimsetti."(5) "Mü'minler o kimselerdir ki, Allah'ın adı anıldığı zaman kalbleri titrer."(6)

    Kalb hakkında yüzlerce âyetten sadece mealini verdiğimiz bu birkaç âyette kalbin şu özelliklerini öğreniyoruz:

    1. Allah kalbe yakındır.
    2. Allah kalbe hidayet verir.
    3. Kalb Allah'ın zikriyle huzura kavuşur.
    4. Allah kalbe sükûnet ve emniyet verir.
    5. Allah imanı kalblere benimsetir.

    Evet, kalb imanın merkezi, zikrin merkezi, hidayetin merkezi, sükûn ve huzurun merkezi ve bütün duygularımızın merkezidir. Şeytan ise mü'mindeki bütün bu güzelliklerin düşmanıdır. Mü'mini bunlardan mahrum kılmak için elinden gelen düzenbazlıkları, hileleri ve oyunları yapar. Bunun için bütün mesele kalbi şeytanın hilelerinden uzak tutmaktır. Yoksa kalb bir kere bozuldu mu, bütün beden ve duygular bozulur. Hadis-i şerifte ifade edildiği gibi, "Dikkat ediniz!
    Bedende bir et parçası vardır; o düzeldiğinde bütün beden düzelir, o bozulduğunda da bütün beden bozulur."

    Vesvese ilk defa şüphe şeklinde gelir. Şeytan önce şüpheyi kalbe atar. Ancak kalb hemen tepki gösterir, savunmaya geçer. Fakat savunmayı bırakır, kabul ederse, şeytan birinci atışta hedefe isabet ettirmiş demektir. Fakat kalb kabul etmezse, orada bir iz bırakır, sonunda bir pus, bir leke oluşturur. Bir süre sonra hayal aynasına bazı pis düşünceler yansır, edebe aykırı bazı çirkin görüntüler oluşur. Zaten bu görüntü ve leke kalbin hırçınlaşıp feryat etmesine, sıkılıp daralmasına kâfi gelmiştir. Sonunda "Eyvah!" diyerek ilk hastalık mikrobunu kapmış olur ve ümitsizliğe düşüverir.

    Vesvese mikrobunu kapan insan, kalbinin Rabbine karşı edepsizlikte bulunduğunu sanır, telaşa kapılır, titrer ve birdenbire heyecan dalgası bedeninin her yanım sarar. Bütün duygular yaralanmıştır, kalb penceresi puslanmış görüntüler netliğini kaybetmiştir. İnsan bu halden kurtulmak için çırpınıp durur. Ancak kalbinin gerçek sesine, yani kalbe gelen melek ilhamına kulak vermediğinden bir an için kendini boşlukta hisseder ve neticede huzurdan kaçar, gaflete dalar.
    Evet, artık iyice mikrop kalbi sarmıştır. Bu anda insan bîçaredir, çaresizdir. Kurtuluş yollarını, tedavi çarelerini arar. Bu yaranın merhemi ve ilacı nedir?

    Ve tedavi yolu:

    Birinci tedavi: Bu durumda en önemli mesele, heyecana yenilip telâşa kapılmamaktır. Böyle bir vesveseye kapılan insan telaşa düşmemeli, endişe etmemelidir. Telâş ve endişeye sebep olan şeyin gerçekte var olması gerekir. Oysa kalbe ve hatıra gelenler, birer hayal ürününden başka I birşey değildir. Hayalden geçen çirkin şeylerin bir değeri, bir önemi yoktur. Üstelik insana bir zarar da vermez.

    Bunun için insanın küfre iten şeyleri hayal etmesi onu küfre götürmediği gibi, edebe aykırı birşeyi düşünmesi de E edepsizlik olmaz. Çünkü bir şeyin hayalden geçirilmesi bir l karar ve hüküm sayılmaz. Bundan dolayı insanı bağlamaz, iyiliğinin veya kötülüğünün delili sayılmaz, hakkında bir sonuca götürmez. Oysa edepsizlik, kötü söz ve çirkin bir kelimenin ifadesi bir hükümdür. Küfrü ve çirkin sözü hayalinden geçiren insan bunu söylemiş değildir ki mes'ul durumda kalsın.

    İkinci tedavi: Kalbe gelen çirkin sözler, edebe aykırı haller kalbten gelmiyor, bunun için kalbe ait değildir. Çünkü bu sözlerden kalb rahatsızdır; sıkılıyor, daralıyor. Kalbin bir ürünü olmadığı için bir kuruntu ve evhamdan başka bir şey değildir. Kalbten kaynaklanmadığına göre, şeytandan kaynaklanıyor, belki kalbe yakın olan şeytanın lemmesinden geliyor.
    Lemme-i şeytaniye hadiste şöyle ifade edilmektedir:

    Hadisi Abdullah bin Mes'ud rivayet etmektedir. Resul-i Ekrem (a.s.m.) şöyle buyurmuşlardır:
    "Âdemoğlunda bir şeytanın lemmesi vardır, bir de meleğin lemmesi vardır. Şeytanın lemmesi, şerre (küfür, günah ve zulme) teşvik etmek ve hakkı yalanlamaktır; meleğin lemmesi ise iyiliği ilham etmek ve hakkı tasdik etmektir. Bunu her kim vicdanında hissederse Allah'tan olduğunu bilsin ve Allah'a hamdetsin. Öbürünü hisseden de şeytandan Allah'a sığınsın. Daha sonra Resulullah (a.s.m.) şu âyeti (meali) okudu: 'Şeytan sizi fakir düşmekle korkutur da, cimriliğe ve kötülüğe teşvik eder. Allah ise Kendi hazinesinden size mağfiret ve bolluk vaad ediyor..."(7)

    Hadis-i şerifte geçen lemme, hadis âlimleri tarafından "şeytanın inmesi, yakınlığı, dokunması ve vesvesesi" olarak açıklanırken, meleğin lemmesi de "ilham" olarak izah edilmektedir.
    Lemme, şeytan ve meleğin kalbteki üssü, merkezi, karargâhı ve santralıdır. Bunlar birbirlerine çok yakındır. Şeytan kendi karargâhından kalbe devamlı vesvese okları fırlatarak insanı küfre, isyana ve günaha çağırır, hakkı ve hakikati reddetmeye yöneltir; melek de şeytanın lemmesini bertaraf etmek için karşı atağa geçer, ilham vererek, onu hayra, güzelliklere, sevaba ve hakka çağırır.

    İşte insanın kalbine gelen, hayal aynasına yansıyan bu çirkin sözler, şeytanın santralından gelmektedir.
    Aynı kalbde şeytanın santralı ile meleğin santralının birbirine yakın olması, aynanın parlak yüzü ile mat yüzünün birarada bulunmasına benzer. Bir başka ifadeyle bir kütüphanede iyi kitapla kötü kitabın yanyana durması gibidir.
    Bunun için melek ilhamı ile şeytan vesveseninin birbirine yakın olması insana bir zarar vermez.

    Nasıl olursa, insan vesveseden zarar görür?
    İnsan vesvesenin zarar vereceği vehmine kapılır, zarar verdiğini düşünürse zarar görür. Böylece kalbini sıkıntıya sokmuş, ıztıraba sürüklemiştir. Çünkü hayali hakikat sanmıştır. Bir şeytan işi olan vesveseyi kendi kalbine mal etmiştir. Şeytanın vesvesesini kalbinden gelen bir söz gibi kabullenmiştir. Yani vesvesenin zarar verdiği kanaatine varmış, zarar görmüştür. Tehlikeli sanmış, tehlikeye düşmüştür. Zaten şeytan da böyle bir şeyi istemektedir ve şeytanın dediği olmuştur.

    Bundan kurtulmak için ne yapmalı? Hadiste de bildirildiği gibi, hemen şeytanın şerrinden Allah'a sığınmalıdır.


    1 Enfal Sûresi, 24.
    2 Teğâbün Sûresi, 11.
    3 Ra'd Sûresi, 28.
    4 Fetih Sûresi, 4.
    5 Hucurât Sûresi. 7
    6 Enfal Sûresi, 2.
    7 Tirmizî, Tefsîrü'l-Kurân, hadis no: 2988



    İkincisi: Kalbin bast ve kabz halleriyle ilgilidir.

    Kabz ve bast halleri; lügat manası olarak ruhen sıkıntı, daralma ve genişleme, sıkıntı ve ferahlık manalarına gelmektedir. Bu halleri Bediüzzaman hazretleri Kastamonu Lahikasında şöyle açıklamaktadır : “sair teellümât-ı ruhaniye ise, sabra, mücahedeye alıştırmak için Rabbanî bir kamçıdır. Çünkü, emn ve ye'sin vartasına düşmemek hikmetiyle, havf ve reca müvazenesinde sabır ve şükürde bulunmak için kabz-bast hâletleri celâl ve cemal tecellîsinden intibah ehline gelmesi, ehl-i hakikatçe medâr-ı terakki bir düstur-u meşhurdur.”

    Bu ifadeyi biraz açacak olursak, ruhi bazı sıkıntılarımız Cenab-ı Allah tarafından, bizi; sabra ve nefis ile mücahedeye alıştırmak için bize verilen Rabbani birer kamçıdır. Burada kamçı ifadesi üzerinde duracak olursak, nasıl ki, tembelleşen, hantallaşan bir mahluku harekete getirmek için kamçı kullanılır. Aynen öyle de, tembelleşen ve yeknesaklık içerinde bulunan bir insan da bu kabz ve bast halleriyle adeta mü’min kamçılanmakta, ve vazifesinde ciddiyete sevk edilmektedir.

    Ancak bu noktada yukarıdaki ifade de geçen “emn ve ye’sin vartası” ifadesi de gözden kaçmamalıdır. Emn hali bast halinin neticesi olmamalıdır. Yani sıkıntı ardından gelen rahatlık, vazifede ki ciddiyete halel vermemelidir. Bununla beraber kabz halinin neticesinde mü’min ye’se düşmemelidir. Çünki istiklal şairimizin de ifade ettiği gibi “Ye’is mani-i her kêmaldir” Ümitsizlik ile her muvaffakiyetin önü kapanır.

    Bu haletler Cenab-ı Hakkın Celal ve Cemal isimlerinin tecellisi iledir. Nasıl ki hastalık Cenab-ı Hakkın Şafi isminin tecellisi neticesi ise, sıkıntı haline Cenab-ı Hakkın el-Darr (celali isim) gibi isimlerinin, rahatlık ve genişlik hali de Cenab-ı Hakkın el-Vasi (cemali isim) gibi isimlerinin neticesidir.

    Kaynak: Sorularla İslamiyet
    *SAHRA* bunu beğendi.

  8. #8
    Ehil Üye fanidünya... - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Nov 2013
    Yaş
    43
    Mesajlar
    4.292

    Standart

    Hastalık iki kısımdır. Bir kısmı hakikî, bir kısmı vehmîdir. Hakikî kısmı ise Şâfî-i Hakîm-i Zülcelal, küre-i arz olan eczahane-i kübrasında, her derde bir deva istif etmiş. O devalar ise, dertleri isterler. Her derde bir derman halketmiştir. Tedavi için ilâçları almak, istimal etmek meşrudur. Fakat tesiri ve şifayı, Cenab-ı Hak'tan bilmek gerektir. Dermanı o verdiği gibi, şifayı da o veriyor. Hâzık mütedeyyin hekimlerin tavsiyelerini tutmak, ehemmiyetli bir ilâçtır. Çünki ekser hastalıklar sû'-i istimalâttan, perhizsizlikten ve israftan ve hatiattan ve sefahetten ve dikkatsizlikten geliyor. Mütedeyyin hekim, elbette meşru bir dairede nasihat eder ve vesayada bulunur. Sû'-i istimalâttan, israfattan men'eder, teselli verir. Hasta o vesaya ve o teselliye itimad edip hastalığı hafifleşir, sıkıntı yerinde bir ferahlık verir.

    Amma vehmî hastalık kısmı ise; onun en müessir ilâcı, ehemmiyet vermemektir. Ehemmiyet verdikçe o büyür, şişer. Ehemmiyet vermezse küçülür, dağılır. Nasılki arılara iliştikçe, insanın başına üşüşürler, aldırmazsan dağılır. Hem karanlıkta gözüne sallanan bir ipten gelen bir hayale ehemmiyet verdikçe büyür. Hattâ bazan onu divane gibi kaçırır; ehemmiyet vermezse, âdi bir ipin yılan olmadığını görür, başındaki telaşına güler. Bu vehmî hastalık çok devam etse, hakikata inkılab eder. Vehham ve asabî insanlarda fena bir hastalıktır. Habbeyi kubbe yapar; kuvve-i maneviyesi kırılır. Hususan merhametsiz yarım hekimlere veyahud insafsız doktorlara rastgelse, evhamını daha ziyade tahrik eder. Zengin ise malı gider; yoksa ya aklı gider veya sıhhatı gider. Said Nursi
    *SAHRA* bunu beğendi.

  9. #9
    Ehil Üye fanidünya... - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Nov 2013
    Yaş
    43
    Mesajlar
    4.292

    Standart

    Arkadaşlar vehimleri vesveseleri olanlar risaleinurdan şeytanın hileleri nelerdir , tevekkül Allahımıza teslim olmak nasıl olur bu kısımları bolbol okuyalım. 13. Lema ve 21.Sözün ikinci makamı şeytanla ilgili temel bölümler , tevekkülle ilgili bazı temelkısımlar 23.Sözde var. Hastalar risalesi 25.lema + sekine ve cevşen okumak manevi desdek!
    *SAHRA* bunu beğendi.

  10. #10
    Ehil Üye fanidünya... - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Nov 2013
    Yaş
    43
    Mesajlar
    4.292

    Standart Yirmibirinci Söz'ün İkinci Makamı

    [Kalbin beş yarasına beş merhemi tazammun eder.]
    ﺑِﺴْﻢِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ
    ﺭَﺏِّ ﺍَﻋُﻮﺫُ ﺑِﻚَ ﻣِﻦْ ﻫَﻤَﺰَﺍﺕِ ﺍﻟﺸَّﻴَﺎﻃِﻴﻦِ ٭ ﻭَﺍَﻋُﻮﺫُ ﺑِﻚَ ﺭَﺏِّ ﺍَﻥْ ﻳَﺤْﻀُﺮُﻭﻥِ

    Tazammun: İiçine almak.

    Ey maraz-ı vesvese ile mübtela! Biliyor musun vesvesen neye benzer? Musibete benzer. Ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet vermezsen söner. Ona büyük nazarıyla baksan büyür. Küçük görsen, küçülür. Korksan ağırlaşır, hasta eder. Havf etmezsen hafif olur, mahfî kalır. Mahiyetini bilmezsen devam eder, yerleşir. Mahiyetini bilsen, onu tanısan gider. Öyle ise, şu musibetli vesvesenin aksam-ı kesîresinden kesîr-ül vuku olan yalnız beş vechini beyan edeceğim. Belki sana ve bana şifa olur. Zira şu vesvese öyle bir şeydir ki, cehil onu davet eder, ilim onu tardeder. Tanımazsan gelir, tanısan gider.
    Maraz-ı vesvese: Vesvese hastalığı, kuruntu hastalığı.
    Mübtela: Tutkun, düşkün, hasta, dertli.
    Musibet: Afet, bela, felaket.
    Ehemmiyet: Önemli olma, değerlilik, kıymetlilik.
    Havf: Korku.
    Mahfî: Gizli, saklı.
    Mahiyet: İç yüz, esas, asıl, temel özellik, temel gerçek.
    Aksam-ı kesîre: Çok kısımlar.
    Kesîr-ül vuku: En çok olan, en çok görülen.
    Vech: Yön, taraf, yüz. *Tarz, biçim.
    Beyan: İzah, açıklama, anlatma.
    Cehil: Cahillik, bilgisizlik.
    Tard: Kovma.

    Birinci Vecih - Birinci Yara:
    Şeytan evvelâ şübheyi kalbe atar. Eğer kalb kabul etmezse, şübheden şetme döner. Hayale karşı şetme benzer bazı pis hatıraları ve münafî-i edeb çirkin halleri tasvir eder. Kalbe "Eyvah" dedirtir, ye'se düşürtür. Vesveseli adam zanneder ki; kalbi, Rabbine karşı sû'-i edebde bulunuyor. Müdhiş bir halecan ve heyecan hisseder. Bundan kurtulmak için huzurdan kaçar, gaflete dalmak ister. Bu yaranın merhemi budur:

    Evvelâ: İlk önce, birinci olarak.
    Şetm: Sövmek, küfretmek, yakışıksız çirkin söz.
    Münafî-i edeb: Edebe aykırı, ahlak kurallarına ters.
    Tasvir: Şekil verme, zihinde canlandırma.
    Ye's: Ümitsizlik.
    Sû'-i edeb: Kötü edeb, edepsizlik, terbiyesizlik, saygısızlık.
    Halecan: Titreme, kalp çarpıntısı, heyecan.
    Gaflet: Düşüncesizlik ve ihmal sebebiyle, içinde bulunduğu gerçeklerden habersiz olma.


    Bak ey bîçare vesveseli adam! Telaş etme. Çünki senin hatırına gelen şetm değil, belki tahayyüldür. Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi; tahayyül-ü şetm dahi, şetm değildir. Zira mantıkça tahayyül, hüküm değildir. Şetm ise, hükümdür. Hem bununla beraber o çirkin sözler, senin kalbinin sözleri değil. Çünki senin kalbin ondan müteessir ve müteessiftir. Belki kalbe yakın olan lümme-i şeytanîden geliyor. Vesvesenin zararı, tevehhüm-ü zarardır. Yani onu zararlı tevehhüm etmekle, kalben mutazarrır olmaktır. Çünki hükümsüz bir tahayyülü hakikat tevehhüm eder. Hem şeytanın işini kendi kalbine mal eder. Onun sözünü, ondan zanneder. Zarar anlar, zarara düşer. Zâten şeytanın da istediği odur.
    Bîçare: Çaresiz.
    Vesvese: Şüphe, kuruntu.
    Şetm: Sövmek, küfretmek, yakışıksız çirkin söz.
    Tahayyül: Hayale getirmek, hayalde canlandırmak.
    Tahayyül-ü küfür: Küfrü hayalde canlandırma, inkar düşüncesini hayalde canlandırma.
    Küfür: İnkar etme, inanmama, inkarcılık.
    Tahayyül-ü şetm: Çirkin ve kötü sözlerin hayale getirilmesi ve hayalde canlandırılması.
    Şetm: Sövmek, küfretmek, yakışıksız çirkin söz.
    Zira: Çünkü.
    Müteessir: Etkilenen, etkilenmiş, üzüntülü, üzgün.
    Müteessif: Üzülen, kederlenen.
    Lümme-i şeytanî: Şeytanın verdiği kuruntu.
    Tevehhüm-ü zarar: Zarar olduğunu sanma, zarar verdiğini düşünme.
    Tevehhüm: Evhamlanma, kuruntuya kapılma, asılsız ve gerçek dışı düşüncelere kapılma, sanma.
    Mutazarrır: Zarara uğrayan, zarar görmüş olan.
    Tahayyül: Hayale getirmek, hayalde canlandırmak.
    Hakikat: Gerçek.


    İkinci Vecih budur ki:
    Manalar kalbden çıktıkları vakit, suretlerden çıplak olarak hayale girerler; oradan suretleri giyerler. Hayal ise, her vakit bir sebeb tahtında bir nevi suretleri nesceder. Ehemmiyet verdiği şeyin suretlerini yol üstünde bırakır. Hangi mana geçse ya ona giydirir, ya takar, ya bulaştırır, ya perde eder. Eğer manalar münezzeh ve temiz iseler, suretler mülevves ve rezil ise giymek yoktur, fakat temas var. Vesveseli adam, teması telebbüsle iltibas eder. "Eyvah!" der. "Kalbim ne kadar bozulmuş. Bu sefillik, bu hısset-i nefs, beni matrud eder." Şeytan onun şu damarından çok istifade eder. Şu yaranın merhemi şudur:

    Mana: Anlam.
    Suret: Biçim, görünüş, şekil, tarz *Dış görünüş. *Gidiş, yol.
    Nevi: Çeşit, tür.
    Nesc: Dokuma, dokunuş.
    Ehemmiyet: Önemli olma, değerlilik, kıymetlilik
    Münezzeh: Temiz, pak, arınmış.
    Mülevves: Kirli, pis.
    Telebbüs: Giymek, giyinmek.
    İltibas: Birbirine karıştırma, birbirine benzeyenleri birbirinden ayırt edemeyip karıştırma.
    Sefillik: Perişanlık, düşkünlük, aşağılık.
    Hısset-i nefs: Nefsin aşağılığı.
    Matrud: Kovulan kovulmuş.

    Dinle ey bîçare! Nasılki, senin namazın edeb-i nezihanesinin vesilesi olan zahirî taharete, batnının bâtınındaki necaset ona tesir etmez ve bozmaz. Öyle de: Maânî-i mukaddesenin, suret-i mülevveseye mücavereti zarar etmez. Meselâ sen âyât-ı İlahiyeyi tefekkür ediyorsun. Birden bir maraz, ya bir iştiha, ya bevl gibi bir emr-i müheyyic şiddetle senin hissine dokunuyor. Elbette senin hayalin, deva-i illet ve kaza-i hacetin levazımatını görecek, bakacak, onlara münasib süflî suretleri nescedecek ve gelen manalar ortalarından geçecekler. Geçeceklere ne beis vardır, ne televvüs var ve ne zarar var ve ne hatar var. Yalnız hatar ise hasr-ı nazardır, zann-ı zarardır.
    Bîçare: Çaresiz.
    Vesile: Bahane, sebep. *Vasıta, araç, yol.
    Zahirî: Görünüşte olan, görünen, dış görünüşle ilgili.
    Taharet: Temizlik.
    Batn: Mide, karın, iç.
    Bâtın: İç, görünmeyen, içyüz.
    Necaset: Pislik.
    Maânî-i mukaddese: Mukaddes manalar, mübarek ve kutsal manalar.
    Suret-i mülevvese: Pis şekil.
    Mücaveret: Komşuluk, yakınlık.
    Ayât-ı İlahiye: Allah’ın(cc) ayetleri.
    Tefekkür: Düşünmek, düşünceyi hareketlendirmek, düşünceyi çalıştırmak.
    Maraz: Hastalık, dert, illet.
    İştiha: Kuvveli istek, arzu, acıkma.
    Bevl: İdrar.
    Emr-i müheyyic: Heyecanlandıran iş, telaşlandıran olay.
    Hiss: Duygu.
    Deva-i illet: Hastalığın iacı.
    Kaza-i hacet: Tuvalet ihtiyacını gidermek.
    Levazımat: Lüzumlu şeyler, gerekenler, gerekli şeyler, gerekliler.
    Münasib: Uygun, layık, yaraşır.
    Süflî: Alçak, aşağı, bayağı, adi.
    Suret: Biçim, görünüş, şekil, tarz *Dış görünüş. *Gidiş, yol.
    Nesc: Dokuma, dokunuş.
    Mana: Anlam.
    Beis: Zarar.
    Televvüs: Kirlenmek, pislenmek.
    Hatar: Tehlike.
    Hasr-ı nazar: Bütün dikkatini verme.
    Zann-ı zarar: Zarar zannetme, zarar sanma.


    Üçüncü Vecih budur ki:
    Eşya mabeynlerinde, bazı münasebat-ı hafiye bulunur. Hattâ hiç ümid etmediğin şeyler içinde münasebet ipleri bulunur. Ya bizzât bulunur veya senin hayalin, meşgul olduğu san'ata göre o ipleri yapmış, onları birbiriyle bağlamış. Şu sırr-ı münasebettendir ki, bazan bir mukaddes şeyi görmek, bir mülevves şeyi hatıra getirir. Fenn-i Beyan'da beyan olunduğu gibi, "Hariçte uzaklık sebebi olan zıddiyet ise, hayalde sebeb-i kurbiyettir." Yani: İki zıddın suretlerinin cem'ine vasıta, bir münasebet-i hayaliyedir. Bu münasebetle gelen tahattura, tedai-yi efkâr tabir edilir. Meselâ: Sen namazda, münacatta, Kâ'be karşısında, huzur-u İlahîde iken, âyâtı tefekkürde olduğun bir halde; şu tedai-yi efkâr, seni tutup en uzak malayaniyat-ı rezileye sevkeder. Senin başın, böyle bir tedai-yi efkâra mübtela ise, sakın telaş etme. Belki intibaha geldiğin anda, dön. "Aman ne kusur ettim" deyip tedkikle meşgul olup durma. Tâ o zaîf münasebet, senin dikkatinle kuvvet peyda etmesin. Zira teessür gösterdikçe, ehemmiyet verdikçe, senin o zaîf tahatturun melekeye döner. Bir maraz-ı hayalî olur. Korkma, maraz-ı kalbî değil. Şu nevi tahattur ise, galiben ihtiyarsızdır. Hususan hassas asabîlerde daha galibdir. Şeytan, şu nevi vesvesenin madenini çok işlettirir. Şu yaranın merhemi şudur ki:

    Mabeyn: Ara.
    Münasebat-ı hafiye: Gizli münasebetler, gizli görünmez alakalar ve bağlar.
    Münasebet: İlişki, bağ, alaka.
    Bizzât: Doğrudan kendisi.
    San'at: Ustalık, hüner.
    Sırr-ı münasebet: Münasebet sırrı, alakalı olmasındaki gizli gerçek, bağlantısının(ilişkisinin) derin ve ince manası.
    Mukaddes: Kutsal, kusursuz, her türlü noksanlardan uzak olan.
    Mülevves: Kirli, pis. *Karışık.
    Fenn-i Beyan: Anlatma ve ifade ilmi.
    Beyan: İzah, açıklama, anlatma.
    Hariç: Dış.
    Zıddiyet: Zıtlık, terslik.
    Sebeb-i kurbiyet: Kurbiyet sebebi, yakınlık sebebi.
    Zıdd: Zıt, ters, aksi, karşıt.
    Suret: Biçim, görünüş, şekil, tarz *Dış görünüş. *Gidiş, yol
    Cem': Toplama, bir arada bulundurma. * Çoğul, çokluğu gösteren kelime.
    Vasıta: Araç, aracı, sebep, vesile.
    Münasebet- i Hayaliye: Hayali münasebet, hayalle ilgili bağlantı ve ilişki.
    Tahattur: Hatırlama.
    Tedai-yi efkâr: Bir fikrin(düşüncenin) başka bir fikri(düşünceyi) hatıra getirmesi, fikir çağrışımı.
    Tabir: İfade, söz, deyim.
    Münacat: Dua, Allah’a(cc) yalvarma.
    Âyât: Ayetler, 1- Kur’an-ı Kerimdeki cümleler. 2- Allah’ı(cc) tanıtan varlıklar.
    Tefekkür: Düşünmek. Düşünceyi hareketlendirmek, düşünceyi çalıştırmak.
    Malayaniyat-ı Rezile: Rezil utanç verici yersiz düşünce ve sözler.
    Sevk: Gönderme, yollama.
    Tedai-yi efkâr: Bir fikrin(düşüncenin) başka bir fikri(düşünceyi) hatıra getirmesi, fikir çağrışımı.
    Mübtela: Tutkun, düşkün, hasta, dertli.
    İntibah: Uyanıklık, uyanma.
    Tedkik: İnceleme, araştırma, inceden inceye araştırma.
    Zaîf: Zayıf, güçsüz, kuvvetsiz.
    Münasebet: İlişki, bağ, alaka.
    Peyda: Ortaya çıkma, olma, meydana çıkma, kazanma, belirme.
    Teessür: Etkilenme, üzülme, üzüntü.
    Ehemmiyet: Önemli olma, değerlilik, kıymetlilik.
    Tahattur: Hatırlama.
    Meleke: Tecrübelerin veya tekrarlamaların sonucu kazanılan bilgi ve beceri alışkanlığı.
    Maraz-ı hayalî: Hayalle ilgili hastalık, hayal hastalığı.
    Nevi: Çeşit, tür.
    Galiben: Çoğunlukla.
    İhtiyarsız: İstemeyerek, elde olmadan.
    Hususan: Bilhassa, özellikle, ayrıca.
    Hassas: Duyarlı.
    Asabî: Sinirli.
    Galib: Üstün, yenen.


    Tedai-yi efkâr, galiben ihtiyarsızdır. Onda mes'uliyet yoktur. Hem tedaide, mücaveret var; temas ve ihtilat yoktur. Onun için, efkârın keyfiyetleri, birbirine sirayet etmez, birbirine zarar vermez. Nasılki şeytan ile melek-i ilham, kalb taraflarında mücaveretleri var ve füccar ve ebrarın karabetleri ve bir meskende durmaları, zarar vermez. Öyle de, tedai-yi efkâr saikasıyla istemediğin pis hayalat, gelip nezih efkârın içine girse; zarar vermez. Meğer kasden olsa veya zarar zannıyla onunla ziyade meşgul olsa. Hem bazan kalb yoruluyor. Fikir, kendini eğlendirmek için rastgele bir şeyle meşgul olur. Şeytan fırsat bulur, pis şeyleri önüne serpiyor, sürüyor.
    Tedai-yi efkâr: Bir fikrin(düşüncenin) başka bir fikri(düşünceyi) hatıra getirmesi, fikir çağrışımı
    Galiben: Çoğunlukla.
    İhtiyarsızdır: İstemeyerek, elde olmadan.
    Tedai: bir şeyin başka bir şeyi hatıra getirmesi, çağrışım.
    Mücaveret: Komşuluk, yakınlık.
    Temas: Dokunma, değme.
    İhtilat: Karışmak, karışıp görüşmek.
    Efkâr: Fikirler, düşünceler.
    Keyfiyet: Özellik, nitelik.
    Sirayet: Yayılma, bulaşma, geçme.
    Şeytan: İnsanı Kur’anın gösterdiği yoldan, iman ve İslam yolundan sürekli saptırmak için uğraşan görünmez bir varlık.
    Melek-i ilham: İlham meleği.
    İlham: Allah(cc) tarafından kalbe gelen mana.
    Mücaveret: Komşuluk, yakınlık.
    Füccar: Günahkarlar, açıktan günah işleyenler.
    Ebrar: iyiler, hayırlılar.
    Karabet: Yakınlık, akrabalık.
    Mesken: Ev, oturulan yer.
    Tedai-yi efkâr: Bir fikrin(düşüncenin) başka bir fikri(düşünceyi) hatıra getirmesi, fikir çağrışımı
    Saika: Sürükleyici sebep.
    Hayalat: hayaller.
    Nezih: Temiz, pak, arınmış, hiçbir kötülüğü ve çirkinliği olmayan.
    Efkâr: Fikirler, düşünceler.
    Zannı: Zannetmesi, sanması.
    Ziyade: Fazla, çok.

    Dördüncü Vecih:
    Amelin en iyi suretini taharriden neş'et eden bir vesvesedir ki, takva zannıyla teşeddüd ettikçe hal ona şiddetlenir. Hattâ bir dereceye varır ki, o adam amelin daha evlâsını ararken, harama düşer. Bazan bir sünnetin araması, bir vâcibi terkettiriyor. "Acaba amelim sahih oldu mu?" der, iade eder. Bu hal devam eder. Gayet ye'se düşer. Şeytan şu halinden istifade eder, onu yaralar. Şu yaranın iki merhemi var:

    Amel: İş, çalışma, görevi yerine getirme.
    Suret: Biçim, görünüş, şekil, tarz *Dış görünüş. *Gidiş, yol.
    Taharri: Arama, araştırma, inceleme.
    Neş’et: Meydana gelme, ortaya çıkma, var olma.
    Vesvese: Şüphe kuruntu.
    Takva: Bütün günahlardan ve her türlü yasaklardan kendini koruma.
    Zannı: Zannetmesi, sanması.
    Teşeddüd: Şiddetlenme, sertleşme, kuvvet ve dayanıklılık kazanma.
    Evlâ: Daha iyi, çok iyi.
    Haram: Yasak ve günah, Allah’ın(cc) açık ve kesin olarak yasakladıkları.
    Sünnet: Peygamberimizin(asm) sözleri, hareketleri ve davranışlarıyla gösterdikleri.
    Vâcib: Dindeki farz derecesine yakın farz ile sünnet arasındaki emirler.
    Sahih: Doğru, tam, noksansız, şartlarına ve kurallarına uygun yapılmış.
    İade: Geri verme.
    Gayet: Çok, pek çok.
    Ye's: Ümitsizlik.

    Birinci merhem:
    Bu gibi vesvese ehl-i İtizale lâyıktır. Çünki onlar derler: "Medar-ı teklif olan ef'al ve eşya, kendi zâtında, âhiret itibariyle ya hüsnü var; sonra o hüsne binaen emredilmiş veya kubhu var; sonra ona binaen nehyedilmiş. Demek eşyada, âhiret ve hakikat nokta-i nazarında olan hüsün ve kubh zâtîdir; emir ve nehy-i İlahî ona tâbi'dir." Bu mezhebe göre, insan her işlediği amelde şöyle bir vesvese gelir: "Acaba amelim nefs-ül emirdeki güzel surette yapılmış mıdır?" Amma mezheb-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat derler ki: Cenab-ı Hak bir şeye emreder, sonra hasen olur. Nehyeder, sonra kabih olur. Demek emir ile güzellik, nehy ile çirkinlik tahakkuk eder. Hüsün ve kubh mükellefin ıttılaına bakar ve ona göre takarrur eder. Şu hüsün ve kubh ise, surî ve dünyaya bakan yüzünde değil, belki âhirete bakan yüzdedir. Meselâ, sen namaz kıldın veya abdest aldın. Halbuki namazını ve abdestini fesada verecek bir sebeb, nefs-ül emirde varmış. Lâkin sen ona hiç muttali olmadın. Senin namazın ve abdestin hem sahihtir, hem hasendir. Mu'tezile der: "Hakikatte kabih ve fasiddir. Lâkin senden kabul edilir. Çünki cehlin var, bilmedin ve özrün var." Öyle ise Ehl-i Sünnet mezhebine göre, zahir-i şeriata muvafık olarak işlediğin ameline: "Acaba sahih olmuş mu?" deyip vesvese etme. Fakat, "Kabul olmuş mu?" de. Gururlanma, ucbe girme.

    Ehl-i İtizal: Mutezile mezhebinden olanlar.
    Lâyık: Yakışır ve yaraşır. Uygun.
    Medar-ı teklif: Sorumluluk ve yükümlülük sebebi.
    Ef'al: Fiiller, işler.
    Zâtında: Aslında, kendisinde, özünde.
    Âhiret: Ölümsüz olan öbür dünya, ölüm ve kıyamet ile gidilen ve Cennet-Cehennemin bulunduğu ebedi alem.
    Hüsn: Güzellik.
    Binaen: Dayanarak, dayalı olarak.
    Kubh: Çirkinlik, kötülük.
    Nehy: Menetme, yasak etme, yasaklama.
    Hakikat: Gerçek.
    Nokta-i Nazar: Bakış açısı.
    Hüsün: Güzellik.
    Kubh: Çirkinlik, kötülük.
    Zâtî: Zata ait, zatla alakalı, kendisiyle ilgili.
    Nehy-i İlahî: Allah’ın(cc) yasaklaması.
    Tâbi': Bağlı, uyan, arkası sıra giden, izleyen.
    Amel: İş, çalışma, görevi yerine getirme.
    Vesvese: Şüphe kuruntu.
    Nefs-ül Emir: Hakikatın kendisi, gerçeğin kendisi.
    Mezheb-i hak: Hak mezheb, doğru mezheb.
    Ehl-i Sünnet ve Cemaat: İnanç ve yaşayışın bütün yönleriyle Kur’an ve sünnet yolundan gidenler.
    Hasen: Güzel.
    Nehy: Menetme, yasak etme, yasaklama.
    Kabih: Çirkin, kötü, fena.
    Tahakkuk: Doğruluğu meydana çıkma, gerçekleşmek, gerçeklik kazanma, ortaya çıkma.
    Hüsün: Güzellik.
    Kubh: Çirkinlik, kötülük.
    Mükellef: Vazifeli, görevli.
    Ittıla: Haberli olma, haberi bulunma, bilgisi olma.
    Takarrur: Kararlaşma, yerleşme, değişmeyecek şekilde kararlı duruma gelme.
    Surî: Surete ait, görünüşle ilgili, görünüşdeki. Ciddi ve samimi olmayan.
    Lâkin: Ancak, fakat, amma.
    Muttali: Haberli, bilgili, bilgisi olan.
    Sahih: Doğru, tam, noksansız.
    Cehl: Cahillik, bilgisizlik.
    Zahir-i Şeriat: İslam dininin, açık ve belli olan emir ve yasakları, İslam dininin dış görünüşü.
    Muvafık: Uygun, yerinde.


    İkinci merhem:
    Dinde harec yoktur. Madem dört mezheb haktır. Madem istiğfara müncer olan derk-i kusur ise, gurura müncer olan hüsn-ü amelin rü'yetine -böyle vesveseli adama- müreccahtır. Yani böyle vesveseli adam, amelini güzel görüp gurura düşmektense, amelini kusurlu görse, istiğfar etse, daha evlâdır. Madem böyledir, sen vesveseyi at. Şeytana de ki: Şu hal, bir harecdir. Hakikat-ı hale muttali olmak güçtür. Dindeki yüsre münafîdir.

    ﺍَﻟﺪِّﻳﻦُ ﻳُﺴْﺮٌ ٭ ﻻَ ﺣَﺮَﺝَ ﻓِﻰ ﺍﻟﺪِّﻳﻦِ
    esasına muhaliftir. Elbette böyle amelim bir mezheb-i hakka muvafık gelir. O bana kâfidir. Hem lâakal ben aczimi itiraf ederek ibadeti lâyık-ı vechile eda edemediğimden istiğfar ve tazarru' ile merhamet-i İlahiyeye dehalet edip, kusurum affolunmak, kusurlu amelim kabul olunmak için mütezellilane bir niyaza vesiledir.

    Harec: Zorluk, darlık, sıkıntı.
    İstiğfar: Af dileme, Allah’tan(cc) bağışlanma isteme, tövbe etme.
    Müncer: Sürüklenen, götüren, varan, son bulan, sonuçlanan.
    Derk-i Kusur: Kusurunu anlamak.
    Hüsn-ü amelin: İbadet ve iyi işlerin güzelliği.
    Rü'yet: Görmek.
    Müreccah: Üstün.
    Hakikat-ı Hal: Durumun gerçek içyüzü, gerçek durum.
    Yüsr: Kolaylık, rahatlık.
    Münafî: Zıt, ters, aykırı.


    BEŞİNCİ VECİH:
    Mesail-i imaniyede şübhe suretinde gelen vesvesedir. Bîçare vesveseli adam, bazan tahayyülü, taakkul ile iltibas eder. Yani: Hayale gelen bir şübheyi, akla girmiş bir şübhe tevehhüm edip, itikadına halel gelmiş zanneder. Hem bazan tevehhüm ettiği bir şübheyi, imana zarar veren bir şek zanneder. Hem bazan tasavvur ettiği bir şübheyi, tasdik-ı aklîye girmiş bir şübhe zanneder. Hem bazan bir emr-i küfrîde tefekkürü, küfür zanneder. Yani dalaletin esbabını anlamak suretinde kuvve-i müfekkirenin cevelanını ve tedkikatını ve bîtarafane muhakemesini, hilaf-ı iman zanneder. İşte telkinat-ı şeytaniyenin eseri olan şu zanlardan ürkerek, "Eyvah! Kalbim bozulmuş, itikadıma halel gelmiş" der. O haller, galiben ihtiyarsız olduğundan, cüz'-i ihtiyarîsiyle ıslah edemediğinden ye'se düşer. Bu yaranın merhemi şudur ki:

    Mesail-i imaniye: İmane ait meseleler, imanla ilgili konular.
    Vesvese: Şüphe, kuruntu.
    Bîçare: Çaresiz.
    Tahayyül: Hayale getirmek, hayalde canlandırmak.
    Taakkul: Hatırlama, zihin yorarak anlama.
    İltibas: Birbirine benzeyenleri birbirinden ayırt edemeyip karıştırma.
    Tevehhüm: Evhamlanma, kuruntuya kapılma, asılsız ve gerçek dışı düşüncelere kapılma, sanma.
    İtikad: İnanmak, gönülden iman.
    Halel: Zarar, bozma, eksiklik.
    Şek: Şüphe, kuşku.
    Tasavvur: Zihinde şekillendirme, akılda canlandırma.
    Emr-i küfrî: Küfre ait iş, inkarla ilgili düşünce ve olay.
    Tefekkür: Düşünmek, düşünceyi çalıştırmak.
    Dalalet: Sapıtma, iman ve İslam yolundan sapmak.
    Esbab: Sebepler.
    Kuvve-i müfekkire: Akıl yürütme gücü, düşünme yeteneği.
    Cevelan: Dolaşma.
    Tedkikat: Tetkikler, incelemeler, araştırmalar.
    Bîtarafane: Tarafsız olarak, tarafsızca.
    Muhakemesi: Yargılaması.
    Hilaf-ı İman: İmana ters, inanca aykırı.
    Telkinat-ı Şeytaniye: Şeytana ait telkinler, şeytanın aşılamaları.
    Zanlar: Zannetmeler, sanmalar.
    Galiben: Çoğunlukla.
    İhtiyarsız: İstemeyerek, elde olmadan.
    Cüz'-i ihtiyarî: Serbest ve hür hareket edebilme yeteneği.
    Ye's: Ümitsizlik.


    Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi; tevehhüm-ü küfür dahi, küfür değildir. Tasavvur-u dalalet dalalet olmadığı gibi; tefekkür-ü dalalet dahi, dalalet değildir. Çünki hem tahayyül, hem tevehhüm, hem tasavvur, hem tefekkür; tasdik-ı aklîden ve iz'an-ı kalbîden ayrıdırlar, başkadırlar. Onlar bir derece serbesttirler. Cüz'-i ihtiyariyeyi pek dinlemiyorlar. Teklif-i dinî altına çok giremiyorlar. Tasdik ve iz'an, öyle değiller. Bir mizana tâbi'dirler. Hem tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür, nasılki tasdik ve iz'an değiller. Öyle de şübhe ve tereddüd sayılmazlar. Fakat eğer lüzumsuz tekrar ede ede müstekar bir hale gelse, o vakit hakikî bir nevi şübhe, ondan tevellüd edebilir. Hem bîtarafane muhakeme namıyla veya insaf namına deyip, şıkk-ı muhalifi iltizam ede ede, tâ öyle bir hale gelir ki, ihtiyarsız taraf-ı muhalifi iltizam eder. Ona vâcib olan hakkın iltizamı kırılır. O da tehlikeye düşer. Hasmın veya şeytanın bir vekil-i fuzulîsi olacak bir halet, zihninde takarrur eder.
    Tahayyül-ü küfür: İnkar düşüncesini, hayalde canlandırma.
    Tevehhüm-ü küfür: İnkara düşme kuruntusu.
    Tasavvur-u dalalet: Dinden nasıl sapıldığını düşünmek.
    Tahayyül: Hayale getirmek, Hayalde canlandırmak.
    Tevehhüm: Evhamlanma, kuruntuya kapılma, asılsız ve gerçek dışı düşüncelere kapılma, sanma.
    Tasavvur: Zihinde şekillendirme, akılda canlandırma.
    İz'an-ı kalbî: Kalple ilgili iman ve benimseme.
    Teklif-i dinî: Dini teklif, dinin yükümlü tutması, dinin emir ve yasaklarla görevlendirmesi.
    Tasdik: Doğrulama, doğruluğunu kabul etme.
    İz'an: Anlayış, benimseme, inanıp itaat etme.
    Müstekar: Kararlı, sabit, değişmez, yerleşmiş, kalıcı.
    Nevi: Çeşit, tür.
    Tevellüd: Doğma, meydana gelme.
    Bîtarafane: Tarafsız olarak, tarafsızca.
    Muhakeme: Düşünce, akıl yürütme, değerlendirme. *Sorgulama, yargılama.
    Şıkk-ı muhalif: Karşı taraf, karşı tarafın görüşü.
    İltizam: Lüzumlu görme, gerekli görme.
    İhtiyarsız: İstemeyerek, elde olmadan.
    Taraf-ı muhalif: Muhalif taraf, zıt taraf.
    Hasm: Düşman.
    Vekil-i fuzulî: Gereksiz sözcü.
    Halet: Durum, hal.
    Takarrur: Kararlaşma, yerleşme, değişmeyecek şekilde kararlı duruma gelme.


    Şu nevi vesvesenin en mühimi budur ki: Vesveseli adam, imkân-ı zâtî ile imkân-ı zihnîyi birbiriyle iltibas eder. Yani: Bir şeyi zâtında mümkün görse, o şeyi zihnen dahi mümkün ve aklen meşkuk tevehhüm eder. Halbuki İlm-i Kelâm'ın kaidelerindendir ki: İmkân-ı zâtî ise, yakîn-i ilmîye münafî değil ve zaruret-i zihniyeye zıddiyeti yoktur. Meselâ: Şu dakikada Karadeniz'in yere batması, zâtında mümkündür ve o imkân-ı zâtî ile muhtemeldir. Halbuki yakînen, o denizin yerinde olduğunu hükmediyoruz, şübhesiz biliyoruz. Ve o ihtimal-i imkânî ve o imkân-ı zâtî, bize şek vermez, bir şübhe getirmez, yakînimizi bozmaz. Meselâ: Şu güneş zâtında mümkündür ki, bugün gurub etmesin veya yarın tulû' etmesin. Halbuki bu imkân yakînimize zarar vermez, şübhe getirmez. İşte bunun gibi, meselâ hakaik-i imaniyeden olan hayat-ı dünyeviyenin gurubuna ve hayat-ı uhreviyenin tulûuna, imkân-ı zâtî cihetinde gelen vehimler, yakîn-i imanîye zarar vermez. Hem
    ﻻَ ﻋِﺒْﺮَﺓَ ِﻟْﻼِﺣْﺘِﻤَﺎﻝِ ﺍﻟْﻐَﻴْﺮِ ﺍﻟﻨَّﺎﺷِﺊِ ﻋَﻦْ ﺩَﻟِﻴﻞٍ
    yani: "Bir delilden neş'et etmeyen bir ihtimalin hiç ehemmiyeti yoktur" olan kaide-i meşhure; hem usûl-üd din, hem usûl-ül fıkhın kaide-i mukarreresindendir.
    İmkân-ı zâtî: Bir şeyin kendisiyle ilgili olabilecekler.
    İmkân-ı zihnî: Akıl ve mantık bakımından olabilirlik.
    İltibas: Birbirine benzeyenleri birbirinden ayırt edemeyip karıştırma.
    Meşkuk: Şüpheli.
    Tevehhüm: Evhamlanma, kuruntuya kapılma, asılsız ve gerçek dışı düşüncelere kapılma, sanma.
    İlm-i Kelâm: Kelam ilmi, İslam dininin temel inanç kurallarını açıklayan ve ispatını yapan ilim.
    Kaide: Prensip, kural.
    Muhtemel: Olabilir, mümkün.
    İhtimal-i imkânî: Mümkün olma ihtimali.
    Tulû': Doğma, doğuş, ortaya çıkma.
    Hakaik-i imaniye: İnançla ilgili gerçekler.
    Hayat-ı dünyeviye: Dünyaya ait hayat, dünyadaki yaşantı.
    Neş'et: Meydana gelme, ortaya çıkma, var olma.
    Ehemmiyeti: Önemi.
    Kaide-i meşhure: Meşhur kaide, herkesce bilinen kural.
    Usûl-üd din: Dinin usulü, dinin esaslarını inceleyen ilmin temel kuralları.
    Usûl-ül fıkh: Fıkıh usulü, dinin emir ve yasaklarını inceleyen ilmin temel kuralları.
    Kaide-i mukarrere: Mukarrer kaide, değişmez kaide, değişmez kural.

    Eğer desen: Bu derece mü'minlere muzır ve müz'ic olan vesvese, ne hikmete binaen bize bela olmuş?"
    Elcevab: İfrata varmamak, hem galebe çalmamak şartıyla, asl-ı vesvese teyakkuza sebebdir, taharriye dâîdir, ciddiyete vesiledir. Lâkaydlığı atar, tehavünü def'eder. Onun için Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı imtihanda, şu meydan-ı müsabakada bize bir kamçı-yı teşvik olarak, vesveseyi şeytanın eline vermiş. Beşerin başına vuruyor. Şayet ziyade incitse, Hakîm-i Rahîm'e şekva etmeli, "Eûzü billahi mineşşeytanirracim" demeli.

    Muzır: Zararlı, zarar veren.
    Müz'ic: Rahatsız edici, usandırıcı, sıkıntı verici.
    Vesvese: Şüphe, kuruntu.
    Binaen: Dayanarak, dayalı olarak.
    İfrat: Aşırılık, aşırı gitme, çok ileri gitme, haddini aşma.
    Asl-ı vesvese: Vesvesenin aslı, kuruntunun gerçek iç yüzü.
    Teyakkuz: Uyanık olma, uyanıklılık, göz açıklığı.
    Taharri: Arama, araştırma, inceleme.
    Dâî: Davet eden, sebep olan. *Dua eden.
    Ciddiyet: Ağırbaşlılık, ciddilik, gerçek ve samimilik.
    Lâkayd: Alakasız, ilgisiz.
    Tehavün: Önem vermemek, önemsememek, aldırış etmeme.
    Hakîm-i Mutlak: Sonsuz hikmet sahibi, her şeyi sayısız gayeler ve faydalarla düzenli olarak yapan Allah(cc).
    Dâr-ı imtihan: İmtihan yeri.
    Meydan-ı müsabaka: Müsabaka meydanı, yarışma sahası.
    Kamçı-yı teşvik: Teşvik kamçısı.
    Beşer: İnsan.
    Ziyade: Fazla, çok.
    Hakîm-i Rahîm: Çok merhametli ve şefkatli olan ve her şeyde gayeler ve faydalar gözeten Allah(cc).
    Şekva: Şikayet.
    Eûzü billahi mineşşeytanirracim: Şeytandan Allah’a(cc) sığınırım.

    Said Nursi

    *SAHRA* bunu beğendi.

+ Konu Cevaplama Paneli

Konu Bilgileri

Users Browsing this Thread

Şu an 1 kullanıcı var. (0 üye ve 1 konuk)

     

Benzer Konular

  1. İşte bu müdhiş marazın merhemi, ilâcı ihlastır.
    By fanidünya... in forum Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri
    Cevaplar: 3
    Son Mesaj: 12.04.14, 17:14
  2. Sosyal Yaraların Merhemi
    By Bîçare S.V. in forum Risale-i Nur'dan Vecize ve Anekdotlar
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 30.06.11, 08:27
  3. Kalbin Beş Yarasına Beş Merhem
    By yakaza in forum Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri
    Cevaplar: 4
    Son Mesaj: 10.12.09, 17:01
  4. Sosyal Yaraların Merhemi
    By Bîçare S.V. in forum Risale-i Nur'dan Vecize ve Anekdotlar
    Cevaplar: 1
    Son Mesaj: 10.06.09, 07:53
  5. Kalbin Beş Yarasına Beş Merhemi Tazammun Eder
    By Ebu Hasan in forum Risale-i Nur'dan Vecize ve Anekdotlar
    Cevaplar: 6
    Son Mesaj: 24.04.07, 19:30

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
Google Grupları
RisaleForum grubuna abone ol
E-posta:
Bu grubu ziyaret et

Search Engine Friendly URLs by vBSEO 3.6.0