Anlatırlar hani, kayıkçı, müşteri beklerken, genç, güzel ve alımlı bir kadın çıkagelir, denize açılmak ve biraz gezmek istediğini söyler. Adamcağız, dertli dertli başını sallar; derleeer, derler der, yapmasam da yaptı derler.
Diğer canlıları bilmem, ama insanların bütün çabası, anlamak ve anlaşılmak üzerinedir.
Anlamak için aklımızın sınırlarını zorlarız; anlaşılmak içinse, aklımız iş başında olmakla birlikte, dilimize daha çok iş düşer. “Dil ola kese savaşı, dil ola kestire başı…”
Her ne kadar anlamak ve anlaşılmak farklı çabalar gerektirse de, her ikisini bir ve beraber düşünmek zorundayız. Anlamak ve anlaşılmak; anlaşmak içindir. Birini diğerinden ayrı düşünmek ne mümkün!
Anlamaya ve anlaşılmaya dair bütün çabalarımıza ve hassasiyetimize rağmen, yine de "derleeer, derler" endişesini taşırız yüreğimizin derinlerinde.
"Hayvanların koklaşa koklaşa, insanların konuşa konuşa…" anlaştıkları yargısı, genel kabul görmekle birlikte, bu önermenin ne tümden doğruluğu savunulabilir kanımca, ne de tümden yanlışlığı… Yanlış denemez; çünkü, Allah dil vermiş; konuşalım diye…
Her konuşan anlaşamıyorsa da, anlaşanların ancak konuşanlar olduğu, yalan değildir.
Ancak, insanların anlaşmaktan daha çok didişmelerine, kavga etmelerine ve hatta birbirlerini boğazlamalarına bakılacak olursa, buna tümden doğru demek de mümkün değildir. Öyle ya, madem insanlar konuşa konuşa anlaşırlar ve hemen herkes iyi kötü çenesini çalıştırır, hatta insan türünün en iyi çalıştırdığı uzvu nedir? dense, çenesidir demek yanlış değildir. O halde, bunca kavga gürültü neden?
Dünya kuruldu kurulalı kavga eksik olmuyor, ortalık toz duman, insan kansere çare buluyor, vebaya çare buluyor; ama savaşlara çare bulamıyor. Kan durmuyor, gözyaşı dinmiyor.
Anlaşmazlıklar, kavgalar sadece düşmanlar arasında yaşanmıyor. Adam karısını doğramış, hakim soruyor: Oğlum, niçin öldürdün karını? Ne yapayım hakim bey, çok seviyordum…
Bir kaç cicim ayından sonra, eşler arasında dırdırın başlamaması için, karı-kocanın birbirini deliler gibi sevmesi yetmiyor. Eşlerin birbirini çok sevmesi, çok çok cicim aylarını bir kaç ay daha uzatıyor, o kadar.
O halde insanların kavgaya tutuşmaları için düşman olmalarına gerek yok. İyi de, "hayvanlar koklaşa koklaşa, insanlar konuşa konuşa"… Beylik laf bunlar, beylik laf.
Bir şeyin genel doğru olması, onun kesin doğru olması demek değil. Bırakın konuşa konuşa anlaşmayı, karı-koca arasındaki kavganın en temel nedeni çenenin biraz fazla çalışması değil midir? Mesela…
Adam yorgun argın eve geldi, biraz kafa dinlemeye ihtiyacı var. Kadın önce kendi sorunlarından bahsetti; evin işlerinden, çocukların laf dinlemediğinden, belki komşunun yeni aldığı halıdan kilimden… Adam içinden şöyle bir ya sabır çekti, ama belli etmedi…
Kadın sonra adamın ilgisizliğinden sıkıldı, sorun basitti; adam sadece biraz yorgundu ve kafa dinlemeye ihtiyacı vardı, ama kadın konuşa konuşa anlaşmayı kafayı takmıştı ya, illa adamı konuşturacaktı…
İlgisizliğin sebebini başka başka yerlerde aramaya kalktı, adamın sorumsuzluğundan girdi, lakaytlığından çıktı, başka kadın mı vardı yoksa? Televizyonu bile kıskanmaya kalktı, dırdırı hiç bitmedi.
Konuşa konuşa anlaşacak ya! Sus be kadın, sus, birazcık sus! Anlaşmak için lazım olan şey, çene yapmak değil, birazcık anlamaya çalışmak, hepsi bu. Yeri geldiğinde konuşmak, yeri geldiğinde susmak!
İnsanlar konuşa konuşa anlaştıklarını düşünürler; ama gerçekte, birçok kavganın sebebi konuştuklarıdır.
Ne çekerse insan, dilinin belasıdır. Düşünün ki, insan en yakın arkadaşını bile çekiştirir. E, yerin kulağı var, bir şekilde arkadaşına gider o laflar.
Al başına belayı! Sonra patavatsızlıklarının kurbanı olur çokça, kaş yapayım derken, göz çıkarır. Boşboğazlık ederken, ya baltayı taşa vurur ya da çok laf yalansız olmazmış, kendi sözüyle kendini ele verir; boşuna yalancının mumu yatsıya kadar yanar, dememişler…
Konuşmak! Tamam da aynı dili konuşmak… Yerine göre, kurdun kuşun, börtü böceğin dilinden anlarız da; aynı yastığı paylaştığımız eşimizin dilinden anlamayız. Konuştuğumuz aynı dil değilse, konuşmak neye yarar?
Fakat konuşmamak iletişimsizliği, yalan yanlış konuşmak ise iletişim hatasını doğurur.
Duygu ve düşüncelerin doğru ifade edilmesinde, dil bazen aciz kalır. Bir gülümseme ile beslenmemiş "seni seviyorum" sözcüğü ne ifade eder ki! Sadece yılışıyor, gülümsediğini sanıyor; oldu mu ya! Güldün mü, gözlerinin içi gülecek... Sen susacaksın, gözlerin konuşacak. Biliyor musun, dudaklarının kenarındaki küçücük bir kıvrım, bin sözcükten daha değerli… Gülümsediğinde, yanağında açan goncan, yüzlerce gonca gülden daha güzel…
Düşünceleri anlatmak için, aklı ve dili kullanmak, muhatabının aklına hitap etmek yeterli olabilirse de, yürek kullanılmadan ve karşıdakinin yüreğine hitap etmeden duyguları anlatmak mümkün değildir.
Kalpten çıkmayan söz, kalbe ulaşamaz çünkü.
Dilin, duygularını anlatmıyorsa, ne kadar güzel sözcüklerle süslü olursa olsun, dil dökmen boşuna. Ne lafı eğip bük, ne sözün sınırlarını zorla, ne de dili süzgeç yerine kullan.
Lisanla anlattıkların, lisan-ı hal ile anlattıkların olsun. Sözgelimi bir şeye kızmışsın, belli, hâlâ yok bir şey diyorsun, kimi kandırıyorsun? Ya da akşama kadar, gözün dışarıda, başka biri yok diye yemin billah etsen, kim inanır, karının yoluna güller döksen, kim inanır güllere, kim inanır yalancı sözcüklere?
Hakikaten kimseler tarafından anlaşılmamak kadar kötü bir şey düşünülemez.
Çünkü insanların asıl çabaları anlaşılmak içindir. Edgar Allen Poenin dediği gibi, katiller bile, garip bir şekilde, anlaşılmak için geride iz bırakırlar. Kötülüklerin arkasında bile,
çözülmek için kodlanmış bir mesaj gizlidir. Bütün çabalar anlaşılmak için olmasına rağmen, insanlar bir türlü anlaşılmıyor; seviyorum diyor olmuyor, iyilik yapıyor olmuyor, kötülük yapıyor olmuyor, haykırsa, kimsecikler duymuyor. Sağır duvarlar arasına hapsolmuşuz sanki, taştan kalplere konuşuyoruz. Ne kötü!
Lakin kim anlaşılmadığını söylüyorsa ya da yanlış anlaşılacağı endişesini taşıyorsa, hatanın büyüğü kendisinindir. Anlaşılmama durumunda, kara kutuyu açın bakın, ya iletişimsizlik ya da iletişim hatasıyla karşılaşmamak mümkün değildir. Doğru düşüncelere, güzel duygulara sahip olmak elbette iyi bir şeydir; ama bunlar anlaşılmadığında, kırağı çalan çiçek gibi dalında solacaktır.
Konuşmayı bir şeyler söylemek zannedenlerin, derin yanılgıları ile yüzleşmeleri, fazla uzun sürmeyecektir. Bir şeyler söylüyorlar belki, ama söyledikleri ileri geri konuşmaktan öte gitmiyor. Ne, bir sözleri, diğerini tutuyor, ne dillerinin söylediğini, gözleri doğruluyor, ne hal ve davranışları güven veriyor. Böyle olunca, kimse kusura bakmasın anlaşılmamak da, yanlış anlaşılmak da mukadderdir.
Dil bazen itiraf eder, bazen inkâr… Bazen kalbin tercümanlığına soyunur, bazen şeytanın avukatlığına… Güven olmaz ona; inandırdığı olursa da, kandırdığı da olur.
O nedenle, anlaşmak için dilin maharetleri gerekliyse de, yeterli değildir; durduğun yer ve duruşun da sözlerin kadar önemlidir.
Hemşerim, genç kadınla, sahilden açılırsan, derleeer, derler…
Açlıktan nefesin kokarken, üç günde köşe olursan; üstelik rahat durmaz bir de hanımı değiştirirsen, derleeer, derler…
Gökteki yıldızları bile vaat edip arkasını getirmezsen, siyasetçi sorumsuzluğundan kurtulup, devlet adamı sorumluluğu üstlenmezsen derleeer, derler…
İnsan yapmasa da, yaptı derler. Çalmasa da, çaldı derler. Hele adın çıkmışsa dokuza, inmez sekize…
Doğru anlaşılmak için ne söylediğiniz kadar, söylediklerinizin nasıl anlaşıldığı da önemlidir. Doğru olmak, doğru anlaşılmak için yetmez. Doğru yerde, dosdoğru durmak ve doğru konuşmak gerekir.
Yapsa da, yapmasa da…
Çalsa da, çalmasa da… Dedikodu yapmak kötüyse, dedikoduya fırsat vermek de bir o kadar kötüdür. Sen, genç bir kadınla denize açıl, dedikodular ayyuka çıkınca da, yanlış anlaşıldım de… İnsanların ağzı torba değil ki…
Derleeer, derler, yapmasan da yaptı derler. Kabahat diyende mi, dedirten de mi?
Kabus görmektense, aç yatmak yeğdir.