Ümit Rüzgarları ve Hayat Fırtınaları İçinde İhmal Edilen bedenî gücün doruk noktasına erişi. Kanın damarlarda delicesine akışı.. Kendini isbat arzu ve isteğinin coşuşu. Kişilik arayışının en yoğun günleri... Bitmeyen bir enerji. Fırtınalar dünyası.. Umutlar, emeller ve uzanıp giden hayaller...

Genç; ucu bucağı görünmez okyanuslara açılmak için hazırlık yapan bir gemi misâli, demirlediği limandan bu uzun yolculukta kendine ne lazım olacaksa, kalem kalem tesbit edip alarak ambarlarına yerleştirmek zorunda olan umut, azim dolu bir yolcu ve önünde hayat denizi... Çocukluk duygularını, oyun hevesini, eğlence merakını, ebeveyne muhtaçlığı... Henüz içinden atamamış, ancak yavaş yavaş mesûliyetin omuzlarına yüklenmeye başladığını hissetmiş bir hayat merdiveni tırmanıcısı... Genç denince aklımıza ataklık, cesâret, açık sözlülük (sarâhat), azim, şevk, tuttuğunu koparmak isteyen bir dirâyet, heves, merak, ileriye yönelik umut ve hayallerle birlikte yeni kök salmaya başlayan bir şahsiyet geliyor T Yaşlanan ağaçların meyvelerinin küçülmeye başladığı, eski verimini kaybetmeye yüz tuttuğu, gövdelerinde oyukların çoğaldığı, gövdesinde asalak bitkilerin boy gösterdiği gibi, içinde yaşadığımız dünya da bir taraftan kendisi yaşlanırken, diğer taraftan hizmetine sunulduğu insan nesli de yaşlanmaya, gariplikler sergilemeye başlamıştır... Dünyanın ve insanlığın yaşlı çehresine rağmen yurdumuzun genç nüfûsunu koruyan birkaç ülkeden biri olduğu ve bu yönüyle, kapısında yıllardır boynu bükük, neredeyse her alanda teslimkâr durduğumuz, içeri alınırız ümidiyle ayrılamadığımız Avrupanın uykularını kaçırdığı bilinen bir gerçektir. Bu durum, bir çok ülkenin geleceğine yönelik endişeleri sebebiyle adam ithal etmeye başladığı bir dünyada, anlayanlar, geleceğe yönelik iyi umutlar besleyen ve basîretli planlar yapanlar için elbette büyük nimettir. Genç nüfusun varlığının nimet olduğunu söylerken içimizin dolu dolu olmadığını, kalbimizin acıyla burkulmadığını, zaman zaman öfkeyle dolmadığımızı söylememiz mümkün değildir. ·Milyonlarca gençlik hedefsiz, gayesiz, umutsuz, emelsiz dolaşırken acı duymamamız mümkün müdür? ·Âhireti unutturulmuş, dünyası karartılmış, çökertilen sis, toz ve dumanla yarını perdelinmiş bir nesli seyretmek insan gönlüne haz verebilir mi? ·Okumak, ilim dağarcığına bir şeyler yerleştirmek için çırpınan bir nesil, elinden tutanı bulumazsa, kendine yol gösterecekler yolu bilmezse, ümitleri, hayalleri yaylım ateşine tutularak birer birer yok edilirse, önünde zâlimce açılmış çukurlar, uçurumlar, kurulmuş tuzaklar görürse, onun düştüğü bu durum bizi yaralamaz, öfkelendirmez mi? Yaratıcısının emri gereği başını örten bir genç kızın takdir edilmesi gerekirken; "yaratıcısını bilen, onun kullarına hizmette kusur edemez, gönlünde çirkin duygular dal budak salamaz" gerçeği ters yüz edilirken, okuma hakkı elinden alınırken, binlercesinin önüne de aşılmaması için bütün tedbirleri alınmış setler çekilirken hayata gülen gözlerle bakmak mümkün mü? Onların gözyaşlarını zevkle seyredecek kadar vicdansız mıyız? "Ya istikbalini kaybeder, ya da Allah'a isyan edersin" diyerek kendilerine ölümlerden ölüm beğendirecek kadar izânsız mıyız? Yahut bütün bunlara aldırmayacak, yapılanları hoş karşılayacak, umursamıyacak kadar taş kalpli, boş kalpli et ve kemik yığınları mıyız? T Ancak benim asıl anlatmak istediğim, kalemimin beni sürükleyip getirdiği, insanlıktan nasibi olan herkesin duyarsız kalmayacağı bu nokta değil. Benim bu satırlarda sizlerle paylaşmak istediğim; "gençliğimizi ciddi bir eğitimden geçirmediğimiz" gerçeğidir. Kabiliyeti ne olursa olsun, hangi mesleğe yönelmek isterse istesin, hevesi ne olursa olsun... onlarla İslâm adına temel bilgiler vermediğimizdir. Buna yönelik ciddi bir çalışma yapmadığımızdır. Şahsiyetleri oluşurken, kasları, kemikleri, vücut azâları yerli yerine otururken, onlar gibi fikir ve bilgi taşları da onun hayat binasında yerlerini alırken, iki cihan saadetlerine temel olacak bilgileri de gereken yerlere yerleştirmediğimizdir. Yasaklar, dayatmalar ve tehditlerle bunalan ve sadece imanı kurtarma kaygısına düşülen günler geride bırakılıp İslâma yönelme, Mevlâ'ya gitme aşkı yeni bir heyecanla damarlarda dolaşmaya başladığı yıllarda "Milli Selâmet Gençliği" veya "Müslüman Gençlik" kimliği adı altında binlerce gencimiz oldu. Kısa sürede konferans salonlarına, spor salonlarına, Miting meydanlarına sığmaz hale geldiler. Bu, hasretin, gayretin; bu, Mevlâ'nın verdiği bereketin bir neticisiydi. Gerçekten o günlerde aşk ve şevk vardı, azim vardı, akla durgunluk veren fedâkarlıklar vardı... O yılların hatıralarına dalıp, gitmekten kendimizi kurtarmaya çalışarak söylemek istediğim bir şey var: "Biz binlerce gencin, İslâmi duygularla yeşermesine, çirkefleri, bataklıkları bırakıp Hakka yönelmesine, hedefsizlik ve gayesizlikten kurtulup ulvi gâyeler edinmesine, her şeyi devirmek hırsından kurtulup dirilmesine, yıkıp-yakmaktan, meyhanelerden, diskolardan kurtulup, câmilere, kütüphanelere, dergahlara girmesine; İblise uşak ve hizmetkârlarına maşa olmaktan kurtulup Allah'a kul, Rasûlüne ümmet olmasına sebep olduk. Ancak bir şeyi yapmadık. Biz onları eğitmedik. Yaptığımız çok güzeldi; ancak onu tamamlamadık, yarım bıraktık. İslâma gönül veren gencimiz, eksiklerini, imkanları derecesinde kendi tamamlamaya çalıştı. Gönül birliği yaptığı, sevgi duyduğu bir ağabeyinden bilgi almaya, onun tavsiye ettiği kitapları bulmaya, onlardan bilgi devşirmeye gayret etti. Bir hoca buldu, bilgi alabilmek, bir şeyler öğrenmek için onun dizi dibine çöktü, onun yanına gidip gelmeye başladı. Seminerler kovaladı, konferanslar takip etti, yazarların özel sohpetlerine gitti. Cemiyet, vakıf dergâh buldu, yitiğini orada aradı. Bir yurda yerleşti, oradaki kardeşleriyle kaynaştı, arayışını orada sürdürdü. Bazen ne aradığını bile bilemedi. Gazete okudu, dergi okudu... Derebildiği kadar, kendi imkan, anlayış, kavrayış kapasitesi kadar bilgi edindi... Belki; didindi, gayret etti, çok şey öğrendi. Ancak ortada bir gerçek vardı; edindiği bilgiler derli toplu değildi. Belli bir basamaklama, plan ve program çerçevesinde de değildi. Kısaca gencimiz, eğitilmedi. T O, bir parıltı, bir ışık yakalamıştı, ona doğru gitmeye çalıştı. Bilgileri köklü olmadığı için bocaladığı, sarsıldığı, akıntılara kapılıp sürüklendiği anlar oldu. Mesela, İran inkılâbı, gençliğimizde fırtınalar estirdi. Kendilerini selefî olarak adlandıranlar, içimizde çalışma zemini buldu. Hümanist duygu ve düşüncelerle, hırçın tavırlar; aşırı hürmet duygularıyla, hiçbir şey beğenmezlikler; İslâm adına söylenen her şeyi -doğru olsun, yanlış olsun- kabullenişler; herşeye tenkit gözüyle bakışlar gibi zıtlıklar meydanda kol gezdi. Dalgalar üzerindeki küçük dalgalar gibi ayrıca kabaranlar, köpürenler, esen rüzgarlarla yön değiştirenler oldu. Eğer biz, ifrat ve tefritten (aşırılıktan) uzak, Rabbimiz Rasûlü'ne nasıl vahyetti, o da ümmetine nasıl tebliğ etti, nasıl yaşadı, nasıl öğrettiyse; ilim, irfan ve ihlasla yoğrulu alimlerimiz bu bilgileri asırlar boyu nasıl ince bir titizlikle ördü, işlediyse öylece öğretmeye çalışsaydık, gençliğimize temel bilgiler verseydik bu sarsıntıların çoğu şüphesiz yaşanmazdı. Onları saf ve berrak bilgilerle yoğursaydık, elbette onlar da birbirine perçinlenerek sarsılmaz bir kale meydana getirirdi. Bu hedefle, iki üç basamaklı "temel bilgiler kitapları" ve bunları besleyici yan kitaplar hazırlansaydı; halkalar oluşturarak gençlerimizi aynı bilgilerle yoğrulsaydı, bu bilgilerin her satırından güven ve samimiyet fışkırsaydı inanıyorum ki çok şeyler değişirdi. Bu kitaplarda sevdirici, akıcı bir üslübla, ilmî gerçekler göz önünde tutularak, sağlam kaynaklara dayanarak inanç sistemimiz, diğer dinlere, fikir akımlarına, cereyanlara bakış tarzımız, bu konulardaki temel ölçülerimiz, bir İslâm fıkhında nelerin yer aldığı, ibâdet şuurumuz, âile hukukumuz, ticaret hukukumuz, ekonomik sitemimiz, diğer sistemlere bakış açımız, devletler arası hukukumuz ve daha niceleri aktarılsa ve bütün bunlardaki temel dayanaklarımız bir hukukçu ve davetçi üslubuyla kaleme alınsa gencimizin kendine güveni ne kadar artar, ne kadar sarsılmaz hale gelirdi? Elbette ki insanların yaratılış farkları vardır. İnce ruhlu, zarif davranışlı, sportif, sert tavırlısı vardır. Latifeleşmekten, nüktelerdeki incelikleri yakalamaktan hoşlananı vardır, ciddî tavırlısı vardır. Tarihten, edebiyattan hoşlananı vardır, fizik, matematikten hoşlananı vardır. Sanattan hoşlananı vardır, kırlara açılmaktan, sarp yamaçlarda sekmekten hoşlananı, vaâdilere yüksek tepelerden bakmaktan hoşlananı vardır. Tıbbi bilgilerden hoşlanan vardır, ziraatten hoşlananı vardır. Şiir seven vardır, fikri derinlikleri olan eserlerle içiçe olmayı isteyen vardır. Ancak, zevkleri, fıtratları ne olursa olsun, aynı temel bilgilerle donanmak onlarda fikrî yakınlıklara vesile olacak, bunlara ilâve edilecek bilgileri birbirlerine daha rahat aktaracaklar, ortak noktalarda daha rahat buluşacaklardır. Bu temel bilgiler, kendilerine güven verecek, diğer eserlerden de daha rahat istifâde edeceklertir. İstedikleri konuda bilgilerini genişletme imkanı bulacaklar, ters esen rüzgarlar, ters akıntılar onları kolay kolay savruramayacak, sürükleyemeyecektir. Bu bilgiler, davranışlarına, konuşmalarına tesir edecek, sohbetler, karşı görüşte olanlarla fikir tartışmaları daha anlamlı ve faydalı olacaktır. Allah Rasûlü'nün (s.a.v); "Eğer bir topluluk, Allah'ın evlerinden birinde toplanır, Allah'ın kitabını okur, onu anlamaya çalışır, aralarında müzakere eder, ilim ve irfanlarını genişletirlerse üzerilerine huzur, sükûnet ve vakar iner, onları rahmet kaplar, melekler kuşatır ve Allah, onları katındaki melekler arasında anar;" (Sahih-i Müslim, Zikir (4/ 2074)) buyurduğu gibi huzur, sükûnet ve vakar insanları kuşatacak, rahmet kopyalayacak, Mevlâ'nın feyz ve bereketi tecelli edecektir. Artık dış dünyada cereyan eden olaylara böyle bir bilgiyle değerlendirecek ve ona göre hareket edecektir. T Zikr-i Hakîm'de; "Dünya hayatını (ve geçici zevklerini, hırslarını) ahirete tercih edenler, bütün planlarını dünya haayatına göre yapanlar, Allah yolundan alıkoymaya çalışanlar, hak yola sırt çevirenler ve hak yolun eğriliğini isteyenler, hak dini çarpıtıp çirkin göstermeye çalışanlar var ya, işte onlar derin bir sapıklık içindedirler." (İbrahim, 14/ 3) buyuruluyor. Bu âyet-i kerîmede, Hak yola sed çekenler, olarak tasvir edilenler, eğer hakka giden yolu tıkıyorsa, onları açmak; hak dini eğri, çarpık, yanlış göstermeye çalışıyorsa, doğrusunu öğrenmek, başkalarına da aktarmak; çalışmaya meydan vermiyorlarsa, çalışmanın bir yolunu bulmak zorundayız. Her geçen gün bir kayıptır ve biz bu konuda hâlâ aynı noktadayız, unutmayınız!


Dr. Şerafettin Kalay