Bir yılımın, yıllarımın muhasebesini yaptım bugün.... Topraktan, çanak çömlek, söğüt ağacından düdük, ağaç kabuklarından araba, kardan adam yapan çocukluğumun masumluğu vardı yüzümde. Şaşırdım... Düşündüm... Uzun zaman hem de... Saatlerce. Bugün içinde bulunduğum bütün realitelerin oyun ya da hayal olumasını diledim. Emek vermeden kavuştuğum bütün modern yaşam standartlarının, yürek terazimde fiyatı biçilmiş bir emek omasını arzuladım.

Gündelik yaşamda beni ziyadesiyle oyalayan oyuncakların ve oyunların dijital boyutlarınına kendini kaptıran adamlığımın masal kahramanı olmasını diledim. Yine yüzleşmekten çekindim; aynadaki suretimle, yeniden... Hele kavuşmak için yaklaştığım, yaklaştıkça uzaklaştığım hayallerim; onlar olması gereken yerden ne kadar da uzakta. Bu uzaklık ne kadar da ürkütücü...

Gerçeğin ben içinde bizi bulmuş, bir olmuş birlik halinde gülümseyen koca bir tebessüm olmasını diledim. Tebessüm... Ne sıcak bir kelime. Bir ömrün özeti gibi bütün iyi işlerden ve yüzümüze masumluk damıtan çelik-çomak oyunlarımızdan arta kalan son yürek hatırası son hayat kırıntısı... Ya unutursak, onu da. Ya avunacak oyunlarımız kalmazsa, geçmişimizden bugüne yansıyan. Ve oynarsa hayat en ağır oyununu ve düşerse emeksiz toprağın koynuna hayatımız nice olur halimiz..

Mutluluğun adresini modernizme soran ve daha fazla mutluluk yönüne giden günümüz insanının dünyasına damıtılan zehiri şerbet diye büyük bir keyifle yudumlamaktayız... ne acı(k)lı.

İnanın yarınımızda insanın kendini mutlu hissettiğini sandığı şeyler modern yaşam koşullarının, hazırcılığın, kolaycılığın peşinden sürüklenen ve boşluklara bırakılan hayatlardan başka bir şey değildir...

Bir görüntü karesinde iki farklı obje. Sanalla gerçek aynı karede. Kurtla kuşun dost olduğu görülmüş mü? Tezata düşen yanlarımızı düzlüğe çıkaracak sihirli eller, her gün bir oyuncağın esaretinde kalmışsa bize de korku düşer..

Biliyor musunuz her zamankinden çok korkmaya başladım ölümden. Son nefesimde yüzümde bir tebessümle veda edemezsem şu dünyaya, olmazsa yüzümde gerçeğin bir parçası... Ürkmeye başladım... Öyle ''ölümden kormak mı peh'' diyen dalgacıların asıl korkaklar olduğunu düşünüyorum.

İsimlerimizin başındaki Herşey nasılda hiçbir şey olur göremeyen gözler için. Yerinde söylenmeyen söz gibi nasıl da zehirli bir ok olur saplanır böğrümüze.. Sorular ve hayretin ifadesi ünlemlerden oluşan bir yaşam... Korkmamaktan korkan bir maceraperest, bir hayat sahibiyiz birçoğumuz...

Son çıktığım şehirlerarası bir yolculukta hayatın bir zaman aracına binip ilerlemek olduğunu düşündüm. Doğduğumuzu gün başlıyoruz seferiliğimiz. Büyümek için zaman aracında ilerliyoruz; her canlıyla birlikte. İlerlerken değişik duraklar uğruyoruz. Çarklar elimzdeki güzellikleri erit mek için dönüyor...Son duraklarına varan yolcular bize bırakarak bütün madde bağımlısı yanlarını terkediyorlar koltuklarını bir bir... Onlar dönemeyecekleri bir zamana giderken.. Biz, hep bir başka durağa gitmenin hırsını taşıyoruz benliğimizde. Kimi duraklarda zenginlik, kiminde fakirlik görüyoruz. Kiminde acılar değer böğrümüze, kiminde bir baldıran zehri damıtılır yüreğimize... Keder, sevinç, mutluluk ya da sebepsiz ölümler görüyoruz.

Bazen akrep zehirliyor yelkovanı; bazen yelkovan akrebin ateş çemberi olur. Ve akrebin çaresi yoktur ya ölümü seçecektir ya da ölümünü... Aslında biz bütün yolculuğumuzu öleceğimiz şehri bulmak için yaparız.

Ölümden kaçan insanlar aslında ölüme koşanlardır (ne güzel) ve güvercinlerimizin kanatları kırıldıkça uçtuklarını sanıyoruz. Bakışların arasından düşüşler sırıtırken, alaycı taraflarıyla daha fazlasını isteyen bir hevanın kucağında esirizdir aslında. İlerledikçe büyür; büyüdükçe daha fazlasını ister kazanır, kaybedersiniz.

İlerledikçe biriktirir, biriktirdikçe paylaşmayı unutur, unuttukça unutulursunuz... Son durağa yaklaşılır ve anons yapılır: "Hazırlanın şu görünen köyde yol bitiyor." Ürperir irkilirsiniz; nasıl da alışmıştınız yolculuğa hiç bitmeyecekmiş gibi gelen yolculuk ne çabuk geçmişti. Üstelik yanınızda olan herşeyi yola devam edenlere bırakarak inmek son durakta.. Çünkü varılan son şehir ölünen şehirdir...

Bizi uyutmak için ninniler söyleyen sahtekar sahiplerimizin, biz uyuduktan sonra esaretimize sırıttığını ve kahkahalarının kulaklarımızı sağır ettiğini biliyor musun? Saatlerin yalnız karanlıkları aydınlığa birleştirmeye yaradığını da nereden çıkardın? Uğradığın bütün duraklarda, bütün mevsmlerde, büyüdükçe büyüttüğün bir anlam hazinen yoksa geride bırakacağın bütün duraklardan bir pay düşmeyecekse son durağına aydınlığın nasılda karanlıkla birleşip zifir olduğunu göreceksin...

Deniz kumsalında, saatlerce yüzünde bir tebessümle yaptığı kumdan kalelerini bir dalganın çarpışına teslim eden çocuk gibi ağlamak istemiyorsak, hepimizin sesimizin içindeki söze yön vermesi lazım...

Hepimizin güneş değdiğinde parlayan aydınlık yanları olduğu gibi, güneşin dahi parlatamadığı karanlık yanlarıda var... Hepimizin kaçmak istediği korkuları ve ayrılmak istemediği sevinçleri var. Ama ortada bir gerçek daha var. Işıkları gölgeleyen (şeyleri) ışık kaynağı sanıp da peşinden gidersek, en güçlü kalelerimizi, kendi elimizle teslim ettik demektir....

Korkup sevdiğimiz, iğrenip beğendiğimiz, istediğimiz halde kaçtığımız herşey aynı görüntü karesinde birleşip bizleri bilinmez bir sona kovalıyor. Dostum, gözlerini açabildiğin kadar aç ve görebildiğin en uzak noktaya bak... Sonra gözlerini sıkıca kapat... kapat...kapatt... Herşey nasıl da hiçbirşey olduğu..

Ya gözü açıkken, çölün aldatıcı yakıcılığını serap sanan sahtekarlığımız. Söyleyin Allah aşkına en masum tavrınızı takınsanız ne kazandırabilirsiniz son durakta kendinize... En yüksek naralarla ve avazınızın çıktığı kadar bağırsanız ne değişecek? Adınız kayıt defterinden düşülmek için işaretlenmiştir. En iyisi mi ölüm meleği adımızı söylemeden ölmek yakışsın bize. (Ölmeden önce ölelim ölesiye). Belki ancak o zaman dudağımızın kenarında küçük bir gülümseme oluşur, geride bıraktıklarımız gülümseyen resimlerimize bakarak gülümseyerek gitti derler. Biten hayat işte fotoğraf çektirir gibi, su içer gibi uyur gibi, düşünür gibi geçer anlık telaşelerle.. Biz bütün yolculuklarımızı öleceğimiz şehri bulmak için yaparız? Asıl şaşıramadığıızsa öleceğimiz şehri bilmeden bilinmeyen bir yolculuğu kabullenmiş olmamız. Ne garip değil mi, kaçarken yaklaşır yaklaştıkça uzaklaştığımızı düşünürüz. Ve biz sonunda kaçtığımız şehirde ölürüz...

Çünkü varılan son şehir ölünen şehirdir.?