Emin Osman UYGUR

İlim yolcusu, beyne dâir makaleleri okudu, görüntüleri inceledi. Seyahatine dâir notlar çıkardı. Beyin fakülteleri içinde seyahat çok zevkli ve aynı zamanda hayret vericiydi. Beynin tamamını dolaşmak için bir ömür yetmez herhalde. Bu yüzden bu seyahatte beyne dâir birkaç dikkat çekici özelliğe ve beyindeki dimağ sistemine kısaca bakmayı düşündü.


Beynin en dışını "kabuk" mânâsına gelen korteks kaplamakta. Beyin korteksinin yüzey alanı yarım metrekareye yakın. Burada yaklaşık 100 milyar sinir hücresi var. Burası hafıza, düşünme, karar verme vb. insana has entelektüel kabiliyetlerin merkezi kabul ediliyor.

Frontal korteks denen en ön kısım, hususiyetle kişilik ve zekâ ile ilişkili. Hareketlerimizin karmaşık kalıp ve sırasını plânlamakla görevlidir. Hareketler için gerekli bedenin pozisyonu bilgisini alır. Uzun süreli, yani ileriye dönük kompleks düşünce işlemleri için gereklidir. Düşüncelerin işlenmesi ve olgunlaştırılması, her yeni düşüncenin analizi burada yapılır. Frontal korteksin arka kısmı, el becerisi, konuşma ve baş hareketleri başta olmak üzere bütün hareketlerimizin plânlandığı yerdir. Frontal korteksin arkasında orta üst kısım, parietal kortekstir. Parietal korteksin ön kısmı, dokunma başta olmak üzere vücut duyularının sonlandığı, algılandığı ve yorumlandığı sahadır. Şakak bölgesinde bulunan temporal kortekste, işitme ve en arkada bulunan oksipital kortekste de, görme algılanır ve yorumlanır.

Yüz milyar sinir hücresi her ân faaliyet içinde, ama hiç ses yok... Sinyallerin bini gidip bini geliyor. Veriler saniyenin alt birimlerinde değerlendiriliyor, gerekli yerlere uyarılar gönderiliyor. İrade, istek ve niyetler, bu merkezde çok hızlı bir şekilde değerlendirilip fasılasız harekete çevriliyor. Sesler, görüntüler, bilgiler bir merkezde toplanıyor. Milyarlarca beyin hücresi, çok sistemli bir şekilde birbiri ile irtibatlı olarak çalışmasını devam ettiriyor. Beyinde yapılan işler, günlerle, saatlerle değil; ancak saniyelerle, saliselerle ifade edilebilir. Bu sebeple hareketlerimiz arasında hiç kesinti olmadan günlük işlerimize devam edebiliyoruz. Meselâ aynı anda; düşünüyor, konuşuyor, görüyor, işitiyor ve araç kullanabiliyoruz.

Şu ân hipotalamus bölgesindeyim. Burada vücut ısısı kontrol ediliyor. Hayatımızın devamı için 36,7 oC'ye ayarlanmış bir termostat gibi çalışan hipotalamus, vücut ısısı düşmeye veya yükselmeye başlayınca hemen devreye giriyor ve ısı ayarı yapıyor. "Her şeyin en iyisini yapan Allah (celle celâluhu) ne yücedir." demekten kendimi alamıyorum.

Vücut ısısı yükselmeye başladığında, beyinden gelen sinyalle damarlar genişlemeye başlıyor. Böylece derideki ısı, kat kat artırılabiliyor. Vücut ısısı daha fazla artarsa, yani ateşlenme hâli olursa, vücuttaki birçok mikroorganizma için hayat son buluyor. Yüksek ısıda demir, çinko ve bakır miktarları azalırken, bakterilerin ve kanser önleyici lenfositlerin de çoğalması çok ilginç... Bu durum ateşin, beyne zarar verecek dereceye gelmedikten sonra, tehlikeli değil, aksine faydalı olduğunu gösteriyor. Soğukta ise, yine beyinle irtibatlı olarak damarlar daralarak, deriye giden kanı azaltıyor ve ısı kaybı en aza indiriliyor.

Beyin loblarının çalışmaları ile burun delikleri arasındaki münasebeti takip ediyorum. Burun deliklerinin ikisinin de aynı oranda nefes almadığı gerçeği çok dikkatimi çekiyor. Burun delikleri, yirmi beş dakika ile sekiz saat arasında nöbetleşe çalışıyor. Burun deliklerinin bu çalışma sistemine, burun mukozası altında bulunan sinir uçları ile beynin çalışması tesir ediyor. Nefes sol burundan alınıyorsa, sağ beyin; sağ burundan alınıyorsa, sol beyin aktif oluyor. Veya şöyle de denebilir. Sağ burun nefes alırken, sempatik sinir sistemi, sol burun aktifken parasempatik sinir sistemi daha aktif oluyor.

Demek heyecanlandığım veya korktuğum zaman sağ burnum, daha fazla çalışıyor. Bu durumda sempatik sinir sistemim, daha aktif oluyor. Duyarsız ve dingin olduğum zamanlarda ise, sol burnum aktif hâlde. Heyecan, endişe anında sağ burnumu kapatıp, sol burnumdan nefes alarak heyecan unsurumu azaltabilirim herhalde.

Vücudumuzda bir fabrika gibi çalışan hücreler; glikoz, yağ asidi ve aminoasitleri enerji kaynağı olarak kullanabiliyor. Ancak beyin hücrelerimizin, sadece glikozu enerji kaynağı olarak kullandığına şahit oluyorum. Acaba öfke ânında beyinde glikoz miktarı azalıyor mu? Güzel duygularla dolu bir kalb, beynin glikozunu artırıyor mu? Burada aklıma bazı sorular geliyor; "Şeker gibi bir insan olmak için ne yapmak gerek?" Veya şeker gibi insanların artması, toplum aklını, hafızasını iyi yönde etkiler mi?

Beynimdeki hücrelerin, oksijen ve glikozla çalıştığını öğreniyorum. Bu durumda kan şekerinin azalması, beyin için tehlike çanının çalması demektir. Yine beyin hücrelerimize insülin olmadan da glikozu kullanabilme kabiliyeti verilmesi İlâhî İrade'nin en bariz işaretlerinden biri olarak karşımda duruyor. Bizi yaratan Zât-ı Zülcelâl, beynimizin glikoz ihtiyacı için şartları alabildiğine kolaylaştırmış. Yoksa az bir insülin eksikliğinde beynimiz büyük tehlike altına girecekti.

Beyin seyahatim sırasında beni etkileyen başka bir gerçek de, vücudumuzdaki bütün hücreler, yağ asitlerini kullanırken, beyin hücrelerinin bu asidi kullanmıyor olmasıdır. Beyin hücreleri, ancak uzun süren açlık durumunda bu yağ asitlerini kullanmaya başlıyor. Özellikle oruç ibadeti esnasında beynin bu yağları kullanarak enerji sağlaması çok özel ve üzerinde tefekkür edilecek bir durum diye düşünüyorum ve bir defa daha gönülden O'na (celle celâluhu) şükrediyorum.

Beyindeki mikroskobik reseptörler dikkatimi çekiyor. Bu reseptörler, tedavide alınan ilâçlar için yaratılmış sanki. İlâçtan çıkan moleküller, reseptörle birleşip hücre içine giriyor. Bütün hamd ve minnet, o reseptörleri göreve hazır bekleten Allah'adır (celle celâluhu). "İlâç içtim iyi oldum." demek ne kadar kolay ve ucuz... Vücudumuzda meydana gelen ağrıların dindirilmesi için beyinde, dışarıdan alınan morfinden bir milyon kat daha güçlü olan opiyat sisteminin varlığını öğrendiğimde, kendimi yeni bir hayret ufkunda buldum. Allah'ın (celle celâluhu) bir lütfu olarak bu sistem sayesinde biz birçok ağrıyı hissetmeden rahat bir şekilde hayatımızı devam ettirebiliyoruz.

Şimdi vücudumuzun tansiyon (kan basıncı) seviyesini kontrol eden "vazomotor" adı verilen merkezdeyim. Çok kritik bir müdahale merkezi... Vücudun kan basıncı ile alâkalı sürekli bilgiler geliyor. Tansiyon düşmesi hâlinde, bu merkezden sempatik sinir sistemine uyarı gönderiliyor. Bu sinyaller kalbin daha hızlı ve güçlü çalışmasına vesile oluyor. Bu arada atar ve toplardamarlarda daralma meydana geliyor. Böylece düşen tansiyon yükseltilerek dengeleniyor. Tansiyon yükseldiğinde ise, bunun tam tersi bir sistem devreye giriyor.

Duyu organlarımızın ve bütün vücudumuzun çalışması, beynin fonksiyonlarını yerine getirmesine bağlanmış. Beyin ise, oksijen ve glikoz ile çalışmasını devam ettiriyor.

Sağ ve sol olarak ikiye ayrılan ve vücudun çalışmasının kontrol görevi verilen beyin, taklidi yapılamayacak kadar mükemmel ve kalb gibi iki yönlü çalışan harika bir sanat eseridir. Kalbin et parçası olan kısmı, kan devridaimini sağlarken, ruha bakan ve nazargah-ı İlâhî olarak meşhur yönü de iman noktasında, meselâ vicdana, merhamete dâir, önemli bir görev yapmaktadır.

Beyin; loblar, sinirler, korteksler gibi bedene ait yönlerinin yanısıra; dimağ adı altında akıl, şuur, hayal gibi cevherleri ile ruha ait yönümüzü de temsil ediyor.

Beynin duymayı, görmeyi, hissetmeyi, tatmayı, algılayıp bazılarını kalıcı hâle getirmesi, onun maddî boyutta hayatımızı şekillendirmesi adına çok önemli olduğu bir gerçektir. Ama bu kadar mükemmel bir sanat eseri, sadece maddî bedenin yaşaması için yaratılmış olamaz. Ondaki fikir, akıl, irade gibi nimetler, daha çok kalbin içinde nur olarak bulunan iman ile irtibatlı olarak çalışınca yerinde kullanılmış olmaktadır. Yani "Fikir nuru, kalbin ziyası ile birleşmezse karanlık olur."

Hayal, tasavvur, taakkul, tefekkür, izan, irade, hafıza ve ilim gibi birçok insanî faaliyetin merkezi olan beyin; tek başına Allah'ın (celle celâluhu) birliğine ve harika sanatına işaret etmektedir. Ve beyindeki dimağ adlı âlem, gül yaprakları gibi iç içe girmiş birçok bölümden oluşmaktadır.

Dimağ, vücudumuzda ilmin merkezi olarak bilinir. Bu yüzden burada mükemmel bir sistem işlemektedir. Dimağa hayal kapısından girilir. Bu vadide gerçekler yoktur. Hayatlarını burada yaşayanlar, boş hayallere takılıp heba oluyorlar. Bu vadiden renkler ve biçimler dünyası olan tasavvura geçiyoruz. Burada takılıp kalanların da ilimden nasipleri olmuyor. Sonra akıl meydanı var. Bu meydanda insan hayrettedir, kararsızdır. Akıldaki malûmatlar tasdik bölümüne gönderiliyor. Tasdik edilen bilgiler iz'an hâlinde kişiye mal oluyor. Burada iman emareleri belirmeye başlıyor. İltizam bölümünde ise, malûmata taraftarlık başlıyor. Bu taraftarlık zamanla itikada, kesin bir imana dönüşüyor. Yani dine sımsıkı sarılma, itikat dairesinde oluyor.

Aklın yol göstericiliği, iradenin sağlam duruşu, hayalin niyetlere şekil vermesi, tasavvurun eşyayı bir film gibi izleyebilmesi, şuurun insanı kendine getiren gücü, fikrin tefekkür boyutu... İnsan, bunlar ve daha fazlası ile bilgi boyutuna çıkarak hayatı mânâlı ve yaşanır hâle getirebilmektedir. Demek beynimiz, vücut sarayının kontrol merkezi olduğu kadar, bilginin de merkezi durumundadır. Bilgi de beyindeki hafıza melekesine bağlıdır. Bu meleke, aynı zamanda bütün insanların amellerinin kaydedildiği Levh-i Mahfuz'a da işaret etmesi açısından önemlidir.

Netice olarak, vücut sarayımızın idaresinde çok önemli bir görev bahşedilen beynimiz, ruhumuzun inkişafı için de vazgeçilmez bir hazinedir. "Beynimizin sadece yüzde onunu mu kullanıyoruz, beyin yeni durumlara göre yeni biçimler üretir mi?" gibi farklı sorularla düşünürleri asırlardır meşgul eden bir cevher olan beyin, kalbdeki iman adlı nur ile birleşince ancak, ruhun hakikat vadisinde seyran etmesine vesile oluyor.