Üç Kap

Horasan’ın Merv şehrinde Milâdî 700’lü yıllarda yaşayan bir kadı, bugünkü anlamıyla bir hâkim yaşardı. Bu kadı, malı mülkü yerinde, hatırı sayılır bir insandı. Tabi böyle varlıklı bir kimsenin şehrin dışında bir de üzüm bağı vardı.

Kadı bir gün: “Bunca meşguliyetim arasında bu bağın bakımını nasıl yapabilirim?” diye düşünürken, aklına geldiği üzere hemen şehrin köle pazarına gitti. Toprak işlerinden anlayan Mübarek isminde bir köle satın aldı. Henüz baharın merhaba demediği, tabiatın yeşillenmediği kış günlerinin sonlarında yeni kölesi Mübarek’le bağın yolunu tuttu.

Kölesine yapacağı işleri tarif etti. Zaten toprak işlerinden anlayan köleye: “Görüşmek dileğiyle” deyip ayrılarak şehre döndü.

Kadı şehirdeki işinden fırsat buldukça, şehrin dışındaki yeşil vadinin, bağ evinin yolunu tutuyor, temiz hava alıyor, dinleniyor, kölesi Mübarek’in yaptıklarını kontrol ediyor, yapması gerekenleri tembihliyor, böylece günler haftaları, haftalar ayları kovalıyordu.

Günler güz mevsimine dayanmıştı. Yine bir gün Kadı Efendi:

“İşlerden iyice bunaldım. Bağda üzümler de olgunlaşmaya başlamıştır, bu gün bağa gideyim” dedi, sonra da yola revan olup bağa vardı.

Bağda çalışan kölesi Mübarek, epeydir görmediği efendisini içten gelen bir muhabbetle karşıladı. Biraz oturup hasbihâlden sonra, Kadı Efendi:

“Mübarek! Bağa iyi bakmışsın. Üzümler de maşAllah öbek öbek, salkım salkım, tevekleri, kütükleri doldurmuş, şunlardan biraz tadayım,” dedi.

Mübarek derhal kalkıp, bağda o tevek senin bu tevek benim hesabı, sarı sarı salkımları elindeki sepete koymuş, getirdi.

Kadı Efendi: “MaşAllah, bu ne güzel üzümler böyle, Bismillah diyerek atıştırmaya başladı.” Ama istediği tadı yakalayamadı. Bunun üzerine Mübarek’e dönerek:

“Oğlum Mübarek! Şunların daha tatlıları yok mu, onlardan getirsene.”

Mübarek hemen: “Peki efendim” diyerek, bağın daha derinlerine daldı. Daha tatlılarını seçmek için adeta özen gösterdi. Dikkatlice inceleyerek bir kaç salkım daha kopardı efendisine takdim etti.

Efendi bunlardan da birkaçının tadına baktı. O da ne? Daha da ekşi, tatsız. Bunun üzerine Mübarek’e biraz da tatlı sert çıkıştı:

“Oğlum Mübarek, bunları koparırken tatlı olup olmadığını adam ağzına alarak tadar, bakar öyle getirir. Sen bunların tadına bakmadın mı hiç?”

Mübarek: “Hayır Efendim, ben hiç birisinin tadına bakmadım,” dedi.

Efendi: “Ne demek bakmadım, yani sen bu bağdan hiç üzüm yemedin mi?”

“Hayır Efendim. Siz bana bu görevi verirken bağdaki üzümlerden yiyebilirsin, demediniz ki; sizin izniniz olmadığından ben de ‘haramdır’ diye bağınızın üzümünden yemedim.”

Bu cevap karşısında Kadı Efendi, takdirkâr şaşkınlığını belli etmemeye çalışarak, hayran hayran bu; vücudu köle, ama ruhu efendisinden daha “hür” ve tenezzülsüz, asil, insanı seyre daldı.

Kadı Efendi atıyla evine dönerken aklından bin bir düşünce geçirdi. O günlerde şehrin itibarlı aileleri evlilik çağına gelmiş kızını istemektedirler. Talip olanların makam-mevki sahibi saygın kişiler olduğunu bilmektedir. Ama hiçbirisinin Mübarek kadar asil ve takva davranışlı olamayacaklarını da düşünmektedir. Onun için de yolculuk boyunca geliştirdiği, kızını kölesine verme fikrini eşiyle paylaşmaya karar verdi. Eve gelince başından geçen olayı ve düşüncesini eşine açtı:

“Hanım! Peygamberimizin evlilikle ilgili tavsiyeleri malûmundur: ‘Kadınlarla (ve erkeklerle) dört hasleti için evlenilir; malı için, asaleti için, güzelliği için, dini için, sen dindar olanı tercih et, mesut olursun.’ (İbn-i Mace, nikâh: 6) buyuruyorlar. Bizim Mübarek işte böyle birisi, ne dersin?”

“Efendi! Bu işler ikimizin kararıyla olmaz ki, kızımızın rızası esastır. Asıl onunla konuşalım” diyerek, durumu kısa zamanda kızlarına aktardılar.

O da: “Siz uygun gördükten sonra ben razıyım” dedi. Kısa bir zaman sonra Mübarek, Efendisinin kızıyla evlendi.

Anne babanın gözleri kızlarının ve damatlarının devamlı üzerindeydi. Günler günleri kovaladı aradan haftalar, hatta aylar geçti.

Yine bir gün anne kızına sordu: “Kızım beyinden memnun musun?”
“Anneciğim, bir konu var, ondan başka şikâyetim yoktur. O da; biz şimdiye kadar beraber olamadık” dedi.

Annenin kafasına olumsuz bin bir kaygı, kuşku ve düşünce sökün etti. Durumu beyine aktardı.

Kadı Bey, hiçbir olumsuzluğun olacağına ihtimal vermedi, zira doğru olanı yapmıştı, “Allah Resulünün tavsiyesine uydum ve istişare ile karar verdim, inşâAllah hayırdır” diye düşündü. Uygun bir zaman ve zeminde yeni damadı Mübarek’e şu yollu sordu:

“Oğlum bunca gündür kızımla evlisin ama öğrendiğime göre henüz bir araya gelememişsiniz. Sebebi nedir bilmek isterim?” dedi.

Mübarek: “Efendim ben kızınızla evlenene kadar ne yedi, ne içti bilmiyorum. Belki haram lokma yemiş olabilir. Benim bilgi ve inancıma göre, bir insan haram yediği zaman o haram lokmanın etkisi kırk günden sonra ancak vücuttan çıkar, vücut temizlenir. Ben sizin kızınızla evlendim. Tâ ki hayırlı evlât edineyim. İstiyorum ki o evlât haram yemeyen anne ve babadan dünyaya gelsin. Ancak böyle bir çocuk hayırlı olabilir. Bu nedenle de kırk gün beklemeye karar verdim. Mazeretim budur” dedi.

Bu ifadeleri duyan kadı efendinin, damadı Mübarek’e hayranlığı bir kat daha artmıştı. Nihayet kırk günden sonraki zamanlarda Mübarek’in bir çocuğu oldu. Onun adı “Abdullah bin Mübarek” olarak tâ tebeü’t-tâbiin (Peygamberimizin ashabını görenler) devrinden bu zamana kadar anıla gelmiştir.

***
Eşi ve kendisi haram yememiş bir kölenin bu çocuğunun nasıl birisi olduğunu merak ediyor ve onunla tanışmak istiyor musunuz? Hemen internete girmenizi ve bu çocuğun hayatını okumanızı tavsiye ederim.

Efendim! İnsanların vücudunun beslendiği üç kap vardır ki; bunlara meşrû ve mübah gıdalar konarak beslenmedikçe bir insan hem ruh, hem de beden sağlığına asla kavuşamaz.

Bu kaplar: Mide, kafa ve kalptir.

Mide: Helâl gıdalarla dengeli olarak beslenmeli. Bilhassa günümüzde şüphelilerden kaçınmalıdır. Zira haram gıda giren vücudun durumu vahimdir. Vücudun bütün organlarını canlı tutacak olan, mideye konulacak olan gıdalardır. Bu gıdalar haram olursa; göz harama bakmaktan zevk alır. Dil haram konuşmayı sever. Kulak haram söz dinlemekten hoşlanır. Beyin haram düşünmekte ve kurgulamakta maharet kesp eder ve hâkeza...

Kafa: Asrın fen ilimleriyle, sosyal ilimleriyle gıdalanmalıdır. İlimler birer âlettir. Onlar hem hayra hem de şerre kullanılabilir, kullanılıyor da. İlk icat atom bombasını Japonya’da kullandıkları gibi. İlimlerin hayra kullanılabilmesi için ise, kalp devreye girer.

Kalp: Din ilimleri, ibadet, zikir gibi gıdalarla beslenmesi gerekir. Kalbin gıdasını kalbi yaratan şöyle bildiriyor: “Bilesiniz ki kalpler ancak Allah’ı anmakla (doyar) huzur bulur.” (Ra’d Sûresi 28)

Yukarıda üç kabdan kafa ve kalbin nasıl besleneceğini Bediüzzaman Hazretleri de beliğ bir tarzda şöyle vecizeleştiriyor: “Vicdanın ziyası ulum-u diniyedir. Aklın nuru, fünûn-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit birincisinde taassup, ikincisinde hile ve şüphe tevellüd eder’’ (Münâzarât)
***
Tarih boyunca olduğu gibi günümüzde de çoğunlukla şekva ve şikâyetlerin, âh-u eninlerin kaynağı bu kaplar nedeniyle değil midir?

Midesi boş veya tam doyamayanların, kafası boş ya da abur cubur bilgilerle karışık olanların, kalbi boş veya gerçek gıdasıyla beslenemeyenlerin feryadını, çevremize biraz dikkat kesilirsek çok net bir şekilde mutlaka duyarız.

Bütün insanlığın bu üç kabı meşrû ve mübah gıdalarla doldurması, yegâne gaye, temenni ve duâlarımızdır.


Muhsin Duran