Sürtünme an’ı: O şehrin kalbine değdiğim birinci dakika. Ve o inci dakikasında yazılır tüm seferlerimin kaderi. Yine öyle oluyor; ilk sürtünme nasıl ki Endülüs’te ayrılığa, Bosna’da anneanneme değiyorsa ellerim, işte diyorum okulun bahçesindeyim: Tahran’dayım… Nedense içimdeki üniversite günlerimden kalma sönmüş volkan yerinden doğruluyor gibi, işte İslam Cumhuriyeti İran’dayım…

Aslında ‘’Bilimsel Cihad ve İslam Birliği’’ toplantısına katılmak üzere geldik. Ama Eyyam-i Fatime’deyiz, Fatıma günleri, kalbimde Fatıma Zehra; çantamda Can Parçası… Ya Fatıma, Esselam sana, eteklerine geldim. Caddelerinden Zehra yağıyor, bardak boşanırcasına Tahran’ın…
İstanbul ekibinden TİYEMDER Genel Başkanı Selahattin Yazıcı Bey de benim gibi delegelerden. Caferi-Der Genel Bşk.Yard. Niyazi Şeren, sevgili arkadaşım Semail Şeren, gençlerden Kadir Carfi ve Turgut Şeren ise daha uzun bir toplantılar turu için ‘’Vahdet Haftası’’ dolayısıyla İran’dalar…
Tahran İmam Sadık Üniversitesi’nde gerçekleşen toplantının açılışını Sayın Haşim Rafsancani yapıyor. Aydınlanma Çağından günümüze çektiği çizgide; akılcılık, sekülerizm ve hümanizm üzerinden yüzleşmelere dayalı olarak yaptığı konuşması, adeta bir felsefe şölenini andırıyor. 21 Şubat’ta sona eren Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin İran ve Nükleer Güç adına uyguladığı kotayı, Büyük Orta Doğu Projesi bağlamında değerlendiriyor. ‘’Bilimsel Cihad’’ kavramını ilk kez kendisinden duyuyorum, mezhep çatışmalarının önlenmesi için her gurubun kendi iç muhasebesini ciddiye alarak başlatması gerektiğinden, liderlere ve kanaat önderlerine, yazarlara ve sanatçılara düşen görevlerden bahsediyor…
30 ülkeden 58 katılımcı gelmiş. Afrikalı profesörler haklı serzenişlerde bulunuyor, bu toplantılar için şimdiye kadar niçin harekete geçilmedi şeklinde ama ‘’tevhid’’in en üst seviyedeki politik liderler ve dini temsilciler arasında olduğu kadar akademisyenler arasında dillendiriliyor oluşu da herkesi sevindiriyor.
Lübnan’lı düşünür Üstad Fethi Yeken, ‘’İslami tevhid bilincinin en az nükleer güç kadar önemli olduğunu’’ söylüyor. İki gün boyunca sekiz oturumda, Afrika, Orta Doğu ve Asya temsilcileri, gözlemlerini, analizlerini ve tekliflerini aktarıyorlar. Büyük Orta Doğu Projesi, bölgeyi enerji santralleri üzerinden koloniyal hegamonyasına alma tehdidini hiçbir hukuk kuralı tanımadan gerçekleştirme peşinde… Beş yıl önce Irak’ı işgal ederken de nükleer tehdit yalanını ileri süren ABD, İsrail’in güvenliği ve yeni petrol imkanları için yakın hedeflerini Suriye ve İran olarak belirlemiş durumda. Kırmızı Alarm!
2002 yılında Rand Corparation tarafından yazılan raporlarda İslam Dünyasının ayrılıkçı hareketlilikleri olarak zikredilen mezhep ve meşrep çatışkısı had safhada işletilmeye çalışılıyor. Sufilerle Selefiler, Şiilerle Sünniler ve ırkçı alt kimlikler birbirine karşı alevlendiriliyor… İslam toplumları kendilerine yönelik bu tehditleri ‘’İslami Vahdet’’ potansiyelinde eritebilmeli… Aslında hareketsiz ve birikimli bir enerji olarak ‘’İslami Kardeşlik’’ bilgisi her birimizin genetik kodlarında yazılı. Ama şimdi bu atıl ve bilinçaltındaki bilgiyi kinetik enerjiye çevirmek vakti… Şimdi hareket zamanı… Uyanış zamanı! Son oturumlardan çıkışta, Şiisiyle Sünnisiyle tüm katılımcılar aynı Kıbleye dönerek, aynı Kitab’tan okuyoruz, aynı Resul’e (sav) selat ve selam ile… Eller birbirini tutmuş, aminler arşa dayanmış… Rabbim sen bizi bırakma…
Semail Hanım’la Sünni-Caferi ayırımı yapmadan İstanbul’daki pek çok sosyal faaliyette omuz omuza çalıştık. Tahran’a takribi üç saatlik bir mesafedeki Kum kentine götürüyorlar bizi arkadaşlarımız… Bu gece Erbain gecesi, yani Kerbela Faciası’ndan kırk gün sonra Ehlibeyt kızlarının Şam’dan Kerbela’ya, şehitlerinin mekanına varış gecesi. Kum, bir medreseler kenti. Hele bu gecede tüm insanlar bu kente akın etmiş gibi, sanki Müzdelife gecesindeyiz, meşakkatli bir yürüyüş. Sonra, masalsı renkleriyle, gecenin içinde açık gözle görülen kanatlı bir düş gibi Hz.Masume Türbesi’ne varıyoruz. Semail’in adeta sihirbaz torbası gibi, elini her attığında içinden gerekli hemen her şeyi bulup çıkardığı çantasından, benim için de yedek bir çador çıkıyor, geleneklere uyarak ben de başımdan aşağı çadora bürünüyorum. Hayatımda daha önce bir kadın için imar edilmiş böylesi bir aşk mabedi daha görmediğim için, 8. İmam olan Hz.Rıza’nın kız kardeşine hemen o anda ben de aşık oluveriyorum. Kimse bir şey anlatmasa da anlardım burada aşık bir kadının yattığını… Zira milyonlarca kırık ayna parçasının bir elmas gibi parıldadığı, adeta gözyaşından incilerle döşenmiş bu Cami, şimdiye kadar gördüklerimden çok farklı… İç avlusunda parlak bir havuz ve fiskiyesi var, sanki asırladır burada kaynıyor Hz.Masume’nin kalbi. Yolda vefat etmiş. Ağabeyine kavuşamadan sefer üzre teslim etmiş son nefesini. Ehli Beyt’in kaderi gibi hasret, hepsi de aşk yolunda fena bulmuş gönül erleri… Kum’a Erbain gecesi toplanmış binlerce Müslüman, asırlardır yaptıkları gibi Hz.Adem’den(as) Hz. Resulullah’a (sav) kadar tüm peygamberlere selat ve selam söyleyip, Kur’ana sadakate dair yeminler ediyorlar, Ehli Beyt sevdasıyla gözyaşı döküyorlar. Sanki mabedin duvarları ve kubbeleri dökülen bu gözyaşlarından örülmüş. Hz.Masum Erbain gecesinde, aşk madeni gibi parıl parıl parlıyor…Ve koku, sanki Uhud’un kokusu gelip buraya oturmuş gibi…
Dönüşte Beheşt-i Zehra’ya uğruyoruz. 1979’daki İslam devrimi ile tüm dünyayı şaşırtmış bir Rehber yatıyor burada… Fevkalade sade kabri, insanın içini sarsıyor, hayattayken de böyleymiş diye anlatıyor bilenler, Rehber’e selam veriyorum, her nedense öylece gözümü dikerek bakamıyorum, sağ yanına sessizce oturuyorum diz çökerek. Yasin-i Şerif okuyorum, biraz kalbim dalgalanınca içimde biriken kederlerin yaprak yaprak döküldüğünü görüyorum. Bosna’da Aliya İzzet Begoviç ‘in kabir başında da böyle olmuştum. Sanki doğduğum günden beri dizlerinin dibindeymişim gibi, sanki ve aslında evin kızlarından bir kızmışım gibi… Sanki sınıftayım, sanki öğretmenim anlatıyor ve ben pür dikkat her şeyi ezberlemek üzere dinliyorum…
Semail’le Hüseyniye Mahallesindeki evine de uğruyoruz İmam’ın… Sarsıcı bir sadelik; bir divan, bir koltuk, bir rahle, Kuran’ı Kerim sanki az önce bırakılmış, üzerinde gözlük, arkada kitaplar dizili, bir şemsiye asılı, yerde bir çift sandalet… İmam’dan geriye ne bir miras ne mal mülk ne para pul kalmış… Şah’ın debdebeli Saray’ına inat, küçük bir ev ve küçük bir oda. Oda’dan mescide doğru metal ayaklıklar üzerine çatılmış kısa bir merdiven yolu… Ve Mescit! İmam’ın konuşmalarını yaptığı balkonun hemen altında namaz kılıyorum. Buradan tüm dünyaya İslam’ın onurunu anlatan Rehberin, peygamber ahlakına has sadeliği, gücü ve inandırıcılığı sarmalıyor her yanımı… Nefsani her şey minimalize edilmiş Hüseyniye’de. Alçakgönüllü ve dervişane bir huzur taşıyor sadeliğin alfabesi…
Şehitlerle ve kabristanlarla iç içe yaşayan bir halkı var İran’ın. İmamzade Camisinde Hz.Zeynelabidin’in oğlu yatıyor. Tanımadığım bazı kadınlar, loş camide boynuma sarılıyorlar. Şehit Kabristanlarında oyun oynayan çocuklar, Kur’an okuyan kadınlar gülümseyerek selam veriyorlar. Sanki eskiden beri tanışıyormuşuz gibi. Her Cami’nin çıkışında olduğu gibi İmamzade’ninkinde de çay var. Para vermek istiyorum; ikram diyorlar. Hayat ve ölüm iç içe, ağıt ve taziye, hayatın ayrılmaz bir ritmi halinde atıyor…
İran, narlar diyarı… Kırık narlardan akan kan kırmızısı bir şerbet. Koca pençeli Arslanla savaşan Darius’lu günlerinden beri cengaver İran, bu kez de ABD’ye kafa tutuyor. Ve kadınlar… Kadınlar… Aşkın yasını sadakatle tutarken, kalpleri kırık narlar gibi kıpkızıl kanayan şaşırtıcı kadınları İran’ın…
Bizdekinin tersine, ayrılırken ‘’hoş gelmişsen’’ diyorlar… Bu yüzden hiç gitmiyorsunuz aralarından… Bana Kum’da rastlarsanız şaşırmayın, bir yanım orada asılı kaldı…
Kum’da aşk fırtınasında Erbain’deydim…

sibel eraslan