Cenab-ı Hakk'a malûm ve maruf ünvanıyla bakacak olursan, meçhul ve menkûr olur. Çünki bu malûmiyet, örfî bir ülfet, taklidî bir sema'dır. Hakikatı i'lam edecek bir ifade de değildir. Maahâza, o ünvan ile fehme gelen mana, sıfât-ı mutlakayı beraberce alıp zihne ilka edemez. Ancak Zât-ı Akdes'i mülahaza için bir nevi ünvandır. Amma Cenab-ı Hakk'a mevcud-u meçhul ünvanıyla bakılırsa, marufiyet şuaları bir derece tebarüz eder. Ve kâinatta tecelli eden sıfat-ı mutlaka-i muhita ile, bu mevsufun o ünvandan tulû' etmesi ağır gelmez.
Mesnevi-i Nuriye
Maruf: Bilinen, tanınan, meşhur.
Malûmiyet: Bilinirlik, belli olmaklık.
Ülfet: Alışma, alışkanlık.
İ'lam: Bildirme, anlatma.
Maahâza: Bununla beraber.
Sıfât-ı mutlaka: Sınırsız ve sonsuz sıfatlar (nitelikler).
İlka: Koyma, bırakma, atma.
Zât-ı Akdes: Hiçbir kusuru ve noksanı bulunmayan en kutsal zat (Allah (cc)).
Mülahaza: Düşünme, düşünce.
Mevcud-u meçhul: Bilinmeyen ve belli olmayan varlık, bilinmez varlık.
Marufiyet: Bilinirlik, tanınırlık.
Tebarüz: Belli olma, belirme.
Tecelli: Görünme, bilinme, kendini belli etme.
Sıfat-ı mutlaka-i muhita: Herşeyi kuşatan sınırsız ve sonsuz sıfatlar.
Mevsuf: Vasıflanan, vasıflanmış, nitelenmiş.
Tulû': Doğma, doğuş, ortaya çıkma.