Kur'an-ı Hakîm'de ehl-i dalalete karşı azîm şekvaları ve kesretli tahşidatı ve çok şiddetli tehdidatı, aklın zahirine göre adaletli ve münasebetli belâgatına ve üslûbundaki itidaline ve istikametine münasib düşmüyor. Âdeta âciz bir adama karşı, orduları tahşid ediyor. Ve onun cüz'î bir hareketi için, binler cinayet etmiş gibi tehdid ediyor. Ve müflis ve mülkte hiç hissesi olmadığı halde, mütecaviz bir şerik gibi mevki verip ondan şekva ediyor. Bunun sırrı ve hikmeti nedir?
Kur'an-ı Hakîm: Hikmetlerle dolu Kur'an.
Ehl-i dalalet: Kur'anın gösterdiği yoldan ayrılanlar, iman ve islâm yolundan
sapanlar.
Azîm: Büyük, yüce.
Şekva: Şikayet.
Kesret: Çokluk, bolluk.
Tahşidat: Yığınaklar, toplamalar, yığmalar, biriktirmeler.
Tehdidat: Tehditler, korkutmalar.
Zahir: Açık, görünür, görünen, belli.
Belâgat: Durumun ve şartların gereğine uygunluk, gaye ve dinleyicilerin durumuna tam uygun olarak doğru ve güzel söz söyleme.
İtidal: Ölçülü davranma, dengeli davranma.
Cüz'î: Küçük, sınırlı.
Müflis: İflas etmiş, elindekileri batırmış.
Mütecaviz: Hücum eden, saldıran, sataşan.
Şerik: Ortak.

ELCEVAB:
Onun sırr ve hikmeti şudur ki: Şeytanlar ve şeytanlara uyanlar, dalalete sülûk ettikleri için, küçük bir hareketle çok tahribat yapabilirler. Ve çok mahlukatın hukukuna, az bir fiil ile çok hasaret veriyorlar. Nasılki bir sultanın büyük bir ticaret gemisinde bir adam az bir hareketle, belki küçük bir vazifeyi terketmekle, o gemi ile alâkadar bütün vazifedarların semere-i sa'ylerinin ve netice-i amellerinin mahvına ve ibtaline sebebiyet verdiği için; o geminin sahib-i zîşanı, o âsiden, o gemi ile alâkadar olan bütün raiyetinin hesabına azîm şikayetler edip dehşetli tehdid ediyor ve onun o cüz'î hareketini değil, belki o hareketin müdhiş neticelerini nazara alarak ve o sahib-i zîşanın zâtına değil, belki raiyetinin hukuku namına dehşetli bir cezaya çarpar.
Dalalet: Sapıtma, doğru yoldan ayrılma, iman ve islâm yolundan sapmak.
Mahlukat: Mahluklar, yaratılmış varlıklar.
Hasaret: Hasar, zarar, ziyan.
Semere-i sa'y: Çalışmanın meyvesi, çalışmanın sonucu.
Netice-i ameller: Amellerin neticesi, yapılanların sonucu.
Alâkadar: Alâkalı, ilgili.
Raiyet: İdare altında bulunanlar, yönetilenler.
Namına: Adına.

Öyle de: Sultan-ı Ezel ve Ebed dahi, Küre-i Arz gemisinde ehl-i hidayetle beraber bulunan ehl-i dalalet olan hizb-üş şeytanın zahiren cüz'î hatiatlarıyla ve isyanlarıyla pek çok mahlukatın hukukuna tecavüz ettikleri ve mevcudatın vezaif-i âliyelerinin neticelerinin ibtal etmesine sebebiyet verdikleri için, onlardan azîm şikayet ve dehşetli tehdidat ve tahribatlarına karşı mühim tahşidat etmek, ayn-ı belâgat içinde mahz-ı hikmettir ve gayet münasib ve muvafıktır. Ve mutabık-ı mukteza-yı haldir ki; belâgatın tarifidir ve esasıdır ve israf-ı kelâm olan mübalağadan münezzehtir. Malûmdur ki; böyle az bir hareketle çok tahribat yapan dehşetli düşmanlara karşı gayet metin bir kal'aya iltica etmeyen, çok perişan olur.
Sultan-ı Ezel ve Ebed: Başlangıcı ve sonu olmayıp sonsuz olan Allah(cc).
Küre-i Arz: Yer küre, dünya.
Ehl-i hidayet: Hidayet sahipleri.
Ehl-i dalalet: Kur'anın gösterdiği yoldan ayrılanlar, iman ve islâm yolundan
sapanlar.
Hizb-üş şeytan: Şeytanın grubu, şeytana uyan topluluk.
Hatiat: Hatalar, yanlışlar.
Vezaif-i âliye: Yüksek görevler.
Tehdidat: Tehditler, korkutmalar.
Tahribat: Yıkımlar, bozmalar, tahripler.
Ayn-ı belâgat: Belâgatın ta kendisi.
Mahz-ı hikmet: Gözetilen gayelerin ve faydaların ta kendisi.
Muvafık: Uygun, yerinde.
Mutabık-ı mukteza-yı hal: Durumun gereğine uygun.
Belâgat: Durumun ve şartların gereğine uygunluk, gaye ve dinleyicilerin durumuna tam uygun olarak doğru ve güzel söz söyleme.
İsraf-ı kelâm: Gereksiz ve boş yere söz kullanma.
Metin: Sağlam.

İşte ey ehl-i iman! O çelik ve semavî kal'a: Kur'andır. İçine gir, kurtul.


Said Nursî