Duâ ise, esâs-ı ubûdiyettir (kulluğun esâsıdır). Nasıl bir çocuk eli yetişmediği bir merâmını (arzusunu), bir arzusunu elde etmek için ya ağlar, ya ister. Yani ya fiilî (fiil ile), ya kavlî (dil ile) lisân-ı acziyle bir duâ eder. Maksûduna muvaffak olur.

Öyle de, insan bütün zîhayat (hayat sâhibleri) âlemi içinde nâzik, nâzenin, nazdâr bir çocuk hükmündedir. Rahmânürrahîm’in dergâhında ya zaaf (zayıflığıyla) ve acziyle ağlamak veya fakr ve ihtiyacıyla duâ etmek gerektir. Tâ ki, makāsıdı ona müsahhar olsun (itâat ettirilsin) veya teshîrin (itâat ettirmenin) şükrünü edâ etsin.
Yoksa, bir sinekten vâveylâ eden ahmak ve haylaz bir çocuk gibi, “Ben kuvvetimle bu kābil-i teshîr (itâat ettirilmesi mümkün) olmayan ve bin derece ondan kuvvetli olan acîb şeyleri teshîr ediyorum ve fikir ve tedbîrimle kendime itâat ettiriyorum” deyip küfrân-ı ni‘mete (nankörlüğe) sapmak, insâniyetin fıtrat-ı asliyesine zıd olduğu gibi, şiddetli bir azâba kendini müstehak eder. |Sözler