Şehrin kara teslim olduğu günlerden biriydi. Otobüsten indiğinde kendini daha fazla tutamamıştı. Gözlerinden dökülen birkaç damla yaş, yanaklarına kadar süzülmüştü. Kenarı bembeyaz ağaçlarla dolu yoldan evine doğru yürüyordu. Başı öne eğik, yavaş adımlarla ilerliyordu. Kolları, karın ağırlığından yere değecek ağaç dalları gibiydi. Omzuna sanki çok ağır bir yük bırakılmıştı.

Kapıyı açan eşine selâm verdiğinde, dudaklarında zoraki bir tebessüm vardı. Çocuklarını uzun zamandır görmüyormuş gibi hasretle kucaklayıp öptü. Eşi, bir yandan akşam yemeği için sofrayı hazırlarken, bir yandan da Metin Bey’in bu hâlini düşünüyordu. Bugün kontrol için hastaneye gidecekti, acaba akciğerindeki hastalık mı ilerlemişti? Eşinin çehresini saran hüznün sebebi ne olabilirdi ki? Derin bir iç çekip tabakları doldurmaya koyuldu.


O akşam, yemeklerini sessizce yediler, belli ki sofranın başındaki herkes iç dünyasına dalmıştı. Evin hanımı bir terslik olduğunu sezmiş, çocuklar da bu havayı hissetmişler, ağızlarına kilit vurmuşlardı. Anlaşılan, babaları bu akşam onlarla oyun oynamayacak, okulda neler yaptıklarını sabırla dinlemeyecekti. Şimdi ne şirinlik, ne de yaramazlık yapmanın zamanıydı.

Metin Bey ise, bugün öğrendiklerini nereye gömeceğini, bu sırrı eşi ve çocuklarından nasıl saklayabileceğini düşünüyordu. Acaba derdini, semayı donatan yıldızlara mı fısıldamalıydı, yoksa geceyi aydınlatan kandile mi ödünç vermeliydi? Ne olursa olsun çocuklarına söylememeli, onların gözlerindeki hayat parıltısını söndürmemeliydi.


Sofra kaldırılırken Metin Bey abdest alıyordu. Biraz sonra ailecek oturma odasında namaza durdular. Evlerinin bu köşesini mescit olarak kullanıyorlardı. Sesindeki titreme, Metin Bey’in İlâhî huzurda nasıl bir ruh hâline büründüğünün de bir remziydi. Tesbihat yapıldıktan sonra evi derin bir sessizlik kaplamıştı.
Sessizliği ilk bozan, izin isteyip kendi odalarına giden çocuklar oldu. Bunu fırsat bilen eşi, Metin Bey’e sordu:



– Hayırdır inşallah bey, üzücü bir şey mi oldu?

– Çok şükür hanım. Bir şikâyetim yok!
– Hastaneye gidecektin bugün?
– Gittim.
– Ne dedi doktor bey?
– Pek önemli bir şey söylemedi.

Bir yağmur bulutu oluvermişti Metin Bey’in eşi, neredeyse inci inci dökecekti gözyaşlarını. On beş yıllık hayat arkadaşının her şeyini bilir, söylemediklerini de hâlinden hemen anlardı. Belli ki, evinin direğinin, başının tacının bir sıkıntısı vardı. Bir an önce derdini öğrenmek, bir şeyler yapmak istiyordu. Endişeli bir hâlde eşinin yanına sokuldu. Başını omzuna yaslayıp, her şeyi anlatmasını rica etti. Daha fazla saklamanın mümkün olmadığını anlayan Metin Bey, gözlerini kitaplıktan ayırmadan cevap verdi:


– Doktor, karaciğerimde de bir rahatsızlık olduğunu söyledi bugün.


– Karaciğerinde de mi?


– Evet. Ama endişe etme hanım, derdi veren Allah dermanını da verir.

Aslında durumunun iç açıcı olmadığının o da farkındaydı. Kan tahlilleri, hepatit virüsü enfeksiyonunu göstermişti. Bunun derecesini anlamak için, kanama riski olmasına rağmen, doktorlar karaciğerden doku örneği almaya (biyopsi) karar vermişlerdi. Netice ne yazık ki menfiydi ve hastalık çok ilerlemişti. Doktor, şu an itibarıyla modern tıbbın, bu hastalığa çözüm üretemediğini, en iyi ihtimalle, virüsün yayılmasının önüne geçilebileceğini ifade etmişti. En azından üç ay istirahat etmesi gerekiyordu, kendini yormamalıydı. Doktor bey böyle söylemişti. Bu işin şakası olmadığını da uzun uzun anlatmıştı.


Bütün bunlara rağmen Metin Bey, hem eşini üzmek istemiyor, hem de hâlinden şikâyetçi olmaktan kaçınıyordu. Başına gelen her şeyi takdîr-i İlâhî olarak kabul ediyor ve O’na tevekkül ediyordu. Yavaşça yerinden kalktı ve gözlerini ayırmadığı kitaplıktan bir kitap aldı. Elindeki kitap, ‘Beyanların En Güzeli’ olan Kur’ân-ı Kerîm’den başkası değildi. O lâtif sesiyle Kehf Sûresi’ni okumaya başladığında eşi, şaşkın gözlerle onu izliyor, neden kaldıkları yeri değil de bu sûreyi okuduğunu anlamaya çalışıyordu. Sûrenin bitmesiyle merakını celbeden bu durumu sordu Metin Bey’e. Cevap mânidârdı:

Bir hadîs-i şerîfte Efendimiz (sas), bu sûrenin, cuma geceleri okunması hâlinde, ‘dubeyle’ye şifa olacağını ifade etmişler. Efendimiz (sas) dubeyle derken ne kastetti bilemiyorum; ama belki de günümüzdeki virüs, bakteri, mantar veya başka türlü bir parazit olma ihtimaline karşı, Efendimiz’e (sas) karşı olan itimadımdan bu sûreyi okudum. Şifa Allah’tandır.


Metin Bey sonra şu kıssayı anlattı:


“Günlerden bir gün, kuraklık ve kıtlık çeken bir köyün sakinleri yağmur duasına çıkmışlar. Köyde, ne tarlaları canlandıracak, ne de hayvanların içebileceği bir damla su kalmış. Tam bir kuraklık havası hâkimmiş. Çaresiz köylüler, çareyi Hakk kapısında aramışlar. Çoluk çocuk herkesi toplamış, yanlarına hayvanlarını da alarak, yağmur duası için kırlara çıkmışlar. Köyün imamı eşliğinde tevbe ve istiğfar edip Allah’tan merhamet dilemişler. Henüz onlar ellerini indirmeden, Allah’ın inayetiyle gök gürlemeye başlamış. Köy halkı da sağanak yağmur altında sırılsıklam olmuş. Sadece şirin bir kız çocuğu ıslanmamış. Çünkü, dua edince yağmurun yağacağına bir tek o gönülden inanmış ve yanına minicik şemsiyesini almış.”

O günden itibaren Metin Bey ve eşi, perşembeyi cumaya bağlayan her gece Kehf Sûresi’ni okudular. Maddî ve mânevî bütün hastalıklar için O’nun (cc) kapısını aşındırıp durdular. Çünkü, dua sebepler üstü bir tesire sahipti. Sebepler plânında dermansız gibi görünen dertlerde bile, hiç tereddüt etmeden ve kabul edileceğine kalbden inanarak Allah’a yakarılmalıydı.

Yaklaşık üç ay sonra kontrol için hastaneye giden Metin Bey’i bir sürpriz bekliyordu. Duaları kabul olmuş, doktoru da hayretler içerisinde bırakacak şekilde, hastalık geri adım atmıştı. Tıbben pek mümkün görünmeyen bu durum karşısında şaşıran doktor, Metin Bey’in yüzüne bakakalmıştı. Bu durumu anlayamıyordu. Meraklı gözlerini büyütüp ‘Nasıl olur?’ diyebilmişti sadece.



* Yaşanmış bir hâdisedir.



Ö.Faruk GÜLDEREN / Sızıntı