Cehâlet’ insanın en büyük düşmanı; bunda hiç şüphe yok. Ancak şu soruyu enine boyuna düşünüp, lafı eveleyip gevelemeden makul bir cevap bulmak zorundayız artık: “Kimden ve neyden cehâlet, neyi bilmemek en büyük düşman, en dehşetli musibet, en korkunç belâdır?..”
Zaman, kesret zamanı: Nazarı dağıtacak, aklı ve kalbi karıştıracak, fikrî hercümerce sebep olacak, yığınla malzeme mevcut piyasada. Daldan dala atlayıp günde binlerce heber ve mevhum bilgi ile karşılaşan insanın cehâletten kaçayım derken örtülü bir cinnete kapıldığından maalesef haberi yok!.

Bu âhirzamana mahsus tersyüz oluş, kendini âlim zanneden câhillere rağbeti ve adına bilgi yahut kültür denilen örtülü cehâlete olan alâkayı artırıyor. Havadaki sefih cehâlet bakterileri, gurur ve enâniyet mikroplarıyla ortak olup imansızca ve amansızca ‘hikmet’in yegane menbaı olan kalp dairelerini şiddetli bombardımana tâbî tutuyorlar ve derûnî ihtilallerle tamiri imkânsız ruh dengesizliklerine sebebiyet veriyorlar!...

Sonsuz arzuları ve hudutsuz ihtiyaçları olan, bununla birlikte sınırsız düşmanları, hadsiz elemleri bulunan insan kalbi, fâni mâşuklarla tatmin olmadığı gibi fenâ mülküne dâir bilgilerle de doymuyor. Kendini tanımayan insan ise bu açlığından bîhaber! Açlığından haberdar olmadığı için de ‘hikmet’ taamına iştahsız! Oysaki ‘hikmet’in, hakiki ilmin, gerçek bilginin anahtarı özünde saklı, derûnuna yerleştirilmiş, cevherine dercedilmiş…

İnsan, kendini bilse kendini ve kendisi gibi milyarlarca insanı ve hudutsuz varlıkları yaratıp terbiye edeni de bilecek, bulacak… O’nun isim ve ünvanlarını bildikçe dirilecek; bir bir ilimlerin kapıları kendisine aralanacak, cehâlet kuyusunun ağzı kapanacak. Kâinâtın formülünü bulmanın eşsiz huzûrunu ve kalbinin Samed aynasına kavuşmasının engin sükûnunu yaşayacak…

O’nu tanıdıkça O’nun istediği renge boyanacak, Onun talep ettiği kisveye bürünecek. Yaratılışına uygun bir hâlde olmanın ve o minval üzere hareket etmenin neticesi, ‘maksimum randıman’ noktasına ulaşacak. ‘Ahsen-i Takvîm’ özelliğinin tüm alâmetleri bir bir üzerinde görünecek ve görülecek. O’nu tanıdıkça kendini bilecek, kendini bildikçe O’nu tanıyacak. O’nu bulunca her matlûbunu, her arzusunu bulacak, hadsiz minnetlerden ve korkulardan kurtulacak…

“Ben O’na inanıyorum! Ben Allah’ın varlığını biliyorum!” deyip sadece bu iman ve bilgi ile iktifâ etmenin ne büyük bir eksiklik olduğunu, hakikaten O’nu tanımanın, ‘mârifetullah’a ermenin en büyük olgunluk olduğunun farkına varacak…

Muhyiddin-i Arabî’nin, Fahreddin-i Râzî’ye mektubunda dediği: “Allah’ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır” cümlesinin sırrını ancak o zaman öğrenebilecek…

Ve ancak o zaman Kur’ân’ın niçin üçte birisini ‘Tevhid’ mevzûuna ayırdığını anlayabilecek…

Ve yine cemiyetin cehâlet esâretinden azade olmasının tek yolunun ‘Rabbini bilen bir nesil’ yetiştirmekten geçtiğini o vakit görebilecek…