Ruh Dikizi







BİR HAVAALANININ gidecek yolculara ayrılmış katı. Hiç bitmeyecekmiş gibi uzayıp giden koridorun bir yerinde bir grup yolcu bekliyor, diğer kısımlar bomboş. Biletle ilgili işlemleri yaparken, görevli, uçağın gecikmeli olarak kalkacağı duyurulmakla birlikte, uçağın daha erken kalkma ihtimali de olduğunu söylüyor ve uçağa girişin yapılacağı kapı civarından çok da uzaklaşmamamı öneriyor. Ruhum böylesi ortamlarda sessiz bir köşeyi kalabalığın arasına dalmaya tercih etse de, bu öneriye itibar edip, kendimi bekleşen yolcular arasında bir boş koltuğa bırakıyorum.




Karşı koltukta iki kızkardeş oturuyor; aralarındaki çocuğun birine teyze, ötekine anne demesinden belli. Benim sıramdaki en yakın koltukta ise, yine yanında küçük çocuğuyla başka bir kadın oturuyor. Çocuk öteki çocukla iletişim kurma çabasında. Annesi ise, cep telefonuyla çoktan bir iletişimi gerçekleştirmiş bile.




Dakikalar geçiyor, cep telefonu annenin kulağından inmiyor. Dakikalar on ile, yirmi ile sayılır hale geliyor; cepten iletişim devam ediyor. Değil vaktinden erken kalkmak, uçağın biraz daha gecikeceğini öğreniyoruz o ara elektronik bilgilendirme levhasından. Anne arada bir tek eliyle çocuğunun koltuklar arası trafiğini yönetiyor, öteki kolunu ise kulağındaki telefondan hiç ayırmıyor.




Kalabalık ortamlarda oturup insanları gözlemleme gibi sözümona ‘meslek icabı’ bir hali terk edeli hayli zaman olmuş benim için. Bir tarafta kapıda birikmiş kuyruğu görmesem, bırakıp uzak bir kuytuya bırakacağım kendimi. Ama orada beklemem gerekiyor. Bütün bu zaman zarfında, beklemekten değil ama, beklerken yakınımdaki telefon konuşmasını istemeye istemeye işitmekten içime daral geliyor.




Bir uzun görüşme ki, bitmiyor. Görüşmenin bir ana konusu ki, dön dolaş konu aynı yere geliyor. Karşıdaki kişi kim bilmiyorum, ama iletişimin bu tarafındaki ‘iletici’nin sözlerinden anladığım üzere, konuştuğu kişi ya akrabadan biri ya da yakın arkadaşı. Karşı taraftaki her kim ise, iletişimin bu tarafındaki kişi, onunla ‘baba’sını konuşuyor. Daha doğrusu, ben henüz o boş koltuğa oturmamışken kendisiyle ilgili birtakım problemler üzerine başlamış olması muhtemel konuşma, “Bana babanı anlat” diyen bir psikiyatristin karşısında gerçekleşen ücretli bir muhabbete dönüşmüş gibi gözüküyor. Babam şöyle bir adamdır, babam çocukken bize şöyle davranırdı, bir keresinde şunu demişti, duysan şaşarsın babamın şu durumda ne yaptığını, annem babamın şöyle yaptığını anlatırdı, babam böyle yapıyor, çünkü bunun arkaplanında şöyle bir psikolojik düğüm saklı, babam şöyle yaptığı için ben böyle davranıyorum, babam öyle olduğu için ben böyleyim, işte dedim ya babam babam babam...




Ne konuşan kişiyi tanıyorum, ne babasını. Ama bana üç çocuk babası olduğumu hatırlatan aklım, bir an o babanın yerine kendimi koymamı öneriyor. Çocuklarımın telefonda duyduğum bu baba analizine benzer bir analizi yirmi yıl sonra bir havalimanında benim için yapıyor olduğunu...
Mükemmel biri olmadığımı, Allah’a şükür, zaten biliyorum. Dostlarım, kusurlarım arasında, bazan ‘haddinden fazla mütevazı’ olmayı da sayıyorlar.
Ama bunca kusurum, eksiğim, fazlalığım, haddi aşmışlığımla birlikte; dar ve geniş anlamda aile hukuku konusunda hassas biri de olduğumu sanıyorum. Ailem için yapabildiklerim ile yapmak istediğim halde yapamadıklarım arasındaki büyük uçurum, bu dünyadaki en büyük yürek sızılarından biri benim için.
Bir an, çocuklarımdan birinin, kendisi de bir çocuk annesi olan telefondaki kadın gibi olduğunu düşünüyorum. Kusur aramaya kalksalar, bende çok kusur bulacakları belli. Hem benim bizzat bildiklerim, onların bulacaklarından da fazla olacak, bunu da görebiliyorum. İhtimal ki, benim kusurlarımın, yanlışlarımın bir yansıması da olacak çocuklarımın üzerinde.




Ama yine de, ruh halimin böyle masaya yatırılmasına gönlüm razı olmuyor. Çocuklarımın ‘baba’ olduğumu bilmeleri gerektiğini düşünüyorum; ‘baba’nın, ruhu bir lime lime teşrih edilecek bir kadavra demek olmadığını bilmelerini. İsra sûresindeki o “Üf bile demeyeceksin” emrinin durduk yerde verilmediğini; Lokman aleyhisselamın Kur’ân’da anılmakla övülen öğütleri arasında ‘şirkten sakınma’nın hemen ardından ‘anne-babaya iyi muamele’nin gelmesinin boş yere olmadığını; İbrahim aleyhisselamın babası şu bizim bildiğimiz put yapıcı Azer olduğu halde “Yâ ebetî!” diye diye ‘babacığına’ hakkı tebliğ ediyor oluşundaki derin hürmeti, derin şefkati hem de...




Gelin görün ki, az ötemde bir koltuk var, koltukta bir kadın oturuyor, kadının sol eli kulağında, eliyle kulağı arasında bir cep telefonu var ve o cep telefonun içinde bir babanın ruhu, hali, hayatı lime lime teşrih ve teşhir ediliyor.




Ruhum daralıyor. Bu kadar ‘analiz’in sonu nereye varacak, merak etmiyorum, çünkü sonucu görebiliyorum. Ellisine yaklaşmak üzere olan hayatımda epeyce tecrübe ettiğim üzere, bu ‘analiz’in sonunda sözümona ‘çözümleme’ görüntüsü altında müthiş bir çözülme ve çöküş gelecek. Bu kadar analiz edildikten sonra, baba bir matematiksel işlem nesnesine indirgenecek, sonuncusu asla merhamet ve hürmet olmayan bir ‘sebep-sonuç zinciri’nde ilk halkadan ibaret görülecek.
Uçak nihayet yolcu almaya başlıyor. Kadın da, “uçağa biniyoruz, kapatıyorum” diyor nihayet. Çocuğunun elinden tutup yolcuları uçağa ulaştıracak körüğe doğru yol alıyor.
Artık boşalmaya başlayan bekleme salonunda oturmayı tercih ediyorum. Bir baba olarak kendimi dinliyorum. Benden başka kimse kalmadığında, böylesi kalabalıklara her zaman tercih ettiğim bir yalnızlığın şükrünü eda ederek uçağa doğru adımlarımı sıklaştırıyorum.




Ama o bir babaya yönelen o bitmek bilmeyen ‘ruh dikizi’nin izleri ne havada ruhumdan siliniyor, ne de yere indiğimde.
Ertesi gün, bir vapur yolculuğu esnasında, yan taraflardan ‘narsistik’ diye bir kelime duyduğumda bu yüzden irkiliyorum. Birkaç üniversite öğrencisi, yanlarında olmayan bir arkadaşlarının analizini yapıyorlarmış meğer. Tedavi için kapısını çalmamış biri için bir psikiyatrist yapmaya kalktığında onun açısından dahi bir ‘meslekî deformasyon’ göstergesi olarak kaydedilir durumda olan bu analizi, gittikleri fakültede ne tıp, ne psikoloji okuyor olan öğrencilerin yapıyor olduğunu öğreniyorum ilerleyen dakikalarda.
Sonraki günler, sağımda-solumda benzer irkiltici kelimeler duyuyorum. Sözümona ‘insanı anlama’ görüntüsü altında, hayatı ‘psikiyatrize’ eden analizlerin kokusunu ele veren kelimeler...
Ve iyiden iyiye yaşadığımız zamanlardan ürküyorum.
Bu kadar ruh dikiziyle, eminim, hiç kimse şu yeryüzünde kendisine bir ruh ikizi bulmayacak. Ruhlar bu kadar didiklenip dikizlendikten sonra, insan insanın yurdudur diyenleri değil, insan insanın kurdudur diyenleri haklı çıkartacak bir ‘ruh hali’ ortalığı kuşatacak.




Bırakalım, bazı şeyler de analiz edilmeden kalsın. Zira, ruhlarımıza tutulan büyüteçler, hep kötü yönleri büyütürken iyilikleri gizliyor. Merhamet de o arada yitip gidiyor hayatlarımızdan...


Metin Karabaşoğlu