+ Konu Cevaplama Paneli
2. Sayfa - Toplam 2 Sayfa var BirinciBirinci 1 2
Gösterilen sonuçlar: 11 ile 12 ve 12

Konu: Kur’an-ı Kerîm’i Herkes Anlayabilir mi?Yoksa Onu Sadece Birtakım Büyük Zâtlar mı...

  1. #11
    Ehil Üye muhibbülkurra - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Mar 2007
    Mesajlar
    4.304

    Standart

    Edep yâhû!

    Edep, güzel terbiye, iyi anlayış, güzel ahlâk, nezafet, zarafet gibi mânâlara gelmekle beraber; dinî kurallar, âdâb-ı muâşeret ve gelenek görenek gibi mânâlar da taşımaktadır. Bunun yanında, edep, elde edilen ilim irfan ve genel kültürün, mânâsı ve makamı dairesinde hayata yansıması, topluma katkı sağlamasıdır.

    İslâm âlimlerinden Muhammed b. Tayyip el-Fâsî, edebi, “ona sahip olan kişiyi küçük düşürücü durumlardan koruyan meleke” şeklinde tarif etmiş; Ahmed b. Muhammed el-Mukrî ise, “nefsin eğitimi ve huy güzelliği” olarak yorumlamıştır.

    Dinimiz, baştan başa edeptir. Bu yönüyle edep, kulun kendisini Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine tabi kılması, O’nun razı olacağı güzel ahlâka sahip olmasıdır. Bir hadis-i şerifte, “Sizin en iyi olanınız, ahlâkı en güzel olandır” buyruluyor.

    Birçok meziyeti içinde barındıran Kur’ânî ahlâk, edebin tâ kendisidir. Mevlânâ Celâleddin Rûmî, “Gözünü aç, Kur’ân’ı edepten ibaret göreceksin” cümlesiyle edebin Kur’ân ahlâkı olduğuna işaret ediyor.

    Hz. Ömer (ra), “Edep ilimden önce gelir” buyuruyor. Kendisi çok heybetli olduğu halde, edebinden dolayı, Resûlullah’ın (asm) huzurunda çok yavaş konuşuyordu.

    Peygamber Efendimiz (asm) ise bir kimsenin yanında iki diz üzerine oturur, ona saygılı olmak için bacağını dikip oturmazdı.

    Said Nursî, insanlığa rehber Peygamberimizin (asm) ahvalini tarif sadedinde: “Sünnet-i Seniyye edeptir. Hiçbir meselesi yoktur ki, altında bir nur, bir edep bulunmasın” diyor.

    Toplum hayatının her şubesinde, her hâletinde, her hareketinde edebe ihtiyacımız var. Oturmada kalkmada, yemede içmede, konuşmada susmada edebi hayatlandırmak; nezaketi, nezafeti hayat tarzımız yapmak topluma katkı sağlar, hayat kalite bulur; Mevlâ da memnun olur.

    Güzel tutum ve davranışlar manzumesi olan edep, dinin de istedikleri. İnsanlara insanca ve lâyık oldukları davranışta bulunmak bir cihette sadaka, bir bakıma sevaptır.

    Peygamberimizin (asm) “Her maruf şey sadakadır” hadisi, güzel davranışlardan hiçbirinin zâyi olmadığını, mutlaka bir ecrinin bulunduğunu ifade ediyor.

    Hz. Mevlânâ: “Fark der cism-i benî âdem ü hayvan edep” yani: “İnsanla hayvanı birbirinden ayıran fark, edeptir” diyor.

    Hazret-i Lokman’a, “Edep, asalet, mal ve ilim hangisi daha üstündür?” diye sorulduğunda, Hz. Lokman:

    “Edep asaletten, ilim maldan hayırlıdır” buyurur.

    Allah, vahiy ve ilham ile Peygamberini, Peygamber de ümmetini edeple terbiye etmiş. Allah’ın Peygamberine öğrettiğine “İlâhî edep”, Peygamberinin ümmetine öğrettiğine “Muhammedî edep” denir.

    Risâle-i Nur Külliyatında, “Resûl-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâm ferman etmiş” ibaresiyle nakledilen bir hadis-i şerifte Nebî-i Zîşan: “Rabbim bana edebi güzel bir sûrette ihsan etmiş, edeplendirmiş” buyuruyor.

    Birçok hayır ve faziletin kaynağı olan edepli davranışa tasavvufî hayatta çok önem verilmektedir. Bunun içindir ki sûfîler, zarafet ve nezaket kaynağı olan bu anlayışı çok sık kullandıkları “Edep yâhû!” sözüyle taçlandırmışlar.

    Edep yâhû, birçok “hattat”a konu, pek çok “duvar”a levha olmuştur. Arzulanan: Edep denen inceliğin başlara sertâc olması.

    Hayatta uygulanması…

    Edep bir tâç imiş nûr-i Hüdâdan

    Giy ol tâcı emin ol her belâdan.
    Kâinat mescid-i kebîrinde, Kur’ân, kâinatı okuyor. Onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım. Hidâyetiyle amel edelim. Ve onu vird-i zebân edelim. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup, Haktan gelip, Hak diyen ve hakikati gösteren ve nurânî hikmeti neşreden odur.
    Kur’ân’a ve imana ait herşey kıymetlidir; zâhiren ne kadar küçük olursa olsun kıymetçe büyüktür. Evet, saadet-i ebediyeye yardım eden, küçük değildir.

  2. #12
    Ehil Üye muhibbülkurra - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Mar 2007
    Mesajlar
    4.304

    Standart

    Hicret devam ediyor

    İslâmdan önce Arabistan’da yaşayan Arapların belli bir takvim ve tarih sistemleri yoktu. Tarih tesbiti bazı büyük ve mühim hadiseler esas alınarak yapılıyordu. Meselâ eski Araplar mühim savaşların yapıldığı zamanları tarih başı kabul ederlerdi. Bunlar arasında Husûs Harbi, Ficar Savaşı ve Zikar Günü gibileri pek meşhurdu. Son olarak da “Fil senesi” ismini verdikleri yılda Yemen Kralı Ebrehe’nin ordusuyla birlikte Mekke üzerine yürüyüp Kâbe’yi yıkmak istediği hadise, takvim başı olarak kabul görüyordu. Bu hadise, Peygamber Efendimizin (asm) dünyaya teşriflerinden 54 gün önce vuku bulmuştur.

    Ay hesabına göre Arapların kullandığı on iki ay, sırayla şunlardı: Muharrem, Safer, Rebiülevvel, Rebiülâhir, Cumâdelûlâ (Cemâziyelevvel), Cumâdelâhire (Cemâziyelâhir), Recep, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkâde, Zilhicce. Araplar bu on iki ayı sırayla takip etmekle birlikte senelerin sayısında ihtilâf ediyorlardı. Çünkü belirli bir takvim başlangıcı esas alınamıyordu. Umumiyetle o zaman göçebe bir hayat yaşamakta olan Arap kabilelerinin belki de buna pek ihtiyacı yoktu.

    Fakat ne zaman ki, İslâmiyet geldi, kısa zamanda birçok beldeleri hâkimiyeti altına aldı. Bütün müesseseleriyle bir İslâm devleti teşekkül etti. O zaman bir takvim ihtiyacı da zarurî bir hal aldı. Çünkü idarî işleri tanzimde birçok aksaklıklar sırf bu yüzden meydana gelmekteydi.

    Rivayete göre, bir defasında Hz. Ömer (ra) halife iken kendisine bir borç senedi getirildi. Alacaklı ile borçlu bu senedin tarihi hakkında ihtilâfa düşmüşlerdi. Alacaklı senedin üzerindeki “Şaban” ayı yazısının bu yıla ait olduğunu söylerken, borçlu da gelecek yıla ait olduğunu iddia ediyordu. Bu ve bunun gibi karışıklıklar üzerine Halife Hz. Ömer, şûrâ meclisini topladı. Meseleyi onlara anlatıp, bir tarih tesbitinin zaruretini ortaya koydu.

    Bunun üzerine Ashab arasında bu mesele görüşüldü. Çeşitli teklifler ileri sürüldü. Bazıları diğer milletlerin tarih ve takvim başlangıçlarını teklif etti. Sa’d bin Ebî Vakkas, Resûlullahın (asm) vefâtının tarih başlangıcı olmasını, Hz. Talha da (ra) bi’setin, yani Peygamberlik vazifesinin Allah Resûlüne verilmesi hadisesinin esas alınmasını teklif etti. Hz. Ali’nin (ra) teklifi ise, Hicretin tarih başlangıcı olarak alınması idi. Bu arada bazı Sahabîler, Peygamber Efendimizin (asm) doğum tarihinin esas alınmasını ileri sürmüşlerdi.

    Bütün bu teklifler müzakere edilerek gözden geçirildi. Sonunda Hz. Ali’nin (ra) teklifi olan Hicretin tarih başlangıcı olması ittifakla kabul edildi.

    Bilindiği gibi, Hicret 12 Rebiülevvel 622’de vuku bulmuştu. Ancak Araplarda öteden beri Muharrem ayı sene başı olarak kabul gördüğünden, aradaki iki aylık bir küsûrat nazara alınmadı. Böylece 1 Muharrem 622, Hicrî birinci yılın başı oldu.

    Hicrî takvim, kamerî aylara göre yapıldı. Ancak hicrî sene güneş yılından yaklaşık on gün kadar daha az olduğundan güneş senesine göre otuz üç senede bir sene fark yapmaktaydı. Bu sebeple muâmelatta bazı zorluklar oluyordu. Binâenaleyh daha sonraları rumî takvim ismiyle bir güneş takvimi vücuda getirilmiştir.

    Namaz vakitleri ve arazi mahsullerinin zekâtı güneşe göre, oruç ve hac ibadetleri ise kamerî takvime göre tertip edilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak Kur’ân’da ayın insanlara takvimcilik yapma maksadıyla yaratıldığını, haccın vaktini bildirdiğini ifade buyurmaktadır.1

    Diğer birçok teklif yanında Hicretin tarih başlangıcı olarak kabul edilmesi üzerinde biraz durmak lâzımdır.

    Evvelâ şunu ifade etmek gerekir ki, Sahabîlerin Hz. Ömer (ra) devrinde Müslümanlar için bir takvim tesbit ederken, daha birçok ehemmiyetli hadise arasından, Peygamber Efendimizin (ra) Mekke’den Medine’ye göç ettiği tarihi esas almaları, hadise olarak Hicrete atfettikleri büyük ehemmiyeti gösterir.

    Diğer taraftan Hicret, İslâm inkilâbının bir dönüm noktası olmuştur. Hicrete kadar geçen dönem mahkûmiyet ve mazlûmiyet altında yaşanan eşi görülmemiş bir sabır ve metanet devresidir. Hicret, bu sabır ve metanetin İslâm mukaddesatına menfî tesirlerden başka bir şey getirmeyeceğinin anlaşılması ve İlâhî müsaade üzerine tahakkuk etmiştir. Böylece Hicret basit bir göç hadisesi değil, İslâmı kurtarma taktiği ve onu daha geniş kitlelere yayma idealinden kaynaklanmaktadır. Gerçekten Hicretle hem Müslümanların şahısları kurtulmuş, hem de şahıslarında İslâmiyet kurtulmuştur. Yeni bir çevrede, yeni bir dostluk ve kardeşlik muhitinde yeni taraftarlarla kısa zamanda kuvvetlenme imkânına kavuşmuştur.

    Hicret eden mü’minlere “Muhacirler” ismi verilmiş ve bunların faziletlerinden pekçok bahsedilmiştir. Bu sebeple hicretin İslâm tarihinde yeri büyüktür. Herkes bu fazilete sahip olma arzusunu içinde taşımıştır. Bunun içindir ki, Peygamber Efendimiz (asm) hicretin sadece Mekke’den Medine’ye göç eden mü’minlere münhasır bir fazilet olarak kalmaması, gelecek asır insanlarının da bundan hisse alması için “hicret”i bir mefhum olarak değerlendirmiştir: “Hakikî muhacir, Allah’ın yasakladığı şeylerden kaçan, onları terk eden kimsedir.” 2 “Hicret, kötülüğü terk etmendir.” 3 “Hakikî muhacir, hata ve günahları terk edendir.” 4 “Gerçek muhacir Allah’ın üzerine haram kıldığı şeyleri terk edendir.” 5 Bir defasında hicretin en faziletlisinin hangisi olduğu sorulduğunda, Resûlullâhın (asm) verdiği cevap şu olmuştur:

    “Rabbimin hoşlanmadığı şeyleri terk etmendir.” 6

    Görüldüğü gibi Hicret, mü’minlerin hayatında sadece belli bir tarih hadisesi olarak kalmamış, bir irşad mefhumu olarak da varlığını devam ettirmiştir. Şu hadis-i şerif bu gerçeği çok daha açık ifade etmektedir:

    “Mekke fethinden sonra hicret yok, ancak (aynı derecede sevap olan) cihad ve iyi niyet var. Cihada çağrıldığınız zaman (severek) koşun.”7

    Bu sebepledir ki, Ashab tarih tesbitinde Hicret üzerinde ittifak ve icmâ etmişlerdir. Müslümanlar o günden bugüne yılbaşını bu eşsiz hadiseye dayandırarak gelmişlerdir.

    O günden bu güne 1429 yıl geçti. Dalâletten hidayete, zulmetten nura, şirkten tevhide, günahtan sevaba, sebeplerin karanlık perdelerinden Allah’ın yüce Kurdetine hicret edip iltica eden milyarlarca Müslüman muhacir dünyayı şereflendirmiştir.

    İslâmın 15. asrında bir buçuk milyar Müslüman, aynı dâvâya gönül vermekte ve hicret kervanı Kıyamete doğru bir çığ gibi akıp gitmektedir.
    Kâinat mescid-i kebîrinde, Kur’ân, kâinatı okuyor. Onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım. Hidâyetiyle amel edelim. Ve onu vird-i zebân edelim. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup, Haktan gelip, Hak diyen ve hakikati gösteren ve nurânî hikmeti neşreden odur.
    Kur’ân’a ve imana ait herşey kıymetlidir; zâhiren ne kadar küçük olursa olsun kıymetçe büyüktür. Evet, saadet-i ebediyeye yardım eden, küçük değildir.

+ Konu Cevaplama Paneli

Konu Bilgileri

Users Browsing this Thread

Şu an 1 kullanıcı var. (0 üye ve 1 konuk)

     

Benzer Konular

  1. Cevaplar: 5
    Son Mesaj: 25.10.09, 14:17
  2. Almanya’daki İslâmî Fütûhâtta Risâle-i Nur’un Büyük Rolü Olmuştur
    By Bîçare S.V. in forum Risale-i Nur'dan Vecize ve Anekdotlar
    Cevaplar: 1
    Son Mesaj: 02.08.09, 01:33
  3. Cevaplar: 25
    Son Mesaj: 22.11.08, 20:52
  4. Kur’an-ı Kerim'de Mü’minlerin 100 Vasfı
    By virs in forum İslami Nitelikli Yazılar
    Cevaplar: 3
    Son Mesaj: 14.04.08, 01:39

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
Google Grupları
RisaleForum grubuna abone ol
E-posta:
Bu grubu ziyaret et

Search Engine Friendly URLs by vBSEO 3.6.0