Bir önceki yazıda bahsi geçen Müdür Hüseyin Aygün Bey, öğrencisi Abdullah ile konuşmasına devam eder. Konuşmaları bizzat Hüseyin Bey anlatıyor:
"Abdullah dedi ki: "Dün cuma namazından sonra Kazakistan şehidimiz Yâsin'in kabrini ziyarete gittim. Yanımda kimse yoktu. İlk defa gittiğim için onun mezarını bulamadım. Karar verdim. 'Yâsin'in kabrini bulmadan, onun ruhuna Yâsin okumadan bu mezarlıktan dönmeyeceğim...' Üç dört saatte zor buldum. Yâsin okudum. Çok dua ettim. Hocam bir bilseniz başka âlemlere gittim. Yağan yağmurdan ıslanmadık yerim kalmadı. Hava biraz da soğuktu, üşütmüşüm. İnanın hocam değdi." dedi ve gözleri yaşlandı. "Hocam onun için ısrar ediyorum. Bu gece beraber kalalım. Yoksa sonra anlatmam, pişman olursun." diye devam etti ağlamasını da sürdürdü. Kendisine, "İnan ben de çok istiyorum. Zaten çoktandır elinden bir çay içemedim. Bir saat sonra Özkemen'e tren var. Biz orayı teftişe gidiyoruz." dedim.
"Bir gün sonra gitsen olmaz mı? Size anlatmak istediğim şeyleri ben başkasına anlatmam." dedi. Ben "Israr etme!" der gibi bakınca, saatine baktı, boynuma sarılıp, "Çıkmam lazım. Hocam bende çok hakkınız var. Daha fazla ısrar edip sizi kırmak istemem. Hakkını helal et." dedi. Kapıdan çıkarken tekrar döndü baktı. O bakışı hâlâ "Kalsanız," der gibiydi. Çıkıp gitti. Bana hiç böyle ısrar etmezdi. Artık ben de gitmek istemiyordum. Ama millete nasıl anlatacaktım? "Acaba bana ne anlatacak? Bir problemi mi var? Çok yakın bir akrabası mı vefat etti? Mezarlıkta bir şey mi gördü? Bâri gitmeyeyim." diye düşünürken içeriye elinde biletlerle arkadaşımız çıkageldi ve bana, "Hasan Bey aşağıda sizi bekliyor, geç kalıyorsunuz. Arkadaş yalnız gidemeyecek, biletler yanacak." dedi. Arkadaşlara ne diyecektim? İstemeyerek kapıya yöneldim. "Bâri gidince telefonla arar gönlünü alırım." dedim. Tam bir koşturmaca ile trene bindik. 24 saat sonra Özkemen'e ulaştık. Yol kenarındaki karların yüksekliği yer yer iki metreyi geçiyordu. Okulda çay içtik. Nihat Bey, "Hocam bir grup öğrencimiz Almatı'ya geziye gitti. Siz genel müdürlüğü arasanız daha iyi ilgilenirler." diye çok ısrar etti. Genel müdürlüğü aradım, sekretere altı-yedi isim sordum yok, yok, yok. "Orada Türk var mı?" dedim. "Şu anda kimse yok. Bir saniye Hasan Hüseyin Bey içeri girdi. Onunla görüşmek istersen çağırayım." dedi. "Bekliyorum çağırın lütfen!" dedim. Ona da, "Alo... Kardeş millet nerede?" diye sordum. "Hocam, Abdullah, Cambul'dan gelirken trafik kazası yapmış, vefat etmiş, herkes oraya gitti." dedi. "Bu üniversitede çalışan Abdullah mı?" dedim. "Evet hocam!" dedi. "Bergamalı değil mi?" dedim. "Evet, evet!" dedi. "Bir yanlışlık olmasın, daha dün görüştük." dedim. "Hocam yanlışlık yok, kesin. Yarın da Almatı'da defnedilecek." dedi. Telefonu kapattım. Cenazeye yetişmem mümkün değil. Kulaklarımda Abdullah'ın "Yâsin'i bulup mezarı başında Yâsin okumadan dönmeyeceğim. Çok dua ettim. Başka âlemlere gittim, size anlatmak istediğim şeyler var. Mutlaka bu gece beraber kalalım. Bir gün sonra gitsen olmaz mı?" sözleri bütün duygularımı kaplamıştı. Meğer Abdullah bana veda ediyormuş. Çantamdan Kur'an-ı Kerim'i çıkarıp açtığım zaman Yâsin Sûresi'nin olduğu yerde bir fotoğraf var; masada beş kişi yemek yiyoruz. Abdullah ile yan yana oturmuşuz. Ortamızda kırmızı bir gül var. O fotoğrafı ne zaman kim koydu bilmiyorum. Fotoğrafa bakarken yediğim ikinci şokla artık gözyaşlarıma hakim olamıyordum. Demek Abdullah şehit olmak, Yâsin'in yanında yatmak için dua etmiş. Allah onun duasını kabul etmiş ki, şimdi Almatı'da Yâsin ve Abdullah yan yana yatıyorlar. Oradaki okulları beraber geziyorlar. Evet, Müdür Bey, bunda hiç şüphemiz yok..."