Ziya AYDIN


Eşlerin de iştirakiyle minibüs doldu ve Karaburun’a doğru yol alındı. Yolda Tarık bir hayli durgun gözüküyordu. Şoförün güzel esprileri bile Tarık’ı güldürmeye yetmedi. Bir ara biyolojide olduğu kadar insanı anlamada da söz sahibi olan üniversite hocası Kerim Bey; Tarık’a, üniversitedeki akademik durumunun seyrini sordu. Çok sıkıntılı günler geçirdiğini anlatarak, derdinden söz açtı. Konuşa konuşa kampa varmışlardı bile. Çocuklar çevrenin cazibesine hemen kapılmış, şenlik havasına girivermişlerdi. Eşyalarını alan, kalacakları odaya koştu. Artık kimine göre tatil, kimine göre tefekkür, kimine göre de ilmi gezi başlamıştı...

Gökyüzünün maviliğiyle denizin göz alıcı rengi sanki bir olmuş, gözleri iyice kamaştırıyordu. Masmavi yuvarlak bir kürenin içerisinde, insan kendini yemyeşil zeminin üzerinde yuvarlanıyor hissediyordu. Çocuklar bu tabloda rengârenk çiçekler misali salınıyorlardı. Kimi saklambaç, kimi el topu oynuyor, kimi de kumsalda ev inşa ediyordu. Hanımlar otelin denize nazır geniş balkonunda ikindi çaylarını yudumlarken, beyler de otelin az ilerisinde, ihtiyar ama hâlâ dimdik ayakta duran zeytin ağacının gölgesi altında sohbeti derinleştiriyor, düşünce boyutunu genişletiyorlardı.

Sohbet bu güzelliğiyle devam etti. Vakit de epey ilerlemişti. Yelkovanla akrep ne de süratli çalışmışlardı. Bu beyin jimnastiğine ara verme ihtiyacı duyuldu. Namazlar kılındı; biraz tefekkür derken, arkasından spor yapmaya yönelindi. Kimi futbol, kimi basketbol oynarken, kimi de kendilerini deniz kıyısındaki küçük bir polyester botla denizin tatlı esintilerine bırakmışlardı.

Bunlardan en heyecanlısı futbol karşılaşmasıydı. Bu arada hava da hızla değişmeye başlamıştı. Kerim ve Mahmut Beylerin kaptanlığındaki takım kıyasıya mücadele etti. Tezahürat müthişti. Sonunda galip gelen, Kerim Bey’in takımı oldu. Önemli değildi; bu bir Avrupa Kupası karşılaşması değildi ya. Sağlık olsun temennilerinde bulunuluyordu ki, oradakiler duydukları sesle yerlerinde donakaldılar:

“Babaaa, babacığım!. Yetiş, n’olur yetiş! Çok uzaklaştılar, dönemiyorlar! N’olur babacığım yetiş!” Kerim Bey’in küçük kızının yankılanan feryadıydı duyulan. Feryat herkesin yüreğini ağzına getirmişti. Yüzler şaşkınlıkla gerilmiş ve gözler çocuğun işaret ettiği, yavaş yavaş uzaklaşan küçük bota odaklanmıştı:

Kimdi botta gidenler’? Tehlikeli ve fırtınalı havada denize açılmak kimin aklına gelmişti’?

Bu sorular ard arda sıralanırken, kızcağız korkudan tir tir titreyen küçük bedenini babasının kollarına bırakıverdi: “Babacığım, o amca ve teyze, çocuklarıyla beraber kayıktalar, ama çok çok uzaktalar, n’olur babacığım, kurtar onları!” Herkes kıyıya koşmuş, uzaklaşan küçük botu gözleriyle yakalamaya çalışıyordu.

Oranın yerlilerinden bir delikanlı, “Abi az sonra hava kararır…Böyle giderse, fırtına da iyice sökün edeceğe benzer. Allah korusun, bu durumda onları kaybedebiliriz. Daha geçenlerde bu civarlarda iki kişi hayatlarından oldular” dedi.

Sohbette bulunanlar kampın yerleşik insanlarıyla birlikte çabucak istişare ettiler, ne yapılacağını karara bağladılar. Şiddetli rüzgâr ise, bottakileri denizin ortasına doğru sürüklemeye devam ediyor, hava da yavaş yavaş kararıyordu. Ne yazık ki kampta, ne telefon ne de telsiz vardı! Sadece kamp yerine dokuz kilometre uzaklıktaki jandarma karakolunda telefon vardı. Kampta bir arabanın bulunması ise güzel bir şeydi. O akşam küheylan misali arabasıyla bütünleşen Mehmet Bey, bir o yana bir bu yana koşuşturmuştu. Koşuşturmuştu, çünkü koşar adım giden zamana fark atmalıydı. Yoksa O masumları kurtarmada geç kalınabilirdi. “Geç kalmak” ise, zihinlerde, affedilmeyecek büyük bir gaflet olarak ebediyen kalacaktı. Hayır, kimsenin bu duruma tahammülü yoktu. Herkes koşuyor, koşuşturuyordu.. Kimi arabasıyla, kimi motosikletiyle, kimi tabana kuvvet, kimileri de dualarıyla…

Kıyıda duran güler yüzlü bir çocuk, “Onları babam kurtarır O bu denizi çok iyi biliyor” deyiverdi. Mehmet Bey çocuğu kolundan kaptığı gibi arabaya koştu. Kerim Bey de onlara katıldı. Çocuğun babası ihtiyar balıkçı beş kilometre ötede bir kıyı köyünde kalıyordu. Balıkçı köyü de deniliyordu buraya. Süratle köye varıldı ve ihtiyar balıkçı arandı. O, uzaktan gelen misafirleriyle oturmuş, bahçede çay içiyordu. Hadise kendisine anlatılınca, misafirlere “müsaadenizle!” diyerek, yerinden ok gibi fırladı ve doğruca komşusunun motorlu teknesine koştu. O gün kendi teknesini bir arkadaşına ödünç vermişti. İhtiyar balıkçıyı bir anda soğuk terler basıverdi. Çünkü tekneyi çalıştıracak kol yoktu. Evine koştu, hiç kullanmadığı eski bir kol buldu. “Olsun, eski meski, ama Allah’ın izniyle çalıştırır!” diyerek tekrar tekneye döndü. Kerim ve Mehmet Beyler de onun arkasından hiç ayılmıyorlardı. İhtiyar balıkçı kolu motora taktı ve “Bismillah!” diyerek çevirmeye başladı. Birkaç defa tekleyen motor, ihtiyar balıkçının son bir gayretiyle harekete geçti, endişe içinde bekleyenlerin yüzünü güldürdü. Yanına üç yardımcı daha alan ihtiyar balıkçı süratle denize açıldı. Bu arada Mehmet Bey bununla da iktifa etmeyerek, doğruca jandarma karakoluna gitti. Buradan telefonla Çeşme’deki sahil güvenliğin harekete geçmesini sağladı...

Peki, kampta durumlar nasıldı? Endişeli, korkulu, ama ümitli bekleyiş devam ediyordu. Hanımlar, oturdukları balkonda yumak olmuş, dillerinde dualar, yakarışlar... Gözler kıpkırmızı, gözyaşlarının ardı arkası kesilmiyordu. En ufak hareket ve sese birden kalkılıyor; yavrusunu kaybetmiş ana misali, büyük endişe ve korkuyla soruyorlardı: “N’oldu, ne yapıyorsunuz? Ne diye duruyorsunuz?” Sonra da “Bir şeyler yapsanıza! N’olur kurtarın o masumları! Allah aşkına kurtarın onları!..” diyorlardı.

Bu haykırışlar etrafta yankılanırken. Kerim ve Mehmet Bey]er kampa dönmüşlerdi. Ancak hava iyice kararmaya yüz tutmuştu. Sanki engin denizin üstü siyah bir örtüye bürünmüş, o masumlar da çaresiz, denizle, karanlığın ortasında kalakalmışlardı. Onca kürek çekmeler, onca çaba ve gayret kurtulmaya, kıyıya geri dönmeye yetmiyordu, üstelik Tarık, kürek çekeyim derken ıskarmozu kırmış ve küreğin birini de denize düşürmüştü...

Ve korkulan şey başa gelmişti. Fırtına artık patlak vermiş, o garipleri iyice denizin ortalarına kadar sürüklemişti. Tek kürekle yapılan bütün gayretler boşa gidiyor, fındıkkabuğu gibi hafif bot, dalgaların üzerinde Ege Denizi’nin açıklarına doğru gözden kayboluyordu. Az ilerisi Yunanistan kıyılarıydı. Aslında sürüklenmekten çok alabora tehlikesi korkutuyordu onları. Çünkü ardı ardına gelen kocaman dalgalar arasında tek kürekle ve denizden anlamayan birisinin başa çıkması mümkün değildi. Her an tepetaklak alabora olabilirlerdi. Kayıkta dört can vardı: “Biz insanlar, verilen işe dört elle sarılmayı, itaatkâr davranmayı ve ancak izn-i İlâhi dairesinde hareket etmeyi bir bilebilsek!” diyen Tarık, eşi ve iki masum yavrucak...

Yorgunluk iyice çökmüş, takatler kesilmiş, fırtına ve karanlık birlikte yükleniyor. Öyle bir an yaşanıyordu ki, her yer kapkaranlık, azgın dalgaların ve yüzlere şamar gibi gelen şiddetli fırtınanın sesinden başka da bir ses duyulmuyordu. Kayık, dalgaların hızlı çarpışıyla gittikçe daha fazla sallanıyor, sanki ters gelecekmiş gibi oluyor ve yavaş yavaş suyla doluyordu. O dört yürek o akşam belki rekor çırpınışını gösteriyordu. Tarık sırılsıklam olmuş, tek kürekle hiç olmazsa azgın dalgaların hızını keseyim, alabora olmayalım diye son çabasını harcıyordu; dalgaların ise biri gidiyor, öbürü geliyordu...

Ağlamaklı bir sesle; “Allahım bizi kurtar, bizi kurtar Allahım!” diyen küçük kızın sesi, karanlığın sessizliğini bir anda bozdu. Neredeyse şuurunu kaybetme sınırına gelen anne, bu sesle yeniden canlandı; yavrularını şefkatli sinesine bastırdı. Allah daha şefkatli ve daha merhametliydi. Güçsüzlerin, zayıfların, masumların, çaresizlerin en yakın olanı ve yardımcısıydı. Bu masumlara da yardım edecekti elbette. Ümit kesilmemeliydi, dualar dinmemeliydi; fırtına dinmediği gibi...

Bütün sebeplerin durmuş gibi olduğu şu anda, Hz. Yunus (as) gibi: “Lâ ilâhe illâ, ente Sübhânek, jnni küntü minezzalimin!.” (Tesbih ve takdis ettiğim Allah’tan başka ilâh yoktur, muhakkak ki ben zalimlerden oldum.) sözlerini mırıldanıyordu. Hanımı da ona iştirak ediyordu. Belki o masumların etrafında pervane olan melekler de aynı tonda katılıyorlardı onlara...

Gözyaşları içerisinde sahilde bekleyenler akşam namazım kılmış, buna hacet namazı da ilave edilmişti. Zihinler o masumlarla meşgul, gönüller Allah’a rabtolmuş, kulaklar kıyıya gelmesi beklenen motorlu teknenin sesine pür dikkat kesilmiş, diller gözyaşlarının eşliğinde hep aynı dua ve yakarışı mırıldanıyordu: “Lâ ilâhe illâ, ente Sübhânek, jnni küntü minezzalimin!.” Üst katta ümitle kenetlenmiş hanımlar da aynı duayı, aynı ton ve içtenlikte tekrarlıyorlardı: “Lâ ilâhe illâ, ente Sübhânek, jnni küntü minezzalimin!..”

Öyle muhteşem bir manzaraydı ki, sanki kamp yerindekilerle denizin ortasındaki dört masum insan hemyürek, hemgönül, hemdil olmuş, aynı duayı mırıldanıyor, yalvarıyor, yakarıyorlardı.

Buğulu gözlerini denizin ötesindeki karanlığa dikmiş, kırışmış avuçlarını göğe yöneltmiş, muştulu haberin pırıltısını sezmeye çalışan ihtiyar bir teyze, “Ey yüce Allahım! Ben çok yaşlıyım. Faydam da olmuyor Şu evlatlarımın yerine beni al, onları vatana ve millete hağışla n’olur!” diye yalvarıyordu. Hâlbuki gönlü genç bu ihtiyarın o aileyle tanışması bir günlük mâziye bile dayanmıyordu. Halden anlayan bir insan örneğiydi.

Başını kayaya yaslamış kampın yerlilerinden bir kadın, sanki kayalar vasıtasıyla işaret almışçasına, yerinden ok gibi fırladı ve bir yandan kıyı boyunca koşuyor, bir yandan da; “Geliyorlar, geliyorlar! Kurtuldular! İşte geliyorlar!..” şeklinde avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Kimi elinde fener, kimisi de elinde battaniye ile kıyıya akın ediyordu. Herkesin dilinde aynı dua, daha bir yüksek sesle ve gönülden yankılanıyordu: “Lâ ilâhe illâ, ente Sübhânek, jnni küntü minezzalimin!..”

Derken tekne kıyıya yanaştı. Kaybolan masumların sağ salim döndüklerini görenlerin gözlerini bu defa sevinç gözyaşları bürümüştü. Ve herkes hep bir ağızdan, “Elhamdülillüh! Şükürler olsun Yarabbi! Sayısız şükürler olsun Sana!” diyorlardı.

Soğuktan tir tir titreyen ıslanmış masum yavrular hemen battaniyeye sarılarak, tekneden alındı, sonra anne-baba indirildi. Tarık tekneden iner inmez, “Kader bizi nerelere götürdü, neler gösterdi, çekeceğimiz varmış...” derken, bir yandan da daha önceleri içtenlikle ve samimâne söylediği sözlerini hatırladı: “İntizamlı olmayı, itaatkâr davranmayı, verilen işe dört elle sarılmayı ve ancak izn-i ilahi dairesinde hareket etmeyi bilmeliyiz. O vakit hiç başımız ağrımaz!.”

Felaketzedeler sıcak bir odaya götürülürken, Tarık, o anı sanki hala yaşıyormuşçasına, kısaca anlatmaya başladı: “Eğer ki tekne beş dakika daha gecikmiş olsaydı, çoktan denize gömülmüştük. O ona kadar gittikçe artan rüzgâr, son anlarda şiddetlenmiş, deniz iyiden iyiye kabarmıştı. Ben bir yandan tek kürekle dalgaların şiddetini kırmaya çalışırken, öbür yandan da çoluk çocuk hep beraber dua ediyor, yalvarıyor, yakarıyorduk. Dilimizden sürekli, “Lâ ilâhe illâ, ente Sübhânek, jnni küntü minezzalimin!..” duası dökülüyordu. Tam bu esnada karanlığın içinden motor sesini duydum. Duymamla beraber bir teknenin yanımıza yanaştığını ve birisinin “bana elinizi uzatın” çağrısını fark ettim. Allah onlardan razı olsun!”

Bu arada fırtınada bir yumuşama olmuş, denizin dalgaları kıyıya bir başka vuruyordu. Kendine has diliyle bizlere bir şeyler duyurmaya çalışıyordu. O anlatadursun, bu gece herkes, hiçbir zaman unutamayacağı mesajı almıştı.
(SIZINTI)