Toplum olarak sabrı sadece fakirlere yakıştırıyoruz.
Zihnimizin arkalarında bir yerlerde, bir ‘başarısızlık
öyküsü’nün ardından gelen kaçınılmaz sonuç gibi
düşünüyoruz onu. Peki sabır gerçekten sadece
fakirlere yakışan ‘tembelâne’ bir değer mi;
yoksa üstün bir imanî fazilet mi?






Genel olarak baktığınızda, medyada sabır kavramının en çok futbol haberleri içinde yer aldığını görürsünüz. Her teknik direktör, çalıştırdığı takımın mağlubiyet aldığı maçlardan sonra taraftarlara ‘sabır’ çağrısında bulunur. Onlara, “Biraz sabırlı olun, yakında hezimetler sona erecek” türü mesajlar verip ortalığı yatıştırmaya çalışır. Bu haberlerden anlaşılan, adına ‘taraftar’ denen kitlenin çok sabırsız olduğudur. Başarı onlar için hemen ve derhal elde edilmesi gereken bir şeydir. Hem de kendilerinin doğrudan herhangi bir katkı sağlamadıkları bir konuda.
Sabrın medyada geçtiği diğer temalar da, aynı şekilde sabırdan çok, sabırsızlıkla ilişkilidir. Gerek cam ekranda gerekse üçüncü sayfa haberlerinde başına gelen acı bir olay ya da haberini aldığı bir ölüm olayını sabırsızlıkla, yırtınıp dövünmeyle, feleği ve kaderi suçlamakla karşılayanlara, bol miktarda rastlanır.
Sabrın olumlu bir değer gibi gözüktüğü temalar ise, istisnaîdir. Vücudunda bir sakatlığı olduğu halde sabır ve azimle bir şeyleri başarabilen ya da yapabilenler ile ilgili haberler bu türdendir meselâ. Ama bu haberler de kişinin sakatlığına odaklanılıp “vah vah!” tipi yazıklanmalar eşliğinde takip edildiğinden, sabrın fazileti yine çok kere öne çıkmaz.
Bir de, gerçekte hırs olduğu halde sabırmış gibi ifade edilen ve öyle sunulan haber tipi vardır. Ki bunun en meşhur örneği, şöhreti yakalamış bir ünlünün hayat hikâyesinin ele alındığı haberlerdir. Bunlarda söze, “Ben bu yere gelene kadar çok sabrettim” diye başlanır ve sonra “İşte şimdi de sabrımın, çalışmamın ve azmimin meyvesini topluyorum” diye devam edilir.
Böylesi bir ‘sabır’ içinde, Allahualem, sabrın özüyle taban tabana zıt biçimde ne kadar kişilikten feragât, vicdanî törpülenme, değer erezyonu ve dönem dönem intiharın eşiğine gelme olduğunu buradan kestirmemiz ya da iddia etmemiz doğru olmaz. Ama eğer bunlardan biri ya da birkaçı işin içindeyse, bu çeşit bir ‘sabrın,’ hakikî sabır ile uzaktan el sallamışlığı bile olmadığını hemen şimdi belirtmekte fayda var.
Popüler kültürün ötesinde sabrın derin toplumsal hafıza içinde diğer bir algılanışı ise, onun fakirlikle özdeşleştirilmesidir. Bu özdeşliğin kurulmasında fakirliğin bir ‘başarısızlık öyküsü’ olduğu kanaati baskın bir rol oynar. Fakir kimseler zengin olma başarısını ‘gösteremedikleri’ için hallerini kabul eder ve zorunlu olarak sabır gösterirler. Algı bu şekildedir. Burada da yine, sabrın durağan, mecburî, ümitsizce bir kabulleniş ile ilişkilendirildiği görülür.
Bu sabır algıları, öte taraftan, bize onun zihinlerde ‘tembelâne bir değer’ olarak kodlandığını da düşündürtür. “Sen sabretmeye devam et, kazanırsın belki!” “Atı alan Üsküdar’ı geçti; sen hâlâ…” gibi alay yollu ve sitemkâr ifadeler; veya “Sabreden derviş muradına ermiş” atasözünün “Sabreden derviş muradına eremeden …” biçimine sokulması, toplumsal hafızanın belli bir bölümünde sabrın pasiflik, acz, atalet, tembellik ve neticesi hiç de ümitvar olmayan ‘aptalca bir tutum’a özdeş tutulduğunu gösterir.
Popüler kültürün sabır algısı ve kullanım tipleri aşağı yukarı bu minvalde iken, bu coğrafyada özellikle mihnete karşı tabiat hâlini almış güçlü bir ‘sabır geleneği’nin olduğu da bir vakıadır.
Buna en iyi delil, kentsel yaşamın onca zorlayıcılığına rağmen, hâlâ suç ve intihar oranlarının diğer ülkelerin büyük metropollerine göre düşük düzeyde seyretmesidir. Bir ekonomik kriz sonrası Arjantin ve Şili’de insanlar süpermarketleri ve mağazaları yağmalarken, benzer şartların yaşanmasına rağmen bizde böylesi olaylar ciddi boyutta görülmemiştir. Bu, bize, fakir insanlarımızın bir şekilde hâllerine rıza göstermeye devam ettiklerini gösterir. Tabii, bunda, ağır aksak da olsa hâlâ işleyen geleneksel yapımızın rolünü de inkâr edemeyiz.
Özetlemek gerekirse; sabır bizde hiç olmayan, hiç bilinmeyen bir şey elbette değildir. Fakat popüler kültürün sığ çerçevesi içinde orijinalliği yitmiş ve sahte anlamlardan dokunmuş bir örtüyle üzeri örtülmüştür.
Tespit bu olunca, ne yapılacağı da kendiliğinden ortaya çıkıyor: kavramın aslî manalarına kavuşturulması.
Hemen endişe etmeyin; bu iş için günlerce kütüphanelere kapanıp kaynak araştırması yapılmasına gerek yok. Kaynaklar belli çünkü. Söz konusu olan İslâmî bir kavram olunca, ilk başvurulacak kaynak, anlamları çağlara yenik düşmeyen, bilâkis çağlara yeni bir tazelik katan Kur’ân-ı Kerim’den başkası değildir. Bir ‘deniz feneri’ gibi her çağda şaşırdıklarında mü’minlerin ona bakarak yollarını buldukları Kur’ân-ı Kerim, sabır konusunda da bize çok temel bilgiler sunar. Yeter ki, bir dalgıç gibi onun ‘anlam denizi’nden kendi payımıza düşeni almaya niyet edelim. İhlâs ve donanım nispetinde elbette avucumuza bir şeyler bırakılır.
Şahsen dalgıçlığımın çok iyi olduğunu iddia edemem, ama ben kendi adıma böyle bir işe teşebbüs ettiğimde, sabır kavramının Kur’ân-ı Kerim’de özellikle peygamber kıssaları içinde yer aldığına şahit oldum. Ve sabrın, bu kıssaların her birinde, ortak anlamların yanı sıra, kendine has farklı bir anlam ile de öne çıkarılmış olduğunu farkettim.
Bakalım, siz de aynı düşüncede olacak mısınız?

Sabır ümitsiz olmaz
Popüler kültürün sabrı ümitsizliğin bir sonucu olarak göstermesine bedel, Kur’ân-ı Kerim’de geçen Yunus kıssasında Yunus aleyhisselâmın gösterdiği sabırsızlığın yerilmesi bize sabrın ancak ümitle birlikte olabileceğini söyler.
Meşhur kıssasında, Ninova halkına tebliğ göreviyle gönderilen Yunus aleyhisselâm halkın olumsuz tavır ve davranışları karşısında yılgınlık göstermiş ve onların doğru yola gelmeyeceklerini düşünerek ümitsizliğe düşmüştür. Bu ümitsizlik aynı zamanda onu sabırsızlığa da sürüklediği için Rabbinin hükmünü beklemeden kavmini terkeden Yunus aleyhisselâm, hem bir dizi musibete maruz kalmış hem de Kur’ân-ı Kerim’de geçen “Sen Rabbinin hükmünü sabırla bekle. Balık sahibi Yunus gibi olma” (Kalem, 48) ilâhî ikazının konusu olmuştur.
İşte bu Kur’ânî irşadın da gösterdiği gibi, ‘ümitsizlik’ ya da diğer tabiriyle ‘yeis’ ancak sabırsızlığı sonuç verir. Sabırla beklemek için ümitli olmak gerekir. Ninova halkının olumsuz tutumları karşısında eğer Yunus aleyhisselâm Allah’ın hükmünü beklemiş olsaydı, her şey daha farklı olabilecek ve kendisi de böyle bir itâba maruz kalmayacaktı.
Kur’ân-ı Kerim’de sabrın ancak ümit ile mümkün olduğunun etkileyici bir örneği de, ‘Yusuf kıssası’ olarak bilinen kıssa içinde Yakup aleyhisselâmın tutumunda somut hale gelir.
Bilindiği gibi, Yakup aleyhisselâm çocukları içinde Yusuf’u daha çok sevmekte, bu da diğer çocuklarını kıskançlığa sevketmektedir. O kadar ki, kardeşleri Yusuf’a bir kötülük yapmayı bile göze almışlardır. Bir gün bu kötü niyetleri gizleyerek Yakup aleyhisselâma kardeşleri Yusuf ile kıra gitmek istediklerini söylerler. Onların kötü niyetleri olabileceğinden kuşku duyan Yakup aleyhisselâm, arzu etmese de, izin vermek durumunda kalır. Ve gerçekten kardeşleri, Yusuf’a kötülük yaparlar ve onu bir kuyuya atarlar. Döndüklerinde ise babalarına üzerinde sahte bir kan olan kardeşlerinin gömleğini gösterirler. (Yusuf, 18)
İşte, Yakup aleyhisselâmın karşılaştığı katlanılması neredeyse imkânsız olan durum budur.
İmkânsızdır; çünkü Yakup aleyhisselâm canı ciğeri gibi sevdiği Yusufunu yitirmiş, derin bir evlât acısı çekmektedir. Üstelik, kardeşlerinin uydurduğu mazaretin doğru olmadığını, Yusuf’a onların kötülük yaptığını da bilmektedir. ‘Sebepler dairesi’nden bakıldığında, ortada Yusuf’un akibeti hususunda ümitli olmasını gerektirecek hiçbir sebep yoktur. Aksine, öfkelenmesini, isyân etmesini, kadere feleğe sövmesini gerektirecek çok sebep vardır. Kaynaklardan anlaşıldığı kadarıyla, olayı takiben Yakup aleyhisselâm çocuklarını evlâtlıktan reddetmediği gibi, üzerlerine de yürümemiştir.
İnanılması güç ama böylesine zor bir anda Yakup aleyhisselâm bir baba olarak sadece tek bir cümle sarfetmiştir: “… Artık bana düşen hakkıyla sabretmektir. Anlattığınız karşısında bana yardım edecek olan, ancak Allah’tır.” (Yusuf, 18)
Günümüz insanına “Sabır küpümüsün mübarek!” dedirtecek bu hâl, sabrın desteğini ancak ümit gibi pozitif bir duygudan aldığını açıkça ortaya koyduğu gibi, bu ümidin öyle alelâde bir ümid olmadığını da bize haykırır. Yakup aleyhisselâm ne “Yusuf çok güçlüdür, kardeşleri ona zarar veremez” düşüncesinde olduğu için ümitlidir; ne de oğullarının kendisine bir şaka yaptığını, biraz sonra Yusuf’u güzel giysiler içinde kendisine geri getireceklerini düşündüğü için…
Onun ümidi, çok daha başkadır.
Onun ümidi, kaderin ve mülkün sahibi olan Allah’ın her işi hikmet ve adalet çerçevesinde yapacağı, hiçbir hakkı zayi etmeyeceği, ne kadar acı da olsa kendi icraatına sabredecek bir mü’mini mükâfatlandıracağı inancından kaynaklanmaktadır.
O Allah ki, tüm esbab sükut etmiş gözükse dahi Yunus aleyhisselâmı nasıl koca bir balığın karnından kurtarmışsa; sebepler dairesinde hiçbir ümit ışığı gözükmediği halde Yusuf’u da bir gün babası Yakup aleyhisselâma elbette kavuşturabilir. Yakup aleyhisselâm için, tek başına, Yusuf’un öldüğüne dair kesin bir delilin olmaması, onun ümitsizliğe düşmemesi için yeterli bir sebeptir. Yusuf’un kurtulması için diğer sebepleri Adil-i Hakîm nasıl olsa bir araya getirebilir.
İşte Yakup aleyhisselâmın yüksek imanı, yüksek sabrı ve ümidinin kaynağı…

Sabır hükme rızadır
Yakup aleyhisselâmın şahsında sabrın “Allah’ın inayeti ve yardımından ümit kesmemek” demek olduğu anlaşıldığı gibi, İbrahim kıssası içinde İsmail aleyhisselâmın sergilediği akıllara durgunluk veren tutumdan da “sabrın Allah’ın hükmüne kesin bir rıza göstermek” olduğu anlaşılır.
Malum olduğu üzre, Hz. İbrahim daha önceden verdiği bir söz yüzünden, rüyasında oğlu Hz. İsmail’in boğazını kestiğini görür. İlk gördüğünde, sanki görmemiş olmayı diler gibi, üstünde durmaz. Fakat aynı rüyayı tekrar tekrar görünce, rüyanın sadık olduğunu anlar ve hükmünün yerine getirilmesi gerektiğine karar verir. Durumu, oğlu İsmail’e açtığında, onun tepkisi gerçekten müthiştir: “Emrolunduğun işi yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulursun.” (Saffat, 102)
Doğrusu merak ediyorum, acaba içimizden herhangi biri Hz. İsmail’in yerinde olsaydı nasıl tepki gösterirdi? Onun gibi mi davranırdı yoksa “Gencecik yaşımda bana bu reva mı?” “Benim yerime bir koyun kessek olmaz mı?” “Keşke peygamber yerine bir çobanın çocuğu olsaydım!” diye şikâyet mi ederdi? Kimbilir belki de, boğaz ile bıçağın buluşmaması için bundan çok daha fazlasını yapardık!
Hakikaten Hz. İsmail’in sabrı çok zor ve farklı bir sabırdır. Bu sabrın önemli bir farkı da, Hz. İsmail’in doğrudan cana mal olacak bir ilâhî hükme boyun eğeceğinin sözünü vermiş olmasıdır. Bu boyutuyla da, Kur’ân-ı Kerim’de geçen diğer sabır kıssalarından farklı bir şey söyler bize.
O da, sabrın ‘olay-eksenli’ olmadığıdır. Sabrı, biz, gündelik hayatın yol açtığı zihinsel kirlenmeye maruz kalan kişiler olarak, ancak başa gelen acı bir ‘olay’dan sonra gündeme gelir diye düşünüyoruz. Halbuki, kıssadan anlaşıldığına göre, bir olay meydana gelse de gelmese de, yani olaydan bağımsız olarak, sabır her daim gündemde olması gereken bir tutumdur. Çünkü sabır olay-eksenli değil, ‘hüküm-eksenli’dir. Gerçekleşsin yahut gerçekleşmemiş olsun, Allah’ın belli bir konuda hüküm verdiği andan itibaren kul sabır göstermekle yükümlüdür. Olayın öncesi ya da sonrası, sabrın özüne ilişkili değildir. Olsa olsa sabırlı olma vaktine işaret eder. Bu haliyle de bir perde, bir vesiledir. Zaten son tahlilde ‘olay’ dediğimiz vukuat da, Allah’ın meydana gelmiş bir ‘hükmü’ değil midir?
ALINTI