“Şehîd-i Kerbelâ’sın yâ Hüseyn”
“Kurretü’l-ayn’ı Habîb-i Kibriyâsın yâ Hüseyn
Nûr-i Çeşm-i Şâh-ı Merdân Mürtezâsın yâ Hüseyn
Hem ciğerpâre-i Zehrâ Fâtıma Hayrünnisâ
Ehl-i Beyt-i Müctebâ Ali Abasın yâ Hüseyn
Sana gülle dokunan ümmid eder mi mağfiret?
Gonca-i Gülşen Saray-ı Mustafâ’sın yâ Hüseyn
Ehl-i mahşer dest-i Hayber’den içerken Kevseri
Sen susuzluklar şehîd-i Kerbelâ’sın yâ Hüseyn
Kıl şefâât ârif’e ceddin Muhammed aşkına
Arza-i mahşerde makbulerrecâsın yâ Hüseyn”
Bu yürek burkan ilâhileri dinlerken bir taraftan da konuya uygun, gündeme uygun kitaplar karıştırıyordum ki…
Fuzuli’nin “Hadikatü’s süeda / Saadete Ermişlerin Bahçesi” isimli eserinin sonlarında bir yerde “zınk” diye kalakaldım…
Hz. Hüseyin’in kesilmiş başının bir tabak içinde Yezid’in önüne getirildiği meclisin anlatıldığı bölümden bir parçaydı bu… “Hadikatü’s süeda”dan okuyalım:
“Rebi’ül-ahbar adındaki kitapta yazar: Abdülvehhab adında bir Hıristiyan, elçilik vazifesiyle Rûm diyarından gelip o mecliste hazırdı. Hazret-i İmam’ın yüzünü görünce ah çekip şunları söyledi;
-Ben Hazret-i Resulün hayatında, ticaret maksadiyle Medine’ye gitmiştim. İstedim ki Peygambere bir hediye götüreyim. Sahabeye:
-Hazret-i Resul neleri severler? diye sordum.
Mübarek tabiatlerinin güzel kokulardan hoşlandığını söylemeleri üzerine bîr mikdar misk ile bir parça anber alıp o Hazrete götürdüm.
Peygamber o sırada Ümmü Seleme’nin evinde bulunuyordu. Hediyeleri kendisine verdim.
- Adın, nedir? diye sordu.
- Abdülvehhab’dır, dedim.
- Eğer İslâm dinini kabul edersen ben de senin hediyelerini kabul ederim., buyurdular.
Mübarek yüzüne bakarak anladım ki Hazreti İsâ’nın geleceğini haber verdiği Peygamber odur. İltifatları eseri olarak derhal Müslüman oldum. Bir müddetten beri imanımı gizleyip kendi işlerimle meşgul idim.
O gün, Hazret-i Resulün yanında iken, mübarek başı huzuruna getirilmiş bulunan bu aziz, henüz çocuktu. Odaya girince Hazret-i Resul, onu bağrına bastı ve yüzünü yüzüne sürerek şöyle buyurdu:
- Allah’ın rahmetinden nasib almasın o bahtsız ki senin öldürülmene razı olacaktır.
Bir başka gün de, yine Hazret-i Resul ile birlikte mecliste bulunuyordum. Bu aziz, büyük kardeşiyle birlikte içeri girip:
- Dede!, dediler. Hangimizin daha kuvvetli olduğumuz bahsinde aramızda anlaşamıyoruz. Karar verdik ki huzurunuzda güreşe tutuşalım. Kimin kuvveti ötekinden fazla ise belli olsun!
- Ey gözüm nurları... dedi, güreşmeniz doğru değil. Her biriniz, birer şey yazın. Hanginizin yazısı daha fazla beğenilirse, o ötekine galip sayılsın!
Şehzadeler, bu teklifi kabul ettiler ve ikisi de birer satır yazı yazıp Hazreti Resulûllah’a arz ettiler. Peygamber, hiçbirinin hatırını kırmamak için:
- Ey ciğer köşelerim! dedi. Yazılarınızı babanız Ali Murtaza’ya gösterin. Kararını o versin!
Şehzadeler yazılarını gösterdikte babaları;
- Annenize gösterin! dedi.
Şehzadeler Hz. Fâtıma-i Zehra’ya arzettiklerinde O da:
- Çocuklarım! Ben iyi yazı ilmini bilmem. Fakat birkaç tane incim var. Onları yere atayım. Hanginiz fazla toplarsa o galip sayılsın, dedi.
Hazret-i Fatıma-i Zehra o incileri atıp şehzadeler toplamaya koyulduklarında – Hazret-i Peygamberden işitmiştim- Allah Cebrail’e emir eder ki;
- Ey Cebrail! Yeryüzüne inip bu incileri iki çocuk arasında müsavî surette taksim et! Öyle ki bunları paylaştırırken aralarında fark olup hiçbirinin hatırı kırılmasın!
Düşünün ey dostlar!
Hazret-i Allah, Hazret-i Mustafa, Hazret-i Murtaza ve Hazret-i Fâtıma-i Zehra’nın onlara en küçük bir elem erişmesini istemezken ne bedbahtlardır o kimseler ki bunlara bunca zulmü reva göreler ve birini zehir ile öldürüp, birine kılıcı musallat edeler.”
Abdurrahman ŞEN/ Yeni Asya