Ey iman etme (iddiasında bulunanlar)! Zorluklara karşı direnin, direnişte birbirinizle yarışın, nöbette her an tetikte, uyanık olun ve sorumluluk şuurunu kuşanın ki, mutluluğa erebilesiniz!” (3/200)
Bu ayet, dört talimatı bünyesinde taşıyordu. Bunlardan ilk ikisi olan “Sabredin!” ve “Sabırda yarışın!” talimatlarını geçen haftaki yazımızda nisbeten açtık. Fakat son ikisi olan “Hayatı bir nöbetçi gibi uyanık ve tetikte yaşayın!”, “Sorumluluk bilinciyle hareket edin!” talimatlarını, yer kalmadığı için açamamıştık.
“Hayatı bir nöbetçi gibi uyanık ve tetikte yaşayın!” talimatı, bu ayetin anahtar talimatıdır. “Râbıtû” emrine “nöbet bekleyin, diri ve uyanık olun” anlamı verilir.
Fakat, bu sözcüğün asıl kökeni “sıkı sıkıya bağlanmak, tutunmak, sarılmak” ve “irtibat kurmak, ilişkiye girmek” anlamındaki “rabt” ve “râbıta” mastarlarıdır.
Evet, zaten nöbet de bu değil midir: “Sıkı sıkıya tutunmak, mevziyi korumak, korunmaya değer olan yere sanki çakılmış bir çivi gibi rabt olmak, bir adım geri atmamak...”
“Rabt” olduktan sonra ise “râbıta” kurmak; yani koruduğunuz değerle ilişkiye girmek, o değeri korumak için sizin gibi nöbet şuuru taşıyan herkesle irtibat içinde olmak, onlarla dirsek temasını ve iletişimi kesmemek...
Görüyorsunuz, nöbetçi olmanın şartları da kendiliğinden belirginleşti:
Birincisi, nöbet beklediğiniz bir yeriniz olacak. Yani bir “yere” sahip olacaksınız. Yeriniz, mevzîniz, mevkîniz yoksa; siz nöbetçi değil, firari hükmündesiniz demektir.

Neden mi?
Çünkü herkes yaratılırken kozmik bir görevle yaratılır. Hiçbir insan lüzumsuz bir “atık” değildir. Her insan Allah’ın orijinal bir şaheseridir ve yaratılış amacına uygun bir rol seçme yeteneğiyle donatılmış olarak var edilir. Eğer o rolünü yaratılış amacına uygun olarak seçer ve benimserse, işte ona “müslüman” (=Allah’ın kendisi için hoşnut ve razı olduğu rolü benimseyip, O’na kayıtsız şartsız teslim olan) denir. Vahiy, bu rolü en güzel nasıl oynayacağını insana gösteren bir “kullanma kılavuzu”, bir ilahi “prospektüs”tür.
Eğer nöbet bekleyecek bir yeriniz yoksa, işte bu nedenle “Yerim yoktu da nöbet bekleyemedim” diyemezsiniz. Aslında daha siz doğarken size hayatın sahibi tarafından bir “yer” ayrılmıştı, fakat siz “yersizmiş” gibi davranıp “Yerim yok!” dediniz. Bu doğru değildi.
Asıl mahrum olduğunuz şey sizi yerinize bağlayan “bağ” idi; yani yerinize “rabt” edilmemiş ve yerinizle “irtibat” kurmamıştınız. Onun için de nöbet yeri (=ribat) olmayan, nöbet yerinden kaçan bir nöbetçi (=murabıt) gibi davranmıştınız.
“Yerinizi bilmek” yetmez. Birçok insan vardır ki; onların firariliği “yerlerini bilmemek”ten değil, “yerlerinin değerini bilmemek”ten kaynaklanır.
Öyle ya, başında ya da sınırında nöbet beklenilen şeyler “korunmayı hak eden” değerli şeylerdir. Bu, ister kalbinizin sınırlarında şeytanî güdülerinize ve iki ayaklı şeytanlara karşı nöbet bekleyerek korumanız gereken “imanınız”, ister ilahi bir emanet olarak sorumluluğu size verilen “aileniz”, ister üzerinde inancınızı hâkim kıldığınız bir avuç “toprağınız” olsun, farketmez.
Hepsinden önemlisi nedir biliyor musunuz: Yerinin değerini bilmediği için yerini bilmeyen, yerini bilmediği için “yersiz-yurtsuz” dolaşan her nöbet kaçkınının yerini, o yerin sahibi olmayan birileri doldurmuştur.
Bu hayatın yasasıdır: Yaratılış boşluk kaldırmaz.
Sen “yerli”sin; yerini doldur ki, “yersiz”ler yerini kapmasın.

mustafa islamoğlu