Kaç mevsim geçti böyle yağmursuz. Kaç Kerbelâ türedi coğrafyamızda kurak ve çorak… Kaç Hüseyin’i suya hasret bıraktık sahralarda? Yezidlerin insafına kalan yüreklerimiz şimdi kepir topraklar gibi şerha şerha susuzluktan.

Rahmet bekliyoruz.” dedik, yağmursuzluktan şikâyet ettik. Sonra da, sahte umutların terkisinde yollara düştük, ömür tükettik. Bilemedik yağmurun nasip işi olduğunu; olup bitenin de nasibimiz kılındığını… Başımıza gelen birçok şeyin sebebinin yine kendimiz olduğunu bilemedik. Sitem ettik, şikâyet ettik haddimizmiş gibi. Haddi aştık, hata ettik; ama hata ettiğimizi de bilemedik.

Darda olanın ‘Dâr’a gitmesi gerektiğini bilemedik. Çatladı dudaklarımız, yüreklerimiz kurak topraklar gibiydi. Ne yaptığımızı bilemeden, avuçlarımızı denize daldırıp içmeye koyulduk tuzlu suları. İçtikçe yandık, yandıkça içtik mevsimlerce, senelerce. Avuçlarımız yandı, dudaklarımız yandı, yüreklerimiz yandı; hava yandı, toprak yandı, su yandı; zaman yandı, mekân yandı ve nihayetinde ‘insan’ yandı.

Bu yangının alevlerinden şükür ki, bir şuur uyandı, uyandırıldı. Uyuyanların yanında uyumayanlar da vardı. Uyumayan, uyardı da bildik. Bilmedik, bildirildik… Meğer ki vakit dua vakti, niyaz vaktiymiş. Mevsim, yağmur mevsimi değil, yağmur duası mevsimiymiş.
Kulağımıza haykırdı ummanlar ötesinden, yüreği okyanuslar kadar engin ve bakışı bir o kadar derin birisi: “Kalkın, duaya durun, secdelere diz vurun; kaldırın ellerinizi kaldırabildiğiniz kadar. Öyle kaldırın ki ellerinizi, âsuman yükselsin ellerinizde. Gözyaşlarınızla aşılayın sonra dua yüklü bulutları; bulutlar semadan seraya ağsın ve rahmet sağanak sağanak yağsın.

Uyanın, uyanık olun; uyandırın uyuyanları da. Uyanmayan bir bakış, açılmayan-açılarak yükselmeyen bir el, duadan ve rahmetten nasiplenmeyen bir yürek kalmasın böylece.
Gecelerin hakkını verin.

Hakkı, kıyama durmaktır gecelerin.
Dimdik olsun kıyamda duruşunuz yüce dağlar gibi, başınıza haşyetin dumanlarını sarın bulutlar misâli. Kıyamınızla kaim kılın kulluğunuzu, kulluğunuzu dâim kılın.

Sonra rükûa eğilin, eğilmeniz emrolunduğu üzere, mü’mince. Eğilmenin hak ve hakikat olduğu o demde. İki büklüm, baş eğik; haddini, kulluğunu bilmişçesine.

Ve bir secde kılın; bir secde ki geceler kadar derin. Bir secde mü’mince gecelerin sertacı, derde düşmüş başın ilâcı. Böyle bir secdeyle taçlanmış namaz kulun mi’racı.”
Evet, işte vakit, o vakit. Duaya durmalı, el açıp yalvarmalı. İstemeyi bilmeli, istemeyi bilmeyi O’ndan dilemeli.

Seccadelere gözyaşlarıyla dilekçeler nakşetmeli; alınlar mühür olup basılmalı üzerine ki, kabule şâyân ola.

Bahar yağmurlarına özlem var memleketimde. Bahar yağmurları ki, kovsun kışı, görmeyelim bir daha onun soğuk yüzünü.

Yaz yağmurları yağsın bahardan sonra, serin serin esintiler getirsin bulutlardan. Kırk ikindilerde yıkansın vatanım, toprağım.

Yağmur yağmur rahmet, sağanak sağanak bereket yağsın talihsiz coğrafyama. Yağmur şarkılarıyla yürüsün bahar; dağlarıma, ovalarıma. Çocuklarımız yağmur gibi olsun, yağmurun kendisi olsun.

Yağmura kanalım, yağmurda yıkanalım; asırlık paslardan, kirlerden arınalım. Dudaklarımızla değil yüreklerimizle içelim onu Âb-ı Kevser niyetine.
Kurt-kuş, börtü-böcek suya kansın. Zerre suya doysun, kürre suya doysun. Memleketim su gibi aziz olsun.

Abdullah Asaf Atlı