Bilerek ve severek tercih etmek
Bilmenin yetmediği bir as?rda yaş?yoruz. Hz. Peygamberin (asm) “Bilselerdi yapmazlard?” sözünün, asr?m?z insanlar? için de geçerli olduğunu söylemek oldukça zor. Asr-? hâz?r insanlar?na, ‘bildikleri halde yap?yorlar’ ifadesi daha çok yak?ş?yor sanki.
Bunu ?brahim Sûresi’nin 3. âyetinden anlamak da mümkün: “Onlar dünya hayat?n? seve seve âhirete tercih ederler.” Bu âyetin, asr?m?za hususiyetle parmak bast?ğ?n? ifade eden Bediüzzaman, “Hiçbir as?r böyle bir tarz? göstermemiş. Sâir as?rlarda o ehl-i dalâlet âhireti bilmiyor ve inkâr ediyor. Elmas? elmas bilmiyor, dünyay? tercih ediyor”1 derken, bu as?r için ise “hayat-? dünyeviyeyi hayat-? uhreviyeye, ehl-i ?slâma da bilerek, severek tercih ettirdi”2 diyor.
Asl?nda bu tercih edişin, hiç de ak?ll? bir tercih olmad?ğ? aşikâr. Zira yine Bediüzzaman’?n benzetmesi ile ‘k?r?lacak bir cam parças?n? bâkî elmaslara bildiği halde tercih etmek’3 gibi, zahirde hiç de ehl-i akl?n kâr? olmayan bir hamâkat hâlidir bu.
Gel gelelim asr?n bu acip hali, “Tercih bilâmüreccih caizdir ve vâkidir”4 kaziyesini, bir kere daha hakl? ç?kart?r. Ortada tercih edici bir sebep yokken, başka bir tâbirle, ehl-i imanca iyi ile kötünün aç?kça bilindiği, dolay?s?yla tercihin de bir ölçüde anlam?n? yitirdiği durumda dahi, tercihi hiç beklenmedik ş?ktan yana yapman?n tuhafl?ğ?n?n, tâbir-i diğerle ‘divanece bir tercih’in bile, bu sözü nas?l doğrulayabildiği, bir vâk?a olarak durur orta yerde.
Asr?n bu bedbaht halini, Bediüzzaman, şu cümleleriyle daha da tasvir eder: “Bu as?rda hayat-? insaniye, hususan hayat-? içtimaiyesi öyle dehşetli, fakat cazibeli ve elîm, fakat merakl? bir vaziyet alm?ş ki, insan?n ulvî latifelerini ve kalb ve akl?n? nefs-i emmaresinin arkas?na düşürüp pervane gibi o fitne ateşlerine düşürttürüyor.”5
Demek ki ‘bilerek ve severek’ tercih etmenin arka plan?nda, insan?n ulvî duygular?n?n nefse esir olmas? sakl?. Hz. Peygamber (asm) “Fitne-i âhirzaman o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hâkim olmaz”6 derken bunu nazara vermiş olsa gerek. Nefislere hâkim olunamayan, hatta bir ad?m ötesinde nefse mahkûm olunan, ulvî duygular?n nefs-i emmarenin arkas?na düşüp, pervane misal fitne ateşlerine düştüğü bir zaman...
Risâle-i Nur’da insan? büyük bir saraya benzeten Bediüzzaman, ak?l, kalp, ruh gibi insan?n ulvî duygular?n? saray?n efendisi; göz, kulak gibi azalar?n? da saray?n çeşitli odalar?nda birer vazife ile meşgul sakinler olarak tâbir eder. ?nsan?n nefis, hevâ, kuvve-i şeheviye ve gadabiyesini ise, bu mükemmel saray?n kap?c?s? veyahut iti hükmünde görür. Dünyan?n ahirete çoklukla tercih edildiği bu as?r, bir nevî ‘efendinin itle oynad?ğ?’7 as?rd?r onun dilinde. Zira modern insan, ulvî meselelerle meşgul etmesi gerektiği ak?l, kalp ve ruhunu; tam aksine his, heves ve nefsin eline oyuncak etmiştir. Akl? mideye indirmiştir sözgelimi. Cesed ruha hâkim olmuştur. Kalbse, nefsin elinde esir...
Dünyay? ahirete, bir anlamda elmas? cama ‘bile bile’ tercih edişin ard?ndaki bu acipliği şöyle tahlil eder Bediüzzaman: “?nsanda hissiyat galip olsa, akl?n muhakemesini dinlemez. Heves ve vehmi hükmedip, en az ve ehemmiyetsiz bir lezzet-i haz?ray? ileride gayet büyük bir mükâfâta tercih eder. Ve az bir haz?r s?k?nt?dan, ileride büyük bir azâb-? müeccelden ziyade çekinir. Çünkü tevehhüm ve heves ve his, ileriyi görmüyor, belki inkâr ediyorlar. Nefis dahi yard?m etse, mahall-i iman olan kalb ve ak?l susarlar, mağlûp oluyorlar.”8 Evet, kalp ve akl?n sustuğu bir vasatta, dünyay? ahirete ‘bilerek ve severek’ tercih etmek, daha bir kolay olsa gerek.
Bediüzzaman, ayr?ca, nefis terbiye olsa bile, daha şiddetli, ak?l ve kalbin sözünü daha fazla anlamaz ve dinlemez, içerisinde şuursuz kör hislerin de bulunduğu manevî bir nefs-i emmarenin varl?ğ?ndan da söz eder ki, bu, insan?n ömrünün sonuna kadar nefs-i emmaresinin vazifesini devam ettirir.9
Ak?l ve kalbin sözünü dinlemeyerek, bir anlamda akl?n hükmünü iptal ederek, insan?, iradesiyle ve bile bile yanl?şa sevk eden bu şuursuz, âkibeti görmeyen kör hisler; yaz?k ki insan? şehevî arzular?n?n kölesi eden hazc? felsefenin de temel dayanağ? olmuştur. Nitekim baz? sapk?n düşünceleriyle de meşhur Freud, insan? özgür k?lmak ad?na, onun bu hayvanî ve şehevî hislerini, “id”—insan?n, irade dinlemez ‘bilinçalt? dürtüleri’—tâbir ederek, güya meşrû ve masum bir insanî ihtiyaç olarak göstermek istemiş. Freud’un ihtiyar dinlemeyen ve kayd alt?na girmeyen id’i, bana Bediüzzaman’?n kuvve-i şeheviye ve gadabiye için kulland?ğ? ‘it’ tâbirini hat?rlat?r hep. Ne var ki Freud, insan?, id’in kölesi yaparken; Bediüzzaman it’in dizginini insan?n eline verir ve ‘efendiyi it ile oynamak’tan kurtar?r.
Evet, Hz. Peygamber’in (asm) işaretiyle nefs-i emmarenin daha bir hükümran olduğu ve nefse hâkimiyetin oldukça zorlaşt?ğ? şu asr?n insanlar?n?n, dünyan?n küçücük ve geçici bir menfaatini, ahiretin büyük ve sonsuz menfaatlerine ‘bilerek ve severek’ tercih etmesinin ard?ndaki garipliğin s?rr?, ak?l ve kalbin sözlerini dinlemeyen bir ‘nefs-i emmâre’ ve ondaki ‘âkibeti görmeyen kör hisler’ ile anlaş?labiliyor ancak. Çare mi? Ona da, bir başka yaz? da değinelim...
Dipnotlar:
1- Şualar, s. 624
2- Kastamonu Lahikas?, s. 77
3- A.g.e., s. 73
4- Sözler, s. 431
5- Kastamonu Lahikas?, s. 73
6- Süyûtî, el-Fethü’l-Kebîr: 1:315, 2:185, 3:9; Şualar, s. 503
7- Sözler, s. 292
8- Lem’alar, 13. Lem’a, 7. ?şaret, s. 81 9- Kastamonu Lahikas?, s. 180
?smail TEZER\Yeni Asya Gazetesi10.08.2006
http://www.yeniasya.com.tr/2006/08/10/lahika/default.htm