Sabah namazı
Yine her zamanki gibi işe gitmek için evden çıktı. Uyandığından beri üzerinde atamadığı can sıkıntısıyla beraber. Hava ne kadar güzeldi. Sabahın kokusunu içine çekmek. Ciğerler tam bayram etme zamanıydı; ama kuşları ötüşü hayata dair bir lezzet bile verememişti. Ruhundaki sıkıntıyı bir anlasa. Sebebi bilinmeyen dertlere muzdarip olma vakti midir? Özellikle de işe giderken bu halde olduğunda kendisini işe veremiyor, öğlene kadar bu hal devam ediyor, sonra da günün karmaşasına dalıp gidiyordu. Ruhundaki sıkıntı bir dahaki sabaha kalıyordu.
Eşref Bey bir bankada çalışıyordu. Kendi halinde mazbut biriydi. Kimseye pek fazla karışmayan, namazında niyazındaydı. Çevresinde de çok sevilen ve saygı duyulan biriydi. Diğer mesai arkadaşlarıyla da iyi geçinirdi. İşe geldiğinde mutlaka hepsinin ellerini sıkar, hatırlarını sormayı ihmal etmezdi. Bu duyarlılığı dikkat çekiyordu.
Eşref Bey nerdeyse her sabah can sıkıntısıyla işe gelmeye dayanamıyordu. Sanki ruhunu alıp bir cenderede sıkıyorlardı. Neticesinde hiç tat alamadığı bir sabah oluyordu. Bankada girer girmez diğer arkadaşları da onun bu halini hemen anlayabiliyordu. Hemen masasına geçer, başını iki elinin arasına alır. Mesai başlamadan bir müddet öyle beklerdi. Sanki o bekleyişte can sıkıntısını gitmesini arzulardı. Mesai başladığında zoraki bir tebessümü yüzüne alırdı. İşte o zaman ancak müşteriyle ilgilenebilirdi. Hiç istemediği bir gülüşü yüzüne almayı hiç sevmiyordu. Ama ne yazık ki mecburdu. Gözlerini ferinde yayılmış olan sıkıntı başının uğultusu haline geliyordu. Hayattan hiç tat alamamak bu olsa gerekti. Müşterilerle ilgilendiğinde aklı sorular yumağına odaklanmıştı. Cevabını bulmak, zor olan bir dağa tırmanmak gibiydi. Müşteri kalkıp gittiğinde sallanan koltuğunda bir sağa bir sola dönerdi. Bu onun düşünme yolundan biriydi. O sırada çok samimi olduğu Ediz Bey içeri girmişti. Onun bu halini görünce sormadan geçemedi: