Asa-yı Musa / 1. Hüccet-i İmaniye'den
.. Sonra, pür-merak ve pür-iştiyak o misafir, âlem-i şehadet ve cismanî ve maddî cihetinde mahsus taifelerin dillerinden ve lisan-ı hallerinden ders aldığından, âlem-i gayb ve âlem-i berzahta dahi mütalaa ile bir seyahat ve bir taharri-i hakikat arzu ederken, her taife-i insaniyede bulunan ve kâinatın meyvesi olan insanın çekirdeği hükmünde bulunan ve küçüklüğü ile beraber manen kâinat kadar inbisat edebilen müstakim ve münevver akılların, selim ve nurani kalblerin kapısı açıldı. Baktı ki; onlar, âlem-i gayb ve âlem-i şehadet ortasında insanî berzahlardır ve iki âlemin birbiriyle temasları ve muameleleri, insana nisbeten o noktalarda oluyor gördüğünden; kendi akıl ve kalbine dedi ki:
Pür-merak: Merakla dolu, çok meraklı.
Pür-iştiyak: Arzu ve istekle dolu.
Âlem-i şehadet: Beş duyu organımızla açabildiğimiz dünya.
Cismanî: Cisimle ilgili, cisim halinde.
Taife: Topluluk.
Lisan-ı hal: Hal lisanı, durum dili.
Âlem-i gayb: Beş duyu organıyla hissedilip bilinemeyen dünya.
Âlem-i berzah: Ölmüşlerin ruhlarının kıyamet kopuncaya kadar bulunduğu âlem.
Mütalaa: Okumak, incelemek.
Taharri-i hakikat: Gerçeği araştırma.
Taife-i insaniye: İnsanlar topluluğu.
Manen: Mana bakımından, manevî olarak.
İnbisat: Genişleme, yayılma, genleşme.
Müstakim: İstikametli, doğru.
Münevver: Nurlu, ışıklı.
Selim: Sağlam, kusursuz.
İnsanî: İnsana ait, insanla ilgili.
Berzah: Ölülerin ruhlarının kıyamete kadar kaldıkları âlem. *İki şeyi birbirine birleştiren geçit, tünel.
Gelin, bu emsalinizin kapısından hakikate giden yol daha kısadır. Biz öteki yollardaki dillerden ders aldığımız gibi değil, belki iman noktasındaki ittisaflarından ve keyfiyet ve renklerinden mütalaamız ile istifade etmeliyiz, dedi. Mütalaaya başladı. Gördü ki:
Hakikat: Gerçek.
İttisaf: Vasıflanma, sıfatlanma. Hal takınma, hallenme.
Keyfiyet: Özellik, kıymet.
İstidadları gayet muhtelif ve mezhebleri birbirinden uzak ve muhalif olan umum istikametli ve nurlu akılların iman ve tevhiddeki ittisafkârane ve râsihane itikadları tevafuk ve sebatkârane ve mutmainane kanaat ve yakînleri tetabuk ediyor. Demek tebeddül etmeyen bir hakikata dayanıp bağlanmışlar ve kökleri metin bir hakikata girmiş, kopmuyor. Öyle ise bunların nokta-i imaniyede ve vücub ve tevhidde icma'ları, hiç kopmaz bir zincir-i nuranidir ve hakikata açılan ışıklı bir penceredir.
İstidad: Kabiliyet, yetenek.
Muhtelif: Çeşitli, farklı, ayrı ayrı.
İttisafkârane: Vasıflanırcasına, hallenircesine, sıfatlanır şekilde.
Râsihane: Sağlamca, kuvvetli şekilde, sağlam şekilde.
İtikad: İnanmak, inanç, gönülden iman.
Tevafuk: Birbirine uygun gelme.
Sebatkârane: Sebat edercesine, devam eder şekilde.
Mutmainane: Şüphesizce, gönlü rahat ve şüphesiz şekilde.
Yakîn: Şüphesiz, sağlam ve kesin bilgi.
Tetabuk: Uygun gelme, uyma, uygun düşme.
Tebeddül: Başkalaşmak, değişmek.
Metin: Sağlam.
Nokta-i imaniye: İmanî nokta, imanla ilgili konu.
İcma': Fikir birliği.
Hem gördü ki: Meslekleri birbirinden uzak ve meşrebleri birbirine mübayin olan o umum selim ve nurani kalblerin erkân-ı imaniyedeki müttefikane ve itminankârane ve müncezibane keşfiyat ve müşahedatları birbirine tevafuk ve tevhidde birbirine mutabık çıkıyor. Demek, hakikata mukabil ve vâsıl ve mütemessil bu küçücük birer arş-ı marifet-i Rabbaniye ve bu câmi' birer âyine-i Samedaniye olan nurani kalbler, şems-i hakikata karşı açılan pencerelerdir ve umumu birden güneşe âyinedarlık eden bir deniz gibi, bir âyine-i a'zamdır. Bunların vücub-u vücudda ve vahdette ittifakları ve icma'ları, hiç şaşırmaz ve şaşırtmaz bir rehber-i ekmel ve bir mürşid-i ekberdir. Çünki hiçbir cihetle hiçbir imkân ve hiçbir ihtimal yok ki, hakikattan başka bir vehim ve hakikatsız bir fikir ve asılsız bir sıfat, bu kadar müstemirrane ve râsihane, bu pek büyük ve keskin gözlerin umumunu birden aldatsın, galat-ı hisse uğratsın. Buna ihtimal veren bozulmuş ve çürümüş bir akla, bu kâinatı inkâr eden ahmak Sofestaîler dahi razı olmazlar, reddederler diye anladı. Kendi akıl ve kalbiyle beraber "Âmentü Billah" dediler.
Meşreb: Gidiş şekli, anlayış tarzı, anlayış ve hareket biçimi.
Mübayin: Farklı, zıt, ters.
Selim: Sağlam, kusursuz.
Erkân-ı imaniye: İmana ait esaslar.
Müttefikane: İttifak edercesine, birleşir şekilde.
İtminankârane: Tatmin olurcasına.
Müncezibane: Cezbedilircesine, çekilercesine.
Keşfiyat: Keşifler, buluşlar, gizli manevî gerçekleri bulup ortaya çıkarmalar.
Müşahedat: Müşahedeler, gözlemler.
Mutabık: Uygun.
Vâsıl: Ulaşan,erişen, kavuşan.
Mütemessil: Akseden görüntü, yansıyan görünüş.
Arş-ı marifet-i Rabbaniye: Her şeyin sahibi ve terbiyecisi olan Allah'ı(cc) bilip tanımanın en yüksek makamı.
Câmi': Kendinde toplayan, çok özellikli, toplayıcı.
Âyine-i Samedaniye: Allah'ın(cc) hiçbir şeye muhtaç olmadığını, herşeyin ona muhtaç olduğunu gösteren ayna (eser).
Şems-i hakikat: Hakikat güneşi.
Âyinedar: Ayna görevi yapan.
Âyine-i a'zam: En büyük ayna.
Rehber-i ekmel: En mükemmel rehber, en mükemmel yol gösterici.
Mürşid-i ekber: En büyük doğru yol göstericisi.
Vehim: Boş kuruntu, asılsız ve gerçek dışı düşünce.
Müstemirrane: Devamlı şekilde, sürekli olarak.
Râsihane: Sağlamca, kuvvetli şekilde.
Galat-ı his: His yanılması.
Sofestaî: Şüpheci ve inkarcı felsefeci.
Âmentü Billah: Allah'a(cc) iman ettim.
Said Nursî