SÂLİH VE SÂDIKLARLA BERÂBER OLMAK

- Osman Nûri Topbaş

.
.:: 1 ::..

Kalb, içinde bulunduğu vasatın rengine, şekline ve âhengine bürünür. Ancak, bu hâl kalbde belli tesirlerin kök salıp yerleşmesindeki başlangıç hâlidir. Sonradan vâkî olan müsbet veyâ menfî tesirler evvelkilere benzerlik veyâ zıdlık sebebiyle müsbet de olabilirler, menfî de. Lâkin kalb, başlangıçta iyi tesirlere tâbî kılınıp belli bir kıvâma getirilmedikçe büyük bir tehlikeye mâruzdur. Zîrâ bütün tesirler karşısında kalbde mevcûd olan muhabbet, onun tesir altında kalıcı; nefret ise bu tesirleri reddedici bir rol oynar. İşte bu sebepledir ki insanın mânen yükselip alçalmasında, muhabbet ve husûmetin yerinde kullanılması pek mühim bir müessirdir. Gerçekten muhabbeti lâyıkına, husûmeti de müstehakkına tevcîh edebilmek sâhibini âbâd ederken, aksine muhabbeti nâ-lâyıkına, husûmeti ise gayr-ı müstehakkına tevcîh, bunu yapanı bu tevcîhlerdeki şiddet nisbetinde bedbaht kılar.
Bu hakîkat göz önünde tutulduğunda, mânevî terakkî için Allâh'ın sâlih kullarıyla berâber olup onların tesir dâiresi içinde yaşamanın lüzûm ve ehemmiyeti net bir şekilde ortaya çıkar. Ancak, bu takdîrde de istifâde, muhâtaba duyulan muhabbet nisbetinde gerçekleşir. Yoksa kuru kuruya bir berâberlik -az çok bir fâide sağlasa da- matlûb olan netîceyi hâsıl etmez.
Ayrıca "sahâbî" ve "sohbet" kelimelerinin aynı kökten geliyor olması da câlib-i dikkattir.
Ashâb-ı Kirâm, Allâh Rasûlü'ne duydukları muhabbet, hürmet ve edeb hissiyâtı içinde mânevî sohbet ve terbiyeden murâd edilen istifâdenin en müşahhas ve mükemmel bir nümûnesi oldular. Ancak nâil oldukları bu istifâdenin âdetâ şartını ifâde eder mâhiyette de Rasûlullâh'ın sohbetinde büründükleri huzur ve edeb hâlini:
"-Sanki başımızın üzerinde bir kuş var. Kıpırdasak uçacak zannederdik." şeklinde ifâde ederlerdi.
Ashâb-ı Kirâmın, mâzileri itibâriyle çorak topraklara benzeyen gönül âlemleri, Allâh Rasûlü'nün sohbet meclisindeki mânevî iklimin rahmet ve bereket sağanaklarıyla yoğruldu. Bu sâyede zamânında üstüne toprak basılmış eşsiz fazîlet ve mânâ tohumları neşv ü nemâ buldu. Sadırdan sadıra in'ikâs eden muhabbet ve rûhâniyet alışverişiyle yıldız şahsiyetler inkişâf etti. Câhiliyye devrinin merhametsiz, vicdansız, kız çocuklarını diri diri gömecek kadar katı, hak ve hukûk tanımaz insanı eridi, kayboldu. Aynı silüet içinde fakat bu defâ gözü gönlü yaş dolu, diğergâm, ince, rakîk, hassas bir insan hüviyeti teşekkül etti.
O insanlar Allâh Rasûlü'nün şahsiyetini ve yüce ahlâkını gittikleri her yere taşıdılar. Kıyâmete kadar menkıbeleri devâm edecek fazîletler sergilediler. Onlar hakkında âyet-i kerîmede Yüce Rabbimiz de şöyle buyurur:
"(İslâm dinine girme hususunda) öne geçen ilk muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tabi olanlar var ya, işte Allâh onlardan razı olmuştur, onlar da Allâh'tan razı olmuşlardır. Allâh onlara, içinde ebedi kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur." (et-Tevbe, 100)
İbâdet vecdi içinde geçen bütün sohbetler, Allâh Rasûlü'nün sohbetlerinden bir akistir. Zîrâ mânevî istifâdenin merkezi O'dur. Rûhî heyecânlarla dolu sohbetler de hep o merkezden teselsülen naklolan parıltılardır. Sâdık ve sâlihlerin böyle meclislerini ganîmet bilmelidir. Zîrâ bu meclisler öyle bir cennettir ki; içinde ilâhî aşk ile çağlayan gözler ve gönüller vardır.
Kalbî hayâtın muhâfazası için gâfil ve fâsıklarla ünsiyetten şiddetle sakınmalıdır. Zîrâ teaffün etmiş (kokuşmuş) mezbele ve leşler üzerinden geçip gelen bir rüzgar, onların mülevves kokularını alarak etrâfa yayar, nefesleri tıkar ve rûhları daraltır.
Şeyh Ubeydullâh Ahrâr -kuddise sirruh-, bu hususta yârânına şöyle nasîhat eder:
"-Ağyâr ve bîgânelerle sohbet etmek, kalbe fütûr, rûha dağınıklık ve gönle perişanlık verir. Nitekim Bâyezîd-i Bistâmî, bir gün içinde böyle bir perişanlık duydu. Bir türlü kendisini toplayamadı; meclisindekilere:
"-Hele bir bakın meclisimde yabancı biri var mı?" dedi.
Araştırdılar kimseyi bulamadılar. Fakat Bâyezid-i Bistâmî ısrâr etti:
"-Hele iyi araştırın. Asâların olduğu yere de bakın. Eğer öyle olmasaydı, içimde bu perişanlık olmazdı." dedi. Tekrar araştırdılar ve bir gâfilin asâsını buldular. O asâyı dışarı attılar; Bayezid-i Bistâmî'nin gönül huzûru da yerine geldi.
Yine bir gün Hâce Ubeydullâh Ahrâr Hazretleri, huzûruna gelen yakınlarından birine:
"-Senden yabancılık kokusu geliyor." dedi ve ilâve etti:
"-Gâlibâ sen, yabancı birinin elbisesini giymişsin."
O kimse hayretle:
"-Evet öyle." dedi ve o elbiseyi değiştirip tekrar geldi.
Bunun zıddı bir misâl de Yusuf -aleyhisselâm- ile babası Yâkûb -aleyhisselâm- arasında vâkî olmuştur. Hazret-i Yâkûb, oğlu Yûsuf'ta kendi husûsiyetlerini görünce, ona diğer çocuklarından daha fazla meyletti. Bu muhabbette öyle aynîleşme oldu ki, daha sonra Yûsuf'un gömleği Mısır'dan kendisine getirilirken o Ken'an ilinde olduğu hâlde gömleğin kokusunu almaya başladı. Halbuki ondan başka hiç kimse o kokudaki sırrı hissetmemekteydi.
Mânevî hâllerin eşyâya bile sirâyet etmesi karşısında, eşyâdan daha hassas olduğunda şüphe bulunmayan insan kalbini, ne denli titizlikle muhâfaza etmek gerektiği ortadadır.
Yine büyükler bu hususta derler ki:
"Halkın amel ve ahlâkından cansız varlıklar bile in'ikâs alır. Bu itibarla türlü çirkinliklerin irtikâb edildiği bir yerdeki ibâdetle, amel-i sâlih ve hayırlara mekân olmuş bir yerdeki ibâdet, kıymetçe birbirinden çok farklıdır. Bunun içindir ki, Kâbe hareminde kılınan bir namaz, sâir yerlerde kılınanlardan misillerce üstündür."
Bu hâlin zıddı olarak Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Arafat'la Müzdelife arasındaki Vâdi-i Muhassır mevkiinden hızlı olarak geçmişlerdir. Bu tavır karşısında ashâb merâkla:
"-Yâ Rasûlallâh! Ne hâl oldu ki burada süratlendiniz?" diye sorunca Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"-Cenâb-ı Hak, bu mekânda zâlim Ebrehe ordusunu kahretti." buyurmuşlardır.
Yine binbir meşakkat dolu Tebük Seferi'nden dönüşte ashâb-ı kirâm, gölgelenmek ve su temin edebilmek için Semûd Kavmi'nin taşları oyarak yapmış olduğu köşklere girdiler. Bunun üzerine -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Bu mekânda Cenâb-ı Hak Semûd Kavmi'ni helâk etti. O kahırdan bir hisse gelmemesi için buralardan su almayınız." buyurdu.
Ashâb:
"-Yâ Rasûlallâh! Kırbalarımıza su doldurduk ve bu sudan hamur yaptık." deyince Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
"-Suları boşaltın ve hamurları dökün!" emrini vermiştir.
Bu ve benzeri hâdiseler, hâllerin cemâdâta (cansız varlıklara) dahî sirâyet ve in'ikâsını gösteren tipik birer misâldir.