Tasavvuf ve İman Hizmeti
(Altınoluk Haziran, 2008)
-Aydın Başar-

Hiçbir dönemde inanan insanlar, imanlarını son nefeslerine varıncaya kadar muhafaza edebileceklerinden emin olmamışlardır. Hatta Peygamber Efendimiz sallALLAHu aleyhi ve selem zamanında sahabenin büyüklerinden Hz Ömer radıyALLAHu anh bile bundan emin olamadığından, münafıklar listesinde isminin yazılı olup olmadığını merak etmiş ve soruşturmuştur. Çünkü o, her dönemde imanın bir risk altında olduğunu, şeytanın her zaman ve her koşulda görevini yerine getirerek insanları tüm gücüyle imanından uzaklaştırmaya çalıştığını çok iyi bilmekteydi. O zaman da şimdiki gibi mal, mülk, evlat, altın, gümüş, para pul, şehvet ve şöhret gibi faktörler tüm gösteriş ve süsüyle insanları Yüce ALLAH’tan uzaklaştırmaktaydı. Belki bu faktörler o zamanlar günümüzdeki kadar yaygın olmasa da o dönemin de kendisine göre bir şeytanı vardı. Ve bu şeytan insanları yoldan çıkarma konusunda zamana ve zemine göre en uygun hileleri bulmakta ve insanları bir şekilde aldatmayı başarmaktaydı. Şeytanın her dönemde farklı yöntemlerle vazifesini ifa etmesi, her zaman imanın bir risk altında olduğunu göstermektedir. Evliyasından avama kadar hiçbir kimsenin imanı garanti altında olmadığından iman hakikatlerinin yayılması her asırda ayrı bir öneme haizdir. Bu nedenle insanlığın her asrı bir “iman kurtarma dönemi” olarak değerlendirilebilir. Çünkü cennet ucuz değildir ve onu satın alabilecek yegane değer de imandır.
Hz Adem aleyhisselam’.dan Hz Muhammed sallALLAHu aleyhi ve sellem’e kadar tüm peygamberler insanlığın iki cihanda kurtuluşu için hep iman hakikatlerini anlatmış ve açıklamışlardır. Son peygamberden sonra ise, iman hakikatlerini insanlara anlatma görevini hadis-i şerife göre peygamber varisi olarak nitelendirilen değerli alimler ve veliler üstlenmişlerdir. Elbette peygamber varisi olma şerefini kazanmış olan bu zatlar; kendilerini ALLAH yolunda iman hizmetine adamış, yaşantılarında hal ve kal (davranış ve söz) bütünlüğünü sergileyen ALLAH’ın sevgili kullarıdır.
İman hizmetleri konusunda tarih boyunca birçok farklı kesimin gayretleri söz konusudur. Ve her bir kesim bu konuda ayrı bir boşluğu doldurmuştur. Osmanlı padişahları gibi imanlı devlet adamlarının hizmetlerini veya Mezhep imamları gibi fıkıh alimlerinin hizmetlerini buna örnek olarak verebiliriz. Bu konuda zikredilebilecek en önemli kesimlerden birisi de kuşkusuz tarikat çevreleridir.
ALLAH dostları kendilerine verilen bir nefesi bile israf etmeyen ve tüm vakitlerini Yüce ALLAH’a ve onun iman davasına hizmete adamış büyük şahsiyetlerdir. Orta Asya’nın Müslümanlaşmasında büyük rolü olan Ahmet Yesevi, Hindistan’da İslam’ın yayılmasında çok emeği olan İmam-ı Rabbani, Kuzey Afrika’da Ahmet Senusi, Anadolu’da Hacı Bektaş Veli, Hacı Bayram Veli ve Mevlana bu büyük mutasavvıflardan bazılarıdır.
Geçmişte olduğu gibi günümüzde de tasavvuf yolunu takip eden zatların iman hizmeti konusundaki gayretleri küçümsenemeyecek derecede önemli bir yere sahiptir. Bu zatların iman hizmetleri sadece yaşantıları ile sınırlı kalmayıp, manevi evlatları sayesinde vefat ettikten sonra bile devam etmektedir. Bu durumu Sezai Karakoç şöyle ifade etmektedir: “Veliler hayatlarında da, öldükten sonra da, müminlere tesir etmek, onların gidişlerinde bir iyileşmeye, yükselmeye hizmet etmek anlamında tasarruf sahibidirler. Bu görevi de kendilerinden sonra, ya yetiştirdikleri, yetiştirdiklerinin yetiştirdikleri ve sonra onların yetiştirdikleri, bir zincir gibi uzayıp giden zatlar, ya da bizzat eserleri, daha doğrusu hem yetiştirdikleri insanlar, hem eserleri yerine getirir.”
Tarih boyunca tebliğ ve irşad adına yapılan bütün bu hizmetler göstermektedir ki tasavvuf birilerinin algılamak istediği gibi, güzel sözlerle bir gönül eğlendirme veya yoga ya da meditasyon gibi bir avutma mesleği değil, bizzat iman hizmetinin merkezidir. Mevlana’dan, Yunus Emre’den, İbni Arabi’den veya başka bir veliden etkilenerek Müslüman olan veya hayatına dini anlamda çeki düzen veren insanların çokluğu, bu tezimizi doğrulamaktadır. Niceliksel anlamdaki bu artış tasavvufun iman hizmetinin merkezi olduğuna bir işaret olduğu gibi, insanların imanı yaşamaktaki olumlu niteliksel değişimi de aynı gerçeğin başka bir kanıtıdır.
Velilerin iman hakikatlerini açıklamadaki üstünlüklerinin bir göstergesi de şudur: Onlar sadece sözlerle değil bizzat yaşantıları ile bunu ispatlarlar. Yani tasavvuf ehlinin sözleri, kendileri tarafından bizzat yaşanılan hakikatler olduğu için, onların muhataplarına tesir güçleri daha fazladır. Bir velinin ağzından dinlenilen iman hakikatleri, elbette ki diğer hatiplerin söyledikleri sözlerle aynı değerde değildir. İmam-ı Ahmed Bin Hambel velilerin tesirli sözlerini dinlemek konusunda oğluna şöyle nasihat etmektedir: “Sofilerle sohbeti tavsiye ederim, onlar ilimleri ile murakabeden edindikleri feyz ile ALLAH korkusunu hakkıyla tanımalarıyla ve halkın mesavi ve abeslerinden uzak kalmakla ve ali himmet olmalarıyla bizi geçmişlerdir.”
Tasavvuf tarihinden okuduğumuz tüm gerçek velilerin sözleri fantastik sözler değil saf iman hakikatlerinin birer yansımasıdır. Çünkü onlar “Ya hayır söyle ya sus” tavsiyesi gereğince konuştukları zaman daima hayır söylemişler ve bu duygular ile iman hakikatlerini tüm berraklığı ve sadeliğiyle insanlara açıklamışlardır. Bu konuda Ferududdin Attar şöyle söyler: “Sufilerin sözleri Kur'an ve sünnetin şerhinden ibarettir.” Zira ünlü mutasavvıf Nasrabazî’nin de dediği gibi; ”Tasavvuf heva heves ve bidatı terkederek kitap ve sünnete dört elle sarılmaktır.”
Ne Abdulkadiri Geylani hazretleri ne Bahauddin Nakşibendi hazretleri, ne Mevlana Celaleddin-i Rumi hazretleri ne de diğer velilerin sözleri cezbe halindeyken söylenmiş veya sadece tarikat zevki olan sofilerin feyz almaları için söylenmiş, insanı adeta uçurup kaçıran, kulağa hoş gelen tatlı sözlerden ibaret değildir. Bizzat hayatın içinde olan hayata dair sözlerdir. İnsanların imanlarına fayda sağlamayacak, onları alıp bir adım ileriye götürmeyecek sözler, onların ilgi alanlarının dışındadır.
Onlar söz söylerken, insanların inançlarını kuvvetlendirmek, şüphelerini yok etmek ve böylece kalplerindeki ALLAH sevgisini arttırmak amacıyla konuşurlar. Ve çoğu zaman da insanların kişisel sorunlarına bir çözüm olmak veya çeşitli toplumsal dertlere de bir deva bulmak niyetiyle söz söylerler. Bütün bu hayırlı konuşmaları ve şuana kadar ortaya konulmuş milyonlarca tasavvufi eseri, iman hizmetinin dışında zannetmek, ya izansızlık ya da insafsızlıktır. Evet, bu sözlerdeki asıl gaye insanların imanlarına bir katkı sağlamak ve onları hayra ve harekete yönlendirmektir. Yoksa söylenen sözlerle mest olmuş fakat hizmeti unutmuş bir zümre meydana getirmek için değildir. Fakat ab-ı hayat gibi nefesi olanların sözleriyle kalplere hayat vermesi de söz konusu olduğundan, bu sözleri içselleştiren kalplerin bir takım lezzetler yaşaması da son derece normaldir. Bu manevi lezzetleri de asla “biz bu lezzetlere müşteri değiliz” diyerek küçümsemek doğru değildir. Unutulmamalıdır ki bir işteki lezzet o işi yapmaya olan aşkı ve şevki artırır.
Yüce ALLAH bir kuluna bir şeyleri ikram ediyorsa mutlaka bunda bir hayır vardır. Misalen Yüce ALLAH neslin devamı için karşı cinsler arasında bir muhabbet yaratmıştır ki bu muhabbet sayesinde nesiller devam etmektedir. Başka bir misal verecek olursak, namazdaki manevi lezzet sayesinde namaz, zoraki yapılan bir yükümlülük olmaktan çıkar ve adeta vuslat heyecanı ile eda edilen bir ibadete dönüşür. İşte bu misallerde de görüldüğü gibi tasavvuf yoluyla Rabbimiz’den gelen manevi lezzetler de bizim imani konulara sarılmaktaki hassasiyetimizi artırarak, bizleri hak yolda hizmet etmeye motive eder. Yani manevi zevklerin iman hizmetine, pozitif bir katkısı vardır. Bu konuda Mevlana hazretleri şöyle söyler: “Hz. Musa’nın feyziyle Tur Dağı’nın bütün cüzleri canlandı, akıllandı. Ey insanlar! Bizler taştan da daha mı aşağıyız ki onların feyzini kabul edemiyoruz, ondan yararlanamıyoruz? …Manevi heyecandan ruhani zevkten mahrum kalan o bedende ne Yaratan’a karşı bir özlem vardır, ne de ezelde ruhuna sunulan vahdet sakisinin şarabının sefası ve neşesi mevcuttur.”
Diğer bir husus ise kalplerde parlayan feyze ve iman iştiyakına hepimiz muhtaç olduğumuzdan dolayı ALLAH’tan gelen en ufaktan en büyük hediyeye kadar bütün lütuflara müşteri olmalıyız. İmanımızın dünyadaki bir meyvesi olarak bizlere hediye edilen feyzleri ve manevi halleri elde etmek için çalışmadığımız gibi onları küçümsemek de biz muhtaçların haddi değildir. Zira muhtaçlığımızın farkına vardığımız ölçüde enaniyet hastalığından kurtulur ve “Duanız olmasaydı ne ehemmiyetiniz vardı?” (Furkan 77) ayetinin hakikatine yaklaşırız. Muhtaç olana istemek yakışırken, kendini müstağni görenler ise istemeyi kendisine yakıştıramaz. İşte biz bu yüzden imanın hem bu dünyadaki hem de ahiretteki meyvelerini talep etmekten asla çekinmemeliyiz.
Yüce ALLAH’ın asıl meyveyi ahirette verecek olması dünyada vereceği meyvelere bir engel değildir. O meyveleri ikram eden Kerim olan ALLAH; bir kısmını dünyada vermesi ile O’nun sonsuz hazineleri de haşa eksilmez. Ahiretteki meyveler, Cennet, ALLAH’ın rızası ve Cemalullah iken, dünyadaki meyvelerden bir tanesi de; şüphe ve vesveselerden azade olmuş, feyiz ve manevi hallerle süslenmiş huzurlu bir hayat nimetidir. Tasavvufun amacı da insanlara bu meyveleri tattırarak onların iki cihanda huzurlu ve mutlu olmalarına yardımcı olmaktır. Şeriat da, tarikat da, hakikat de bunun içindir.
Hakikat ve tarikat tasavvuf erbabınca bir bütünün birbirini tamamlayan iki önemli unsurudur. Bu nedenle “biz sadece hakikat ehliyiz” veya “sadece tarikat ehliyiz” gibi bir iddiaları da yoktur. Tasavvuf tarikat ve hakikatin bütünüdür. Şeriatsız da bu ikisinin bir anlamı kalmaz. Fakat ilkokula gitmeden üniversite konularını tartışanlar yani Mevlana olmadan mesnevi yazmaya kalkanlar tarikatı inkar ederek hakikate ulaştıklarını iddia ederler.
Bu tip söylemlere karşı tasavvufun cevabı şudur: “Yol büyüklerin yoludur.” Yani bugüne kadar gelen nice büyük evliyaların nasihatleri odur ki hakikati arayanların evvela büyüklere tabi olmaları gerekir. İşte tarihten günümüze; Beyazid-ı Bestami hazretlerinden Cüneyd-i Bağdadi hazretlerine, Şah Nakşibendi hazretlerinden Abdulkadir’i Geylani hazretlerine kadar tüm veliler ve burada ismini sayamadığımız bu yolun tüm büyükleri, hakikate ulaşma ve ALLAH’a yaklaşmanın tasavvuf yolu ile olacağını söylemiş ve bu konuda söz birliği etmişlerdir. Bu zevatın tecrübelerine güvenen ve onların sözlerine itibar edenler söyledikleri bu hakikatlerden de şüphe etmezler. Zamanın kutbu azamlarının sözlerine itibar edilmeyecekse acaba kimin sözüne itibar edilebilir? ALLAH dostlarının tespitleri doğru değilse ya kiminki doğrudur?
İşte bu ALLAH dostlarından Abdulkadir Geylani hazretlerinin bu konudaki öğüdü şöyledir:
“Hak ehli yani ALLAH’ın has kulları seni çabuk anlar. Onların birine düşersen edepli ol. Onu karşılamadan önce günahlarına tevbe et. Onların yanında küçüldüğünü bil. Onlara tevazu göster. İyi kullara gösterilen tevazu ALLAH için olur. Bir kimse ALLAH için kendini engin gönüllü ederse ALLAH onu yüceltir. Senden üstün herkesin yanında edebini iyi et. Çünkü Peygamber sallALLAHu aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle buyurdu: Bereket ve bolluk büyüklerin bulunduğu yerdedir.”
Bu yolun referansını teşkil eden ve iman hizmetinin birer bayraktarı olan bu büyük zatların çerçevesini çizdiği tasavvufi çizgiye adeta vefa duygusu unutularak yapılan yıkıcı eleştirilere rağmen, bu asır ve her asır ispat etmiştir ki, zaman her zaman tasavvuf ehlinin zamanı olmuştur. Yani bu devir de önceki devirler gibi tarikat ve hakikatin, şeriatla mezcedildiği tasavvufun zamanıdır. Bunun ispatı dünyanın her tarafında sayıları milyonlara ulaşmış bu ulvi yola birer bende olmuş gönül ehli insanlardır. Başka bir ispatı ise dünyada hakikate susamış olan hikmet arayıcılarının, dinlerken ve okurken manevi susuzluklarını giderdikleri ve en çok etkilendikleri zatların ekserisinin tasavvuf ehli olan veliler olmasıdır.
Bugün dünya Mesenevi okumakta, İbni Arabi’yi araştırmakta, Yunus Emre’yle coşmaktadır. Gazali’nin İhya-yı Ulumiddin’i, İmam-ı Rabbani’nin Mektubat’ı, Kuşeyri’nin Risale’si hiçbir zaman değerini yitirmemiş ve her zaman büyük ilgi görmüştür. Bu ve diğer tasavvufi klasikler; hakikatler zamanla sınırlandırılamayacağına göre bir asrın değil tüm asırların kitaplarıdır. Dünyanın tasavvufa olan ilgisi ve merakı her geçen gün katlanarak artmakta ve dünyanın her tarafında düzenlenen tasavvuf konulu sempozyum, panel ve konferanslar büyük bir teveccüh ile karşılanmaktadır. Velhasıl iman hakikatlerinin birer sözcüsü olan tasavvuf yolunun güzide simalarının etki alanları, kıyamete kadar genişleyen bir çember ile daha da genişlemekte ve tüm dünyaya yayılmaktadır. Zaman ve mekândan azade olarak…