+ Konu Cevaplama Paneli
Gösterilen sonuçlar: 1 ile 2 ve 2

Konu: Iman Hakikatlari

  1. #1
    Yasaklı Üye ebu_zer - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Sep 2008
    Mesajlar
    64

    Standart Iman Hakikatlari

    İMAN HAKİKATLARI

    Önemine binaen iman hakikatlarına dönmek istiyorum. iman öyle bir cevherdir ki, maddenin de mananın da, dünyanın da ahiretin de temelidir, temel taşıdır; din binasının üssüdür, esasıdır. Keza, mâlum olduğu üzere, binanın sağlamlığı temelin sağlamlığına bağlı olduğu gibi, din hayatının, başka ifade ile, şer’î hayatın, tarikatın, tarikat hayatının sağlam yapıya sahip olması da iman nurunun ve iman cevherinin sağlam olmasına, sağlam yapıya sahip olmasına bağlıdır. Binaenaleyh, insanımızın, hele hele tarikat ehli insanımızın iman hakikatlarını çok iyi bilmesi, kaynaklara dayanması, ilmelyakinin de ötesinde ve üstünde aynelyakin ve hakkalyekin seviyesine çıkması şarttır ve esastır. Böyle bir seviyeye yükselmesi de İmam-ı Rabbani’nin de tekrar tekrar ifade ettiği gibi, Ehl-i Sünnet akaidini gereği gibi bilmesine ve o akideyi sarsılmaz bir şekilde sinesine sindirmesine bağlıdır.
    Erbabınca bilinen bir keyfiyettir ki, akıde babında ,,İlmelyakin, aynelyakin ve hakkalyakin” olmak üzere tarikatın makamları vardır. ,,İlmelyakin” demek, hakkı olduğu gibi tasavvur etmek ve nefselemirde nasılsa onu öyle bilmek, demektir. ,,Aynelyakin” ise, hakkı ve hakikatı olduğu gibi görmek ve müşahade etmek, demektir. ,,Hakkalyakine” gelince hakta fani, onunla baki olmak, demektir. Yani hakkın varlığı karşısında erime ve yok olma, hakkın var etmesiyle de beka bulma ve ebedileşme demektir.
    İşte bütün merhale ve mertebeleri geçe geçe hakkın beka sıfatiyle beka bulma hedefinin temelinde iman cevheri ve iman hakikatları yatmaktadır. Bu cevherde ve bu hakikatta en ufak ihmal ve en ufak boşluk, büyük sarsıntılar ve büyük çalkantılar meydana getirir, hareketin yavaşlamasına, vüsulün gecikmesine sebebiyet verir. Bu itibarla yine itikadî meselelere dönüyor ve Ehl-i Sünnet akaidini İmamı Azam’ın Fıkh-ı Ekber’inden özetlemek istiyorum:
    ,,Tevhid’in aslı ve sağlam itikad:
    Herşeyden önce gelen bir hakikat vardır ki, oda insanın: ,,Ben Allah’a, meleklerine, kitablarına, peygamberterine, ölümden sonra dirilmeye, kadere; yani hayır ve şerrin (Allah’ın irade ve dilemesine ve yaratmasına...) bağlı olduğuna; hesap ve mizanın, cennet ve cehennemin hak olduğuna inandım ve iman ettim,” demesidir.
    Allahü Teala birdir. Ama bu birlik sayı yönünden değil, eşi ve benzeri olmama yönünden. Yani O’nun ne eşi vardır ne de benzeri!
    Kur’an şöyle der:
    ,,De ki: Gerçek şu ki, Allah birdir. Allah Samed’dir; (yani herşey O’na muhtaçtır ama 0 hiçbir şeye muhtaç değildir...). 0, doğurmamıştır, doğurulmamıştır (yani O’nun ne babası vardır ne evladı).”
    0 mahlukatından hiçbir şeye benzemediği gibi, mahlukatın da hiçbir şey O’na benzemez. 0; isimleriyle de zati sıfatlanyle de, fiili sıtatlariyle de ezeli ve ebedidir (varlığına ne bir ön tayin edilebilir ne de bir son!..). Zatî sıfatları: Hayat, kudret, ilim, kelam, semi, basar, irade sıfatlarından ibarettir. Fiili sıfatlarına gelince: Yaratma, rızık verme, inşa (yapma), ibda (örneksiz icad etme), sun’ (sanatla, güzel bir şekilde yaratma) ve diğer fiili sıfatlarıdır.
    İsimleriyle de sıfatlariyle de ezelî ve bedidir. Yani herhangi bir ismiyle ve herhangi bir sıfatiyle hadis değildir, sonradan olma değildir. Daima ilmiyle alimdir; ilim ezelde O’nun sıfatıdır. Kendi kudretiyle kadirdir; kudret ezelde O’nun sıfatıdır. Kendi kelamiyle mütekellimdir (konuşandır); kelam ezelde O’nun sıfatıdır. Yaratmasiyle yaratıcıdır; yaratma ezelde O’nun sıfatıdır. Kendi fiiliyle faildir; fiil (yani iş yapma) ezelde O’nun sıfatıdır. Fail (yapan) Allah’tır; fiil ezelde O’nun sıfatıdır; yapılan şey O’nun mahlukudur, Allah’ın fiili ise mahluk değildir. O’nun sıfatları ezelde vardır, mahluk değildir (yani sonradan olma değildir). Kim ki, Allah’ın sıfatları mahluktur veya muhdestir (yani sonradan olmadır) derse veya tevakkuf veyahut şekkederse o, Allah’ı inkar etmiştir.
    Kur’an Allah’ın kelamıdır; mushaflarda yazılıdır, kalplerde hıfzedilmiştir, dillerde okunan, Peygamber (s.a.v.)’e inendir. Bizim Kur’an’ı okuyuşumuz, mahluktur, yazmamız mahluktur, okumamız mahluktur; Kur’an ise mahluk değildir.
    Allah Teala Hazretleri’nin, Kur’an’da Hz. Musa’dan ve diğer peygamberlerden, Firavun ve İblis’ten hikaye olarak zikrettiği şeylerin küllüsü Allah kelamıdır ve aynı zamanda onlardan haber vermedir. Kelamullah ise mahluk değildir. Hz. Musa’nın ve diğerlerinin kelamı mahluktur; Kur’an Allahü Teala’nın kelam-ı kadimî’dir. Onların kelamları ise hadistir ve mahluktur.
    Musa Aleyhisselam, Allahü Teala’nın kelamını işitmiştir. Nitekim Allahü Teala şöyle buyurur
    ,,Allah Musa ile konuştu...” Allahü Azimüşşan, Musa ile konuşmasından önce de kelam sıfatı ile muttasıftı. Yüce Allah, yaratmadan önce de ezelde yaratıcı idi. AIlah Musa’ya hitab ettiğinde, ezelde sıfatı o’an kelamı ile konuştu. O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. 0, hakkıyle işiten ve hakkıyle bilendir.
    Allahü Teala, Musa Aleyhisselam ile konuşurken ezeli olan kelamiyle konuşmuştur. Bütün sıfatları da böyledir. Mahlukatın sıfatları böyle değildir; onlar hep mahluktur. Allah bilir ama bizim bildiğimiz gibi değil, gücü yeter ama bizim kudretimiz gibi değil, görür ama bizim gördüğümüz gibi değil, işitir ama bizim işittiğimize benzemez, konuşur ama bizim konuşmamıza benzemez. Elhasıl bütün bu sıfatlar kendisine mahsustur; ezeli ve ebedidir...
    Bizim konuşmamız (dil, dudak ve hava gibi) alet ve vasıtalara ve harflere dayanır. Allah’ın konuşması bizimki gibi değildir, aletsiz ve harfsizdir. Çünkü bunlar mahluktur, Allah’ın kelamı ise mahluk değildir. 0, bir şeydir ama eşya gibi değildir. Şey olmanın manası; O’nun varlığıdır, varlığının isbatıdır. 0, ne cisimdir, ne cevherdir ve ne de arazdır; varlığının bir haddi yoktur, sınırsızdır. Ne zıddı vardır ne de misli (O’nun varlığı da sıfatları da filleri de kendisine mahsustur...). O’nun, Kur’an’da zikrettiği gibi eli, yüzü ve nefsi vardır. Allah’ın Kur’an’da zikrettiği el, yüz ve nefis gibi şeyler keyfıyetsiz sıfatlardır. O’nun eli ,,kudreti veya nimetidir” denilemez. Zira bu takdirde sıfat ibtal edilmiş olur. Bu Kaderiyye ve Mutezile’nin görüşüdür. O’nun elinin keyfiyyetsiz sıfat olması gibi, gazabı ve rızası da keyfiyyetsiz sıfatlardan iki sıfatıdır.
    Allahü Teala eşyayı yarattı ama herhangi bir şeyden değil (yani maddesi de sureti de hadistir, sonradandır, daha açığı ezelî değildir). Allah, eşyayı ezelde ulaşmadan da biliyordu. O’dur eşyayı takdir eden ve takdir ettiği gibi de kuvveden fiile çıkmasına da hükmeden, karar veren ve meydana getirendir. Dünyada ve ahirette bir şey meydana gelmiş ise, O’nun dilemesiyle, O’nun ilmiyle, O’nun kaza ve kaderiyle, Levh-i mahfuz’a yazmasiyle olur. Levh-i mahfuz’a yazması, hüküm olarak değil, vasıt olaraktır.
    Kaza, kader ve meşiyyet O’nun ezelde keyfiyyetsiz sıfatlarıdır. Allah; mâdumu, ademi (yokluğu) halinde yok olarak bilir, onu icad ettiği zaman da nasıl icad edeceğini de bilir. Mevcudu da vücudu halinde var olarak bildiği gibi, fenaya gideceği, yok olacağı keyfiyeti de bilir; Allah, ayakta duranın ayakta durmuş halini, oturduğu zaman da oturuş halini bilir. Bütün bu durumlarda Allah’ın ilminde ne bir değişme ne de sonradan olma birşey hasıl olmaz. Değişme ve ihtilaf yaratılanlarda olur.
    Allahü Teala insanları iman ve küfürden hali olarak yaratmış, sonra onlara hitab ederek emretmiş ve nehyetmiştir. Kâfir olan; kendi fiiliyle hakkı inkar ve reddetmesi ve Allah’ın yardımını kesmesiyle küfre sapmıştır. İman eden de kendi fiili, ikrarı, tasdiki ve Allah’ın muvaffakiyetiyle ve yardımı ile iman etmiştir.
    Allah, insanın neslini Adem’in sulbünden insan şeklinde çıkarmış, onlara akıl vermiş, onlara hitab etmiş, iman emredip küfrü yasaklamıştır. Onlar da O’nun Rabb olduğunu ikrar etmişlerdir. Bu onların imanıdır. İşte onlar bu fıtrat üzerine doğarlar. Bundan sonra küfre sapan bu fıtratı değiştirip bozmuş olur. İman ve tasdik eden de fıtratında devam ve sebat etmiş olur.
    Allah, kullarının hiçbirini iman veya küfre zorlamamış, onları mü’min veya kâfir olarak yaratmamıştır. Fakat onları şahıslar olarak yaratmıştır. İman ve küfür kulların fiilleridir. Allah, küfre sapanı, küfür esnasında kâfir olarak bilir. 0 kimse daha sonra iman ederse, iman halinde mü’min olarak bilir, ilmi ve sıfatı değişmeksizin onu sever.
    Kulların hareket ve sükun gibi, bütün filleri hakikaten kendi kesibleri (kazançları)dır. Onların yaratıcısı ise, Yüce Allah’tır. Onların hepsi Allah’ın dilemesi, ilmi, hükmü ve kararı ile olur.
    Taatların hepsi,Allah’ın emri, muhabbeti, rızası, ilmi, dilemesi, kazası ve takdiri ile vacib kılınmıştır. Mâsiyyetlerin hepsi de Allah’ın ilmi, kazası, takdiri ve dilemesi ile olmakla beraber rızası ve emri ile değildir. Peygamberler (salât ve selam üzerlerine olsun!) büyük ve küçük günahlardan münezzehtirler. Küfür ve şirk gibi şeylerden beridirler. Ama kendilerinden bazı zelle ve hatalar sudur etmiştir. Muhammed Aleyhisselam, Allah’ın dostu, kulu ve Resulü’dür. Aynı zamanda Nebi’si, seçilmiş kuludur. 0, hiçbir zaman puta tapmamış, göz açıp kapayacak kadar Allah’a ortak koşmamıştır. 0, küçük, büyük hiçbir günah işlememiştir.
    Peygamberlerden sonra insanların en faziletlisi, Ebu Bekri’sSıddık’tır, sonra Hz. Ömer, sonra Zinnureyn’dir, daha sonra Ali’yyülMürteza’dır (Allah hepsinden razı olsun!). Onlar doğruluk üzere, doğruluktan ayrılmayan, ibadet eden kimselerdir. Hepsine sevgi ve saygı duyarız. Hazreti Peygamber’in ashabının hepsini sadece hayırla anarız.
    Bir müslümanı, helal saymaması şartiyle, büyük günahlardan birini işlemesi ile kâfir saymayız. Bu durumdaki bir kimseden iman ismini kaldırmayız. Ona gerçek anlamda mü’min deriz. Bir mü’mine kâfir olmamakla beraber günahkâr ve fasık diyebiliriz. Mestler üzerinde meshetme sünnet’tir. Ramazan gecelerinde teravih namazı kılma da sünnet’tir. Mü’min’lerden her müttaki ve her facirin (fasıkın) arkasınd namaz kılmak caizdir.
    Tekrar tekrar söylediğimiz gibi, müslüman, hele hele ehl-i tarık müslüman, itikadî meselelerini sağlam temele oturtmadıktan sonra yapacağı amel ve hayırlar kendisine fayda vermez. 0 halde müslüman, İslam’a girişin de esasını teşkil eden itikadî (imanî) meselelerini öğrenmede ve zaman zaman kontrol etmede son derece hassasiyet ve itina göstermelidir. Bir pilotun malzemesinde ve dikkatindeki ufak eksiklik, nasıl hayatına mal olacaksa; müslümanın da iman babındaki eksikliği ve dikkatsizliği hususiyle manevî hayatına mal olur.
    Onun için tekrar itikadî mevzulara dönüyor, geçen yazıda bıraktığımız yerden başlıyoruz:
    ,,Biz, mü’mine günahlar zarar vermez diyemeyeceğimiz gibi, cehenneme götürmez de diyemeyiz. Dünyadan ayrılırken imanını muhafaza eden bir mü’mine fasık ismini verebilirsek de ebediyyen cehennemde kalacağını söyliyemeyiz. Mürcie Mezhebi’nin ,,iyiliklerimiz kabul görür, kötülüklerimiz bağışlanır” dedikleri gibi diyemeyiz. Ve fakat şunu söyleyebiliriz: Bir kimse şartlarına riayet ederek yaptığı iyi amelleri, kusurlarla fesada vermez, küfür ve irtidat gibi sebeplerle ibtal etmez ve nihayet mü’min olarak dünyadan göç ederse, Allah onun amelini zayi etmez, kabul edip ecrini ihsan eder. Keza; şirk ve küfrün dışında işlediği günahlardan tevbe etmeden ve mümin olarak ölürse, onun işi Allah’a kalmıştır. isterse günahı kadar ona azab eder, isterse hiç azab etmeden onu aftederek ateşe sokmaz.
    Riya (gösteriş) herhangi bir amele girerse sevabını yok eder. Ucub (kendini beğenme) de böyledir. Ayet ve mucizeler peygamberler için kerametler de veliler için sabittir ve haktır. İblis, Firavun ve Deccal gibi Allah düşmanları için sabit olan harikulade (olağanüstü) hallere ne mucize ne de keramet diyemeyiz. Bunlara ,,Hacat-ı Kaza” (ihtiyaçları yerine getirme) ismini veririz. Zira Allah (c.c.), zaman zaman bunların ihtiyaç ve arzularını yerine getirir. Ve çünkü Allahü Teala düşmanlarının isteklerini, onlara istidraç (azdıran ve felakete götüren bir yükseliş) olarak ve sonunda onları cezalandırmak için yerine getirir. Böylece onlar da (harika işler yaptıklarına gururlanarak) azgınlık ve küfürlerini artırırlar. Bunların hepsi caizdir ve olabilir.
    Allahü Teala, yaratmadan önce yaratıcıdır ve rızık vermeden önce rızık vericidir. Allahü Azimüşşan, ahirette görülecektir. Cennette oldukları halde mü’minler O’nu göreceklerdir. Hem de başgözleriyle, teşbıhsız (benzetmeksızın) ve keyfiyetsiz. Görülen ile gören arasında herhangi bir mesafe bulunmaksızın.
    İman: Dil ile ikrar, kalp ile tasdikten ibarettir. İman edilecek şeyler yönünden yer ve gök ehlinin imanı ne artar ne de eksilir. Ama yakın (kesinlik) ve tasdik cihetinden artar da eksilir de. Mü’minler iman ve Tevhid’de müsavi iseler de amelde birbirlerinden üstündürler.
    İslam: Allah’ın emirlerine teslim olup boyun eğmektir. Lügat yönünden iman ile İslam arasında fark var ise de İslamsız iman olmaz, imansız da İslam bulunmaz. Bunlar sırtla karın gibi (birbirinden ayrılmaz iki parçadır).
    Din: İman ile İslam’a verilen bir isimdir. Şeriat da aynı manadadır. Biz; Allahü Tela’yı kitabında kendini tavsif ettiği gibi, bütün sıfatlarıyla ve hak marifetle biliriz. Ama hiçbir kimse O’na layık olan hakkıyla ibadetle ibadet etmeye gücü yetmez. Lakin ibadetini O’nun emrine uyarak yapar, kitabında ve Resulü’nün sünnet’inde emredildiği gibi.
    Mü’minlerin hepsi;Allah’ı tanımanın, kesin inancın, tevekkül etmenin, (O’nu) sevmenin, (O’ndan) korkmanın ve (O’na) ümit bağlamanın ve bütün bunlara imanın esasında müsavidirler. Fakat bunlara imanın dışında (yani imanın gereği olan amel ve taatı yerine getirmede) farklılık arzederler.
    Allahü Teala; kullarına karşı lütuf sahibi olduğu gibi adalet sahibidir de. Kendisinden bir lütuf ve fazilet olarak kuluna hak ettiğinden fazla bazen sevap verir. Günahkâr kuluna bazen adaletiyle tecelli ederek azab eder, bazen de lütfuyle tecelli ederek onu affeder.
    Peygamberlerin şefaatı haktır (salât ve selam üzerlerine olsun!). Peygamberimiz’in şefaatı ise günahkar mü’minler için, hususiyle azaba müstehak büyük günah sahibleri için haktır ve sabittir.
    Kıyamet gününde mizan (terazi) ile amellerin tartılışı haktır. Peygamber (s.a.v.)’in havzı haktır. Hasımlar arasında kısaslaşma haktır; haksızın iyilikleri alınır, haklıya verilir. Şayet iyilikleri yoksa veya (kafi gelmiyorsa) haklının kötülükleri haksıza devredilir.
    Cennet ve cehennem elan yaratılmışlardır. İkisi de fenaya gidip yok olmıyacaklardır. Huriler de ebediyyen ölmiyeceklerdir. Allah’ın azabı da mükâfatı da fenaya gitmeyecek ve ebedi kalacaklardır.
    Allah; dilediğine fazlının bir eseri olarak hidayet ihsan eder.
    Adlinin tecellisi olarak da dilediğini delalete düşürür. O’nun şaşırtması hizlanı demektir. Hizlan şöyle tefsir edilir:
    Allah, razı olacağı işlerde o kulu, muvaffak kılmayıp yardımını kesmesidir. Bu da Allah’ın bir adaletidir. Hizlana düşenleri, günahlardan dolayı cezalandırması yine Allah’ın bir adaletinin tecellisidir.
    Kahr ve cebir yoluyla şeytan, mü’min olan kulun imanını götürmüştür!” dememiz bizim için caiz değildir. Belki şöyle deriz: ,,Kul imanını terketti de işte o zaman şeytan onun imanını kaçırdı.”
    Münker ve Nekir ismindeki iki meleğin kabirde suali haktır ve olacaktır. Kabirde ruhun cesede iadesi haktır. Kabir sıkması ve kabir azabı haktır ve bu kâfırlerle günahkar bazı mü’minler için haktır ve olacaktır.
    Alahü Teala’nın sıfatlarından ulemanın Farsça olarak zikretmeleri caizdir. Yed (el) kelimesi müstesna. Hiçbir benzerlik ve nasıllık düşünülmeksizin Farsça ,,Beruy-i Huda” (Allah’ın yüzü) demek caizdir. Allah’a yakın olmanın veya Allah’a uzak olmanın manası aradaki mesafenin uzak veya kısa, demek değildir. Ancak Allah’ın yanında şerefli veya hor olma manalarınadır. İtaatkâr, keyfiyetsiz Allah’a yakın, günahkâr da yine keyfiyetsiz Allah’tan uzaktır. Uzaklık ve yakınlık ve yönelme (Allah’a) yalvaran hakkında vaki olur. Cennette Allah’ın komşusu olmak ve huzurunda durmak da yine keyfiyyetinin nasıl olduğunu bilmediğimiz tabirlerdir.
    Kur’an, Allah Resulü (s.a.v.)’e indirilmiştir. Mushaflarda yazılıdır. Kur’an ayetleri kelam olma manasında, fazilet ve büyüklükte hepsi müsavidir. Ancak bunlardan bazıları için hem zikredilme (okunma)nın hem de zikredilen mevzu yönünden fazileti vardır.
    Mesala: Ayetel-kürsü. Çünkü bu ayette Allah’ın celali azamet ve sıfatları zikredilmektedir. Dolayısıyla bunda iki fazilet var: Zikir fazileti, zikrolunanın fazileti. Bazılarında da sadece zikir fazileti vardır. Kâfirlerin kıssalarından söz eden ayetler ki, zikrolunanın fazileti yoktur. Keza; Allahü Teala’nın isim ve sıfatları azamet ve fazilette müsavidir, aralarında bu yönden fark yoktur.
    Allah Resulü’nün anne ve babaları cahiliyyet üzere ölmüşlerdir. Kasım, Tahir, İbrahim Allah Resulü’nün erkek evladıdır. Fatıma, Zeynep, Rukiyye ve Ümm-i Gülsüm ise Peygamberimiz’in kızlarıdır. Bir insana Tevhid (itikad) ilminin inceliklerinden bir şeyi anlamak güç gelirse, sorup öğreneceği bir alim buluncaya kadar o meselenin Allah katında ne şekilde ise ona göre inanması ve itikad etmesi gerekir. Hemen bir ehlini bulup sorması gerekir, geciktirmeye cevaz yoktur; durması, yani tevakkufunde mâzur sayılmaz, tersine küfre gider.
    Mirac hadisesi haktır. Onu reddeden bid’atçı ve sapık sayılır. Deccal’ın hurucu, Ye’cuc ve Me’cuc’un hurucu, güneşin mağribten doğuşu, İsa’nın gökten inişi vesair kıyamet alametleri, haklarında sahih haberler varid olduğuna göre haktırlar ve vuku bulacaktır. Allah dilediğini sırat-ı müstakime hidayet buyurur.

    TAKVA
    Yunus suresinin 62. ve 63. ayet-i kerime’lerinin meal-i şerifini tekrar görelim:
    ,,Haberiniz olsun ki, Allah’ın velilerine (yani evliyaullaha, yani dostlarına) hiçbir korku yoktur, onlar üzülecek de değillerdir. Onlar (Allah’a) iman edip (O’na karşı gelmekten korkan ve) korunanlardır (yani müttaki olanlardır, yani takva ehli olanlardır).”
    Başında da kaydettiğimiz gibi, Allah’ı sevmenin ve Allah dostu olmanın iki şartı vardır. Bunlardan biri iman, diğeri de takvadır. Bu iki şartı yerine getirenler ve bu iki vasfı gereği gibi yerine getirenler, Allah sevgisine mazhar olup kendisi onlardan, onlar da kendisinden hoşnut olurlar ve daha dünyada iken bunun müjdesini alırlar. (Rabb’imiz, cümlemizi bu zümreden eylesin! Amin!)
    İmandan imanın gereklerinden yeteri kadar bahsetmeye çalıştık. Şimdi takva meselesine geçecek, tarifini, tahlilini, taksimini, faziletini anlatacağız (Rabb’imizin lütuf ve inayetiyle).
    Önce Bakara suresinin başında yeralan bu mübarek kelimenin tarif ve tavsifini görelim:
    ,,1- Elif, Lam, Mim.
    2- Bu (öyle) bir kitaptır ki, onda hiç şüphe yoktur. 0, (Allah’ın azabından) sakınanlara hidayetin ta kendisidir.
    3- 0 (takva sahibi) kimseler, gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden (Allah yolunda) harcarlar.
    4- Yine o kımseler, sana indirilene ve senden once indirilene iman eder, ahirete kesinlikle inanırlar.
    5- İşte onlar, Rabb’leri tarafından (gösterilen) doğru yol üzere olanların ve kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”
    Bu ayet-i kerime’ler, heyet-i umumiyyesiyle ve umumî manada takva sıfatıyle muttasıf olan müttakileri gözlerimizin önüne sermektedirler. Şöyle ki:
    a) Gaybe iman (yani iman hakikatlerine inanmak),
    b) Namazı dosdoğru eda etmek,
    c) Sadaka ve zekâtını vermek,
    d) Kur’an’a ve önceki kitaplara inanmak,
    e) Ahiret hayatına inanmak,
    f) Ve netice: Dünyada doğru yol üzerinde olmak, ahirette ise, kurtuluş ve yükselişe ermektir.
    Demek oluyor ki, „Takva” kelimesi geniş manasiyle iman hakikatlerini de, amel mevzularını da içine almaktadır.
    Bu girişten sonra, ,,Takva” babında genellikle faydalanacağımız eser, ,,Tarikat-i Muhammediye ve Şerhi Berika”dır. Zira bu eser; İtikad, ibadet, ahlak, muâmelât ve takva mevzularına sarılmak isteyenlere yardımcı ve aydınlatıcı mesajlar vermektedir. Keza; bu eserde geçmişteki tasavvuf ehli büyük üstadlardan ve onların hayatlarından, kıssalarından söz edildiği gibi, abidlerin ulaşacakları, zahitlerin erebilecekleri mertebe ve kat edecekleri mesafelere de yer verilmiştir. Bu itibarla biz de takva mevzuunda ve diğer ilgili mevzularda bu kitaptan azami derecede istifade etmeye çalışacağız. Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi ,,Tarikat-i Muhammediye” saliklerinin üzerine olsun!

    TAKVANIN İZAHI
    Takva; lügatta ,,Vikaye” kelimesinden türemiştir. ,,Vakyen ve vikayeten” bu fiilden mastardır. Manası; korudu, siyanet etti demektir.
    ,,Takva”; mastar değildir, o kökten gelen bir isimdir. İlim kelimesinde olduğu gibi.
    Şeriat’ta ise bu kelimenin iki manası vardır. Biri umumidir. Yani korumaktır, siyanettir, hıfızdır, ictinabtır. Yani ahiretteki her mazarattan, her azabtan uzaklaştırmaktır. Ziyade ve noksanı kabul eder. Takvanın en aşağı derecesi, sahibini ebedi cehennemde kalmayı gerekli kılan ,,Şirk”ten sakınmadır. Takvanın en yücesi; kalbini Hak Teala’dan meşgul eden her şeyden tenezzüh etmesi, beri olmasıdır. Bu, maddî, manevî bütün varlığı ile ağyardan alakayı kesip Mevlâ’ya yönelmekle mümkün olur.
    Bu ise bütün vaktini ve bütün hallerini Allahü Teala’nın zikriyle doldurmasıdır. İşte sufilerin, muttakilerin yolu budur.
    Takvanın bir de orta derecesi vardır ki, o da haramlardan sakınmak ve farzları yerine getirmektir.
    Minhac isimli kitapta kaydedildiğine göre, “Takva” Kur’an’da üç manada kullanılmaktadır:
    a) Haşyet manasına olanı: ,,Benden korkunuz” gibi,
    b) Taat manasına olanı: ,,Ey iman edenler! Allah’tan hakkıyla ittika ediniz!” (Ali İmran, 102)
    c) Bir de kalbin gunahlardan arınması, temizlenmiş olmasıdır. Ve işte takvanın hakikatı budur; ilk ikisi değildir. Çünkü onlar kulluğun gereklerindendir. Kur’an şöyle der:
    ,,Allah’a ve Resulü’ne itaat eden ve Allah’tan haşyet eden ve O’ndan ittika eden kimseler yok mu? İşte onlar fevz ve necat bulanlar ve kurtuluşa erenlerdir.” (Nur, 52)
    Takvanın dereceleri:
    a) Şirkten, bid’attan ve mâsiyetlerden sakınmak,
    b) Bunların karşılığı ise imandır; Ehl-i Sünnet vel Cemaat’ı ikrardır,
    c) İhsan ve istikamettir.
    Bir kimsenin muttaki olması için, büyük günahları terk etmenin yanında küçük günahlardan da sakınması lazım mıdır, mevzuunda ihtilaf vardır. Bazıları, şu ayet-i kerime’yi delil alarak ,,Gerekmez!” derler:
    ,,Eğer siz, yasaklanan büyük günahlardan sakınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi ağırlanacağınız bir yere koyarız.” (Nisa, 31)
    Bazılarına göre ise; her ikisinden de sakınması isabetli olur. Günahlar ister büyük cinsten olsun ister küçük cinsten olsun!..
    Şerh-i Akaid’de, Kifaye sahibinden naklen şöyle anlatılmaktadır: Onlar, (yani küçük günahla büyük günah) izafi iki isimdir. Ki onlar zatlariyle bilinmezler. Yani küçükle büyüğü ayırmak kesin değildir. Her bir mâsiyetin fevkında bir masiyet vardır. Ve bu, kendisinden aşağı bir günaha nisbetle büyük sayılır. Yine herhangi masiyetin üzerinde kul ısrar ederse, yani devamlılık gösterirse, o, büyük günahlardan sayılır. Kendisinden istiğfar olunan her günah da küçük günah sayılır.
    Büyük günahlar, isteyerek ve bilerek işlenendir. Küçük günahlar ise, ,,hata ile, unutularak yapılanlardır” denilmiştir. Bu şekilde küçük günahlar, bu ümmetten kaldırılmış olduğu hadisin şümülüne girrnektedirler:
    Başka bir görüşte de; büyük günahlar, onları helal görenlerin günahlarıdır. Küçük günahlar ise, tevbe ve istiğfar edenlerin günahlarıdır.
    Süddi’nin anlayışı ise şöyle: Büyük günahlar, kendisinden nehyolunan günahlardır. Seyyiat ise, büyük günahların öncülleri ve mukaddimeleri olan tabilerdir. Bir başka ifade ile; kulların küçük gördükleri günahlardır. Küçük günahlar ise, kendisinden korktukları günahlardır, denilmiştir. Bu anlayış Begavi’den nakledilmiştir.
    Böylece ,,Eğer büyük günahlardan sakınırsanız, küçük günahlarınızı keffaret ederiz, örteriz. Şayet büyük günahlardan korkarsanız, küçük günahları reddederiz!” demek için bir mana olmaz. Belki de şu sözün hakkını vermek gerekecektir; İkisi arasında ayrılık olduğu ortaya konsa bile, yakinen büyük günahların adedini bilemiyoruz. Bu mevzuda da bir takım ihtilaflı görüşler vardır. Mesela yedidir, yetmiştir veya yediyüzdür diyenler olduğu gibi, miktarı kesin olarak bilinmez, diyenler de vardır.
    Yine Said b. Cübeyir’den şöyle nakil olundu: Bu adam İbn-i Abbas’a büyük günahlardan soruldu, ,,Onlar yedi midir” diye. Dedi ki, onlar yediyüze yakındır. Ancak istiğfar ile birlikte büyük günah yoktur. Israr ile birlikte de küçük günah yoktur.
    Yine hangi adet itibar olunursa olunsun, bilinmesi elbette gereklidir. Eğer böyle olmazsa ayetteki hitab abes gibi olur ki, Hekim olan Allahü Tealaya münasib olmaz. İşte bu adedin dışında kalanlar ise, kati olarak küçük günahlardır.
    Bu mevzuda gösterilen delillerden bir kısmı meşhur haber gibidir, bir kısmı ise zayıf haberlere dayanır. Böylece biz, sağlam olan delili alırız. Yedi rivayeti gibi. Ancak şu da var: Allahü Teala, bir hikmete binaen bazı şeyleri gizli kılabilir. Kadir Gecesi ve Cuma saati gibi.
    O halde büyük günah olması ihtimaline binaen; her mâsiyetten sakınma hikmetinden ötürü kebiri (büyük günahı) gizlemesi caiz ve mümkün olur.
    Ekseri ulemanın görüşü şudur: Allahü Teala, kebirin (büyük günahların) cümlesini tayin etmedi. Çünkü bu, küçük günahlar üzerine bir teşvik olur.
    Büyük günahlardan sakınılırsa, küçük günahların keffareti olacağına dair birçok hadis-i şerif’ler vardır.
    Deniliyor ki; Evliyaullah’tan birisine sormuşlar: Sen bu mertebeyi nasıl buldun? 0, cevaben şöyle der: ,,Ben hususi bir amel yapmadım. Ancak şunu yaptım: Günah babında ,,Bu büyüktür veya bu küçüktür” demedim, günahların hepsinden sakındım. Keza; amel ve ibadet babında da ,,Bu büyüktür veya küçüktür” demedim, hepsini yaptım ve bu devam etti. 0 hale geldim ki, fırında pişmiş ekmeklerin neresi helal, neresi haramdır, görmeye başladım.” Sufî kardeşimiz de işte böyle olmalı; günahın hepsinden sakınmalı, ibadetlerin de hepsini yapmaya çalışmalıdır ki, aynı zamanda şu hadisin sırrına mazhar olsun:
    ,,Kul, mübah bile olsa, kendisinde bir beis olmayan şeyleri, kendisinde bir zarar bir beis olan şeylerden sakınabilmek için terketmedikçe müttakilerin derecesine ulaşamaz.” (Tirmizi, İbni Mace)
    Münavî şöyle der: Harama düşmek korkusu varsa, helalin fazlalarını terketmektir.
    İmam-ı, Gazali de şunu ifade etmekte: Helalin fazlasiyle iştigal ve ona dalmak insanı harama çekebilir.
    O halde; harama çekmesinden kaçınmak için, helalin fazlasından kaçınmak gerekir. Merhum Musannıf şöyle diyor:
    „Bir kimsenin takva ehlinden olabilmesi için küçük günahlardan sakınması lazımdır. Yukarıdaki hadis bu babda bir nass’tır.”
    Takva, insanın hangi uzuvlarında cereyan eder?
    Mü’min ve müttaki bir müslümanın bilmesi gerekir ki, takva iki şeyden ibaret:
    ,,Münkerattan” yani nehyedilen, hakkında yasak konan söz, fil ve hareketlerin tümünden sakınmak, diğeri de ,,Marufatın” yani emredilen, tavsiye edilen söz, fiil ve hareketlerin hepsini yerine getirmektir.
    Münkerler yani hakkında yasak konanlar, iki kısma ayrılır: Ya el ve ayak gibi belli bir uzuvla yapılır ya da bir uzva mahsus değildir.
    Birincisi şu sekiz uzuvdan ibarettir: Kalp, kulak, göz, dil, el, ayak, mide ve tenasül uzvu.
    Hususiyle tarikat ehli her müslümana gereklidir ki, bedeninin bu sekiz uzvunu günahın her türlüsünden koruya! Hem öyle koruya ki, bunlardan sakınmayı bir adet haline getirip gönlünde ve kafasında günahlara karşı bir nefret ve bir düşmanlık yerleşmiş ola!.. Ola da müttakilerin zümresinden olup; Onlar o kimselerdir ki, Allah’ın kendilerine in’am ve ihsan ettiği peygamberler, sadıklar, şehidler ve salihlerle beraber olma şerefine ererler ve bu suretle korku nedir bilmeyen, geçmişe de üzülmiyen Allah dostları sınıfına dahil olmuş olurlar. Çünkü İslam’da bir kaide vardır; 0 da ,,Bir kimse bir kavme bir cemaata benzerse, artık o onlardan sayılır”. Aynı zamanda bir hadis meali olan bu benzeyiş, ister hayır yolunda olsun ister şer yolunda olsun farketmez. Derler ya: ,Allah yağ mumu isteyene yağ mumu verir, bal mumu isteyene de bal mumu verir.” Önünüzde iki yol ve iki benzeyiş var: Allah’a kul olmada mesafe alanlar, şeytana kul olma durumuna düşüp şeytanlaşanlar var. Bu iki tip insanın neticeleri de elbette farklı olacaktır. İlâhî adalet elbette bunu gerektirmektedir.
    Şu husus da unutulmamalıdır ki, takva; ilim, amel ve istikâmetin, yani bu üç vasfın sırasiyle yanyana gelmesinin bir neticesidir, bir semeresidir. Sofu olmak isteyen kardeşimiz; önce ilim tahsil edecek; şeriat-ı garra’yı öğrenip amel ve icraatını, yapacak, yaparken de istikamet ve adaletten zerre kadar şaşmıyacaktır. Takvanın ve takva ehli olmanın yolu bu üç basamaktan geçecektir. Bunda kimsenin şüphesi olmasın. Bir başka ifade ile; Sofu, ilim adamıdır, amel adamıdır ve aynı zamanda adalet ve istikamet adamıdır. İstikametsiz ve amelsiz sofu olamıyacağı gibi, ilimsiz de, şeriat’ın ilmini ve tahsilini yapmadan sofu olamaz, olmasına imkan ve ihtimal yoktur. Ancak kendisini aldatmış olur, şeytana da maskara olur.
    Demek oluyor ki, sofu olmanın, tarikat erbabı olmanın ve dolayısıyle Allah dostu olmanın kaçınılmaz şartlarından biri de ilimdir; Ulum-i Diniyye’yi tahsildir ve bunun vesilesi bulunan Ulum-i Arabiyye’yi öğrenmektir. İşte bu hikmete binaendir ki, Allah’ın büyük Kitabı Kur’an; bazen ilme, bazen amele ve bazen de istikamete yönelmektedir. İlme teşvik babında ilmi ve ulemayı taltif ediyor; ilim adamlarını Allah’ın varlığının ve birliğinin şahitleri makamına yükseltiyor, ilminin artırılması yolunda dua etmesini peygamberine tavsiye ediyor ve ilim ehlinin yüksek derecelere sahip olduğunu ifade ediyor ve diyor ki:
    ,,Allah adaleti uygulayarak kendinden başka hiçbir ilah olmadığına şehadet etti. Melekler ve ilim sahipleri de (şehadet etti...): Ondan başka hiçbir ilah yoktur. 0, Aziz’dir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Ali İmran,18),, (Ey Resulüm!)... De ki Ya Rabb’i, benim ilmimi artır!” (Taha, 114) ,,... (Allah), sizden iman edenlerle kendilerine ilim verilmiş olanları derecelerle yükseltsin. Allah, yaptıklarınızdan hakkıyle haberdardır.” (Mücadele,1 1) Keza; ,,Onlar ki iman edip salih salih amelleri işler, namazlarını dosdoğru kılar ve zekâtlarını verirler. İşte bunlar varya Rabb’leri indinde ecir ve ücretleri vardır hem üzerlerine ne bir korku vardır ne de üzülürler.” (Bakara, 278) demek suretiyle de amelin önemine işaret ederken, adalet ve istikamet hakkında da şöyle buyurur: ,,Onlar ki, Rabb’imiz Allah’tır dediler sonra da istikamette olup dosdoğru oldular. İşte onlar var ya, onların üzerine melekler: Korkmayın ve üzülmeyin, size vaadedilen cennetle müjdelenin, derler.” (Fussilet, 30)
    İşte; bütün bunlar, bu ayet-i kerime’ler, aynı zamanda takvaya ve takva ehli olmaya teşvik ve terğip etmektedirler. Zira yukarıda da görüldüğü üzere ilimsiz amel olmaz. Keza istikametsiz de ne ilim olur ne de amel!.. Sonra; cahil de takvadan söz edilemez, fasıkın takvası ise merduttur. Fazilet ise; ilim, amel ve istikamet üçlüsünün bir araya gelmesiyle mümkündür.
    Şunu da unutmamak lazımdır ki, bunların içinde en zor olanı istikamettir yani dosdoğru olmaktır. Bu hikmete binaendir ki, Hud suresinin 112. ayetinde ,,O halde sen ve seninle beraber bulunup tevbe edenler emrolunduğun gibi dosdoğru ol, aşırı gitmeyin! Çünkü 0, sizin yaptıklarınızı mutlaka görüyor,” ifadesini bulan istikametin ağırlığı ve zorluğu karşısında Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu: ,,Hud suresi beni kocalttı.” Çünkü, istikamet bir yönüyle de ilim ve amelin kesintisiz devam etmesidir. Az da olsa ilmin ve amelin özürsüz kesintiye uğraması istikametin yok olması demektir.

  2. #2
    Yasaklı Üye TURKUAZ - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Sep 2006
    Bulunduğu yer
    İstanbul
    Mesajlar
    628

    Standart

    iman insanlık tarihinin döndüğü eksen,bir müminin hayatının ve eylemlerinin muharrik gücüdür...

+ Konu Cevaplama Paneli

Konu Bilgileri

Users Browsing this Thread

Şu an 1 kullanıcı var. (0 üye ve 1 konuk)

     

Benzer Konular

  1. Nur-u Iman....
    By celine in forum Risale-i Nur'dan Vecize ve Anekdotlar
    Cevaplar: 1
    Son Mesaj: 03.12.20, 16:37
  2. Iman
    By sükran in forum Şiirler
    Cevaplar: 6
    Son Mesaj: 21.12.08, 13:16
  3. İman Hakikatlari İçin İmanli Bir Tokmak (Gafil Kafaya)
    By bayrambjk in forum Risale-i Nur'dan Vecize ve Anekdotlar
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 10.09.07, 22:52

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
Google Grupları
RisaleForum grubuna abone ol
E-posta:
Bu grubu ziyaret et

Search Engine Friendly URLs by vBSEO 3.6.0