‘Daha hareketli bir müzik açamaz mısın baba ya!’
AİLECEK YAPTIĞIMIZ SEYAHATLERDE, arabanın içinde nağmelenen alaturka müziğe sık sık itiraz edip, ‘Daha hareketli bir müzik açamaz mısın baba ya’ diye sızlanan küçük kızımın ağzından o ‘hareketli’ kelimesini her duyuşumda yüreğimin burkulduğunu bilmem söylememe gerek var mı? Onun o kelimeyle ne kasdettiğini çok iyi biliyordum ve o kelimenin tek başına kocaman bir popüler dünyayı işaret ettiğini dipten dibe sezinleyebiliyordum. Yüreğim burkuluyordu burkulmasına ama ilginçtir her seferinde öyle veya böyle nasıl oluyorsa oluyor kızımın istediği oluyordu… Onca hassasiyetimize ve titizliğimize rağmen, annesi ve ağabeyleri de dahil sanki hepimiz onun beğeni ve isteklerine göre şekil almak durumunda kalıyorduk. Ailemizin en azından müzik tercihi bakımından gizli iktidarı onun ellerinde gibiydi…
Bana asıl enteresan gelen küçük kızımın ‘hareketli’ müzik talebinden çok bütün aile fertlerinin bir şekilde onun zevk düzeyine ve isteklerine boyun eğiyor oluşumuzdu. Bunu ister benim iyi bir baba olamayışıma, ister şefkat hissinin yersiz kullanımına, isterseniz kızımın aşırı ve tutkulu ısrarcılığına bağlayın, manzara böyleydi…
Peki diğer ailelerde neler oluyordu, hatta toplum ailesinde manzara nasıldı? Bir müzik albümünü iyi veya kötü saydıran, sattıran veya sattırmayan, bir kitabın satış kaderini belirleyen, televizyondaki bir programı yayında tutan ya da alaşağı eden, herhangi bir şeyi makbul ya da kıymetsiz gösteren, toplumun çıplak gözle görünmeyen en temel zevk, beğeni ve istek düzeyini kimler tayin ediyordu? ‘Halk bunu istiyor kardeşim’ derken hangi halktan bahsediyorduk? Kütle, yığın anlamındaki ‘halk’ mı, yaradılışa mahzar olmuş mahlukat manasındaki ‘Halk’ mı? Kalabalıkların ruhunun hamuru ne ile, nasıl yoğuruluyordu ve bu biçimsiz ruh hangi yöne doğru akıyordu? Tüm bunlar meraklı bir zihnin soruları olarak orta yerdedir, fakat bize hayatın ve hakikatin fısıldayacakları da bitmiş değildir…
Kitlelerin kara baharı
Oldum olası, Sosyal Psikoloji’ye, karşı konulmaz bir arzu duydum. Ünlü sosyolog Gustave le Bon’un ‘Kitleler Psikolojisi’nden tutun da İspanyol düşünür Ortega Y Gasset’nin ‘Kütlelerin İsyanı’na, oradan Erich Hoffer’in muhteşem eseri ‘Kesin İnançlılar’a, üniversiteler bünyesinde yayımlanmış pek çok kitaba ve makaleye kadar bir okuma yolculuğu yaptığım bile söylenebilir. Fakat bunlardan biri var ki onun, yakın tarihimizi çok etkilediği gibi beni de bir hayli etkilediğini itiraf etmeliyim: Gustave le Bon, Kitleler Psikolojisi… Bu kitabı geçen yüzyılın başlarında yayımlandıktan hemen sonra Türkçe’ye ilk aktaranlardan birinin adı, bu memlekette kitlelerin ruhuna atılan pek çok zakkum tohumunun sahibi olan Dr. Abdullah Cevdet’ti. (Ki Cağaloğlu’nda yakın bir edebiyatçı dostuyla karşılaşan meşhur bir yazarın, arkadaşına nereye gittiğini sorması üzerine, dostunun, İctihad binasının üst katını kastederek ‘Abdullah Cevdet’e çıkacağım’ demesi üzerine meşhur yazarın verdiği veciz cevap benim kafamda bu zata dair bitirici bir cevaptır: ‘Abdullah Cevdet’e çıkılmaz, inilir.’)
Cağaloğlu’nda çalıştığım şirketin bana ayrılan odasında geçen hafta kendimi bu kitabı tekrardan okur halde bulmak hayli şaşırtıcıydı. Üstelik Abdullah Cevdet’in tarihi ‘İctihad’ binasıyla neredeyse kapı komşusu olduğumuz bir mekanda, onun büyük ihtimalle bu kitabı tercüme ettiği odasına neredeyse 5-10 metre mesafede. Ayrıca, oradan aldıkları ince taktik ve stratejilerle toplum mühendisliği yapan, kitleleri kendi isteklerine göre şekillendirmek için sözkonusu kitabı başucu kitabı belleyen İttahatçılar’la, bugün onların topluma psikolojik, sosyal, medyatik ve gerektiğinde direkt olarak müdahale etmeyi kendine vazife bilen devamcılarını besleyen kaynak çoğu kere aynı kaynaktı… Tüm bunları hatırlamak bir kez daha içimi ürpertiyle titretti.
“Kitlelerin şuursuz hareketlerinin” diyordu Le Bon kitabında, “fertlerin şuurlu hareketlerinin yerini alması, çağımızın başlıca özelliklerindendir.” Kitlelerin bilinçten uzak adeta otomatikleşmiş kör ve bayağı taleplerinin, suyun üstüne yayılan zeytin yağı gibi insan iradelerinin üstüne yayılması, demek ki bu çağın bir özelliğiydi. Demek ki nitelikle beslenen şuur’un içini boşaltmak, özünü tahrif etmek suretiyle her bir insan tekini kafası koparılmış bir tavuk gibi ortalıkta şuursuzca debelendiren kara ruh, bu kalabalıkların ruhuydu… Ve yeni çağlara egemen olacak güç bu güçtü: Kalabalıkların şuursuz gücü… Kitlelerin hoyrat ve vasıfsız gücünün doğuşu, “önce zihinlere yavaş yavaş ekilen kimi düşünce tohumlarının açılıp yayılmasıyla, sonra da o zamana kadar düşüncede kalmış bazı kavramları uygulama alanına çıkaran kimselerin yavaş yavaş birleşmeleriyle” gerçekleşiyordu.
Tespitlerin ardı arkası kesilmiyordu: Kitleleri yöneten güç akıl, mantık ve muhakemeden çok hayaller, ucuz duygular, günübirlik çocuksu heveslerdi çoğu kere. Zekayı değil, vasat şeyleri baş tacı etmek, vasat değerleri baskın değerler mertebesine yükseltmek başlıca karakterlerini oluşturuyordu. “Düşünme ve muhakemeye çok az yetenekli oldukları halde, kitleler, eylem ve harekete oldukça yetenekli” görünmekteydiler. Bu şekilde bir toplumun/medeniyetin içi çürüyünce, kitleler onun kof bedenine tekmeyi vurmaktan çekinmiyor, ‘çoğunluğun kör kuvveti tarihin biricik felsefesi haline’ geliyordu. Kitleler değişik yol ve yönlerden kendilerine telkin edilen ‘paketlenmiş’ bakış açısı, zevk alma biçimleri, beğeni seviyeleri neyse onların dışında yeni ve farklı şeylere sahip olmada son derece yeteneksizdiler. Böylece bir kolektif bilinç meydana geliyor, ‘kitleler tek bir vücut haline gelip, zihniyetin tekleşmesi kanununa’ uyuyorlardı. Sonuç malum: “Tarihte görülüyor ki, toplumun çelik zırhı konumunda olan ahlaki ve manevi kuvvetler, etkilerini kaybettikleri zaman, büyük bir isabetle kendilerine barbar denilen bu bilinçsiz ve hayvani kalabalıkların eliyle o toplumun yıkıntılarının üstüne tüy dikilir.”
Kitle ve ‘kadın’
Gustave amcamız ilerleyen sayfalarda daha vurucu, daha sersemletici bir benzetmede bulunuyor ve kitle’yi kadın’la özdeşleştiriyordu: “Kitleler her yerde kadınlar gibidir, onlara yaslanan kişi kısa zamanda yükseklere çıkabilir ama her zaman çıktığı yerden aşağı atılmaya mahkumdur.” (Alıntıda tasarruflar bana ait. Y.Ö.Ö) Bu benzeştirme sıradan, rastgele bir benzeştirme miydi, yoksa tarihi ve toplumsal değişimin ana dinamiğini çoğu kere ‘kadın’ faktörünün oluşturması, toplumsal değişimin gelişme ya da çürüme yönünde seyretmesinin ana motorunun bizzat kadınlar olması gibi temel bir gerçekliğe mi işaret ediyordu?…
Elbette, tek boyutlu bir yaklaşımla faturayı kadın’a kesmek yanlıştır. Kadın’ı bütün değişimlerin baş aktörü ilan etmek indirgemecilikten öteye gidemeyecek, düşüncemizi sığ sularda boğacaktır. Fakat bu durum, çabuk etkilenime açık, telkine duyarlı, hipnoza yatkın, muhakemeden ziyade duygulanım ve hayallerin güdümünde hareket eden, tüketimin dinamosunu oluşturan, toplumda oluşan modalara en önce kapılabilen, çağların ve kitlelerin ‘dişil etki’sini (veya dişil özellik kazanmış eril etki de dahil) gözardı etmemize yetmeyecektir.
Büyük bir esefle tespit etmekte yarar vardır ki, günümüzde, hem dünya toplumlarının geneline hem de üstünde yaşadığımız şu topluma şekil veren etki bu ‘dişil’ etkidir. Bugün toplumun seyrini, yaşları 10 ila 25 arasında değişen, duygularını magazin programlarının, düşüncelerini dizilerin, zevk ve beğeni düzeylerini reklamların belirlediği, kurduğu kırık cümleleri ‘yaaaaa’ ünlemesiyle bitiren ya da başlatan, kelimeleri ve harfleri yayarak konuşan, reklamını izlediği filmi izlemek için sinemalarda kuyruğa giren, kitap fuarlarında kitabı yazarının imzası için satın alan, konserlere ezilmek pahasına gidip kendini ve dahi bilumum elbiselerini sahneye fırlatan, sıkılınca (ki çok sık ve çabuk canı sıkılır) alışveriş ayinine giden, cep telefonunun tuşlarını on parmak daktilo yazan memur Hamiyet gibi seri kullanabilen, bütün tv programlarına kısa mesaj yollayan, radyoda sesine hasta olduğu gizemli adama aşık olan…... ‘tiki kızlar’ tayin etmektedir.
Beri yandan, çoğu erkekteki değişim ve yenilenmeye direnen atalet ruhunun aksine, konferans ve seminer salonlarını dolduran, ailesini kurtarmak için her türlü girişime açık, kitapları satın alan, dergilere abone olan, yardım faaliyetlerini düzenleyen, yorgun argın işten gelip evdeki işe başlayan, ‘çocuk değil toplumu doğuran’, öğrendiklerini hayata aktarmakta daha samimi davranan, manevi ve maddi gelişim seyrini dondurmayan, hüzünlü ruhlara bir teselli pınarı, bir güvenli liman olan onurlu, şefkat kahramanı kadınlar da yok değildir.
Tiki kızlar’ın gizli egemenliğine son verip, hareketi değil durup düşünmeyi, anlık heyecanları değil sükuneti ve hakikati yeşertecek olan kadınlar bu kadınlardır. Bu mübarek kadınların önünden çekilen erkek ne kadar erdemlidir…
YUSUF ÖZKAN ÖZBURUN