Türk-Kürt kardeşliği perçinlendi
05 Ekim 2011 Çarşamba 07:19
Osmanlının yıkılışından sonra Türkiye Cumhuriyeti’nde yapay sorunlar üretilmeye başlandı. Kim bilir, bu sorunları üretenler aslında Türkiye’nin geleceğini ipotek altına almak istemişlerdi.
Bu sorun üreticilerin A’dan Z’ye planları vardı. Hani olur ya, A sorunu çözülürse, hemen onun akabinde B sorunu devreye girecekti. Siz sorunlar zincirini ta Z’ye kadar çözseniz bile, onlar, çözüme kavuşan önceki sorunları tekrar sorun haline getirecek planlara sahipti.
Örneğin sağ-sol kartını devreye soktular; demode olunca laik-anti laik kartını devreye soktular. O da tutmayınca, bu sefer Türk-Kürt çatışmasını devreye soktular. Yani, adamların ellerinde yığınla düal kartlar var. Biri tutmazsa diğerini devreye sokmaya çalışıyorlar. Adamların niyetleri bellidir. Türkiye’nin palazlanmasını istemiyorlar. Sağlam bir zemine oturmasına tahammül edemiyorlar. Sürekli kaygan bir zeminde yalpalanmasının şartlarını hazırlıyorlar. Bu bağlamda adalet-i izafiye teorisini sürekli işletiyorlar. Yani güya devleti korumak adına, devlet için her şeyi mubah sayıyorlar. Kendilerini de devletin bizatihi kendisi olarak telakki ettikleri için “Ben sizin babanızım ben ne dersem o olur” tekerlemesiyle gariban halkı istediği şekilde kanalize ediyorlar.
Biz, akademisyenler olarak bu şer kuvvetlere karşı neler yapabiliriz, düşüncesiyle bir şeyler yapmaya karar verdik. Bu bağlamda günün şartlarına göre akademik düzeyde ve bilimsel olarak bu düal kartlardan birisine şöyle bir dokunalım dedik ve “Münâzarât Ekseninde Milliyetçilik Fikri ve Demokrasi” isimli bir konferans düzenledik.
Bir çok bildiri içinden seçilen 25 adet bildiri “ırkçılık” yarasına merhem sürecek reçeteler sunmaya çalıştı. Sunulan reçetelerden birisi de bendenize aitti. Çok heyecanlanmıştım. Güzide bir topluluğa hitap ediyor ve kardeşlik vurgusu yapıyordum. Devletin içinde bir ur gibi çıkan önemli bir pürüzün giderilmesi için çareler sunmaya çalışıyordum. En azından çorbada benim de bir tuzum olsun istiyordum. Bu konunun ayrıntıları Risale Akademi’de verildiğinden, fazla detaylı konuşmak istemiyorum. Ancak burada şunu vurgulamak istiyorum. Orada bildiri sunmaya gelen akademisyenlerin bir kısmı Türk; bir kısmı da Kürt akademisyenlerden oluşmaktaydı. Irkçılığın zerresi yoktu. Sarmaş dolaş muhabbet ve pozitif enerji yayılıyordu. Devletin bu manzarayı dikkate alması gerekiyor. Bu insanları böylesine muhabbetle kaynaştıran harcın analizini yapması gerekiyor.
Tabi ki, ortak paydamız vardı ve bir potada bizi eritiyordu. Tıpkı Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin “Havuz Sistemi”nde olduğu gibi, buz hükmündeki enaniyetleri eriten bir sistemin işlediğini görüyorduk. Bu sistemin adı “Müminler kardeştir” prensibiydi.
Allah’ı bir, dini bir, Peygamberi (SAV) bir, kıblesi birdi vs. Bunun sonucu olarak da insanların yürekleri de “bir” atıyordu. Adeta etten, kemikten oluşan hareket eden varlıklar birer faydalı uzuvlar haline gelmişti. Belki de bu derecedeki muhabbetin boyutu melekler tarafından alkışlanıyordu. Bu farklı ırklardan gelen insanları kaynaştıran harcın formülünün patenti ise “Bediüzzaman”a aitti. Eğer devlet, PKK’yı bitirmek ve Türk-Kürt kardeşliğini perçinlemek istiyorsa, Üstadın bu formülünü dikkate alması gerekir.
Ayrıca böyle muhteşem bir konferansın düzenlenmesi ve başarıyla sonuçlanmasının çok fedakâr insanların biteviye gayretleriyle gerçekleştiğini de burada belirtmede fayda var. Bu insanların bu kadar fedakârca çalışmaları, doğrusu beni de şevke getirdi. Böyle insanların çoğalması ve böyle etkinliklerde önemli rol almaları, Türkiye’nin huzuru ve çatışmaların azalması için hayati bir öneme haizdir.
“Nemelâzım” demek suretiyle yan gelip yatmak artık yeter. Şu ülkenin nimetlerinden faydalanan herkesin, bu ülkenin huzura kavuşması ve kardeşlik bağlarının güçlü bir hale gelmesi için bir şeyler yapması gerekmektedir. Artık bu kadar rehavet yeter. Şairin dediği gibi “Yürü hala ne diye oyunda oynaştasın, Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın.”