O bir kul ve peygamber idi.
Ben de bir kulum.
O kul olduğunu biliyordu.
Benim nefsim kabullenmiyor.
O bir güldü; şebnemlerinde, bize rahmetle gülen bir kâinat sundu, ve ardında güller bırakıp Rabbine döndü.
Biliyor, ama hâlâ zakkumlar peşinde koşuyorum.
Onun dünyama getirdiği güzelliğin de, tüm bu güzelliğin onun elçiliği ile geldiğinin de farkındayım.
Zaten bu yüzden onu anlatmak istiyorum.
Fakat sürekli gel-gitler ve kaç-göçler yaşanan; kâh onunla minare başına çıkan, kâh onsuz kuyu dibine inen bulanık hayatımla, anlatamamaktan korkuyorum.
Bu istek ve bu korkudur ki, hem onu yazma çabamı, hem de hâlâ hiçbir şey yazamayışım sonucunu getiriyor.
Senelerdir düşlüyor, aylardır düşünüyor, dokuz haftadır yazmaya çalışıyorum.
Artık ümitsizim.
Ne onu yazabileceğimden umutluyum; ne de, yazmış bile olsam, anlatmış olabileceğimden.
İçin için “Onu ben nasıl anlatabilirim?”i soruyorum.
İçimden çoğu kez “Anlatamazsın” cevabı yükseliyor.
Ama yine de onu anlatmak istiyorum.
Ona ayna olmak istiyorum; gölge olmaktan korkuyorum.
Pencere olmak istiyorum; perde haline gelmekten korkuyorum.
Onunla aramdaki engelleri görür gibiyim.
Aramızda, sözgelimi, sıra sıra dizilmiş asırlar var.
Akıl gözümü, onun uzağındaki on dört asrın dünyama getirdiği tozlar, tortular, sisler ve karanlıklar perdeliyor.
Gerçi, o asırlar üstü bir haberin elçisiydi; ama benim her frekansa açık kulağım, bu haberi pek iyi seçemiyor.
Onun nuru tüm âlemi aydınlığa bürümüştü; ne var ki, perdelenmiş gözümle, ben alacakaranlık kuşağını yaşıyorum.