Kapıdan girdik,
Soğuğun ve zemherir’in beyaz kapısından,
Flaşlar patlıyor,
Hayat devam ediyor, yılbaşı kutlamalarının başladığını dışarıda patlayan havai fişek ve silah seslerinden anlıyorum.
Her kapı; Zemherir’e, soğuğa, karanlığa, uçurum’a, ölüme mi açılır?
Elbette hayır.
Kimi zaman açtığımız kapıların ardında bizi bekleyen nice pembe dünyalar vardır. Ama bu pembe dünyalarda ki ömrümüz öyle kısa ki, insanın inanası gelmiyor, beklemediğimiz bir anda yeni açtığımız bir kapının arkasında zifir bir dünya, zifir bir hayat.
İşte orada kopuyorsunuz.
Evet, kopmayıversin bir insan uygarlığından, kopmayıversin bir toplum tarihinden. Katranla geçen dünya hayatı uzun sürüyor böyle toplumların.
Ağacından düşmüş soluk bir yaprağın kasırga karşısında direnci nedir ki?
Şirazeni kopmuş tanelerin, yeniden aynı iplik üzerine dizilmeye halleri kalmış mıdır dersiniz?
Kanı kuruyan hayat damarlarının durumu gibidir Uygarlığından ve Tarihinden kopmuş toplumların hayatı.
Çiğ düşmüş çimen gibi solgun gövdeleriyle toprağa yapışmış gibidir uygarlığından kopmuş toplumlar.
Dolu vurmuş gibi başını yere eğip sapının üzerinde kalmaya çalışan başaklar gibidir tarihinden ve uygarlığından kopmuş toplumlar.
Öyle değil misiniz?
Değiliz deyin,
hadi inkâr edin,
yalan söyleyin, riyakârlık yapın.
hadi bunu da görmezden gelin.
Amerikanın yeni icat ettiği kocaman bombalar Gazzede minik çocuk bedenlerini paramparça ettiğinde başınız öne eğilmiyor mu?
Çocukların ufacık bedenlerini yırtan şarapnel parçaları arasından kanlar sızarken, siz onlara bakmamak için tepinerek yılbaşı kutlamadınız mı?
Suyu kurumuş nehir yatakları gibi kaldık.
İnsanı göç etmiş virane evler gibiyiz.
Vicdanlarımızı aldatıyoruz, gerçekleri göstermemek için çocuk kandırır gibi.
Gözlerimizi kapatıyoruz hakikatin yüreğe saplayacağı oklara hedef olmamak için.
Kendimizi çocuk oyalar gibi oyalıyoruz, kalplerimize acının bir parçasının dahi değmesine tahammül edemeyeceğimiz için.
Ama gerçek çıplak, kral çıplak, ruhumuz çıplak ve çırılçıplak düştük zemherir’in ortasına, üşüyoruz. Ne kadar birbirimize sokulup, birbirimizi gerçeğin uzağına düşürmeye çalışırsak çalışalım ruhumuz üşüyecek, yüreğimiz kanayacak. Ve o pembe dünyalarda çok kısa sürelerle yaşayacağız, bizden sonrakilerin ruhlarının üşümemesi için hiçbir bedel ödemeden yok olup gideceğiz.
Evet, yok olup gitmektir uygarlığından ayrılanların gitme biçimi. Hiçbir eser bırakmadan, kök salmadan, hakikati yaşayıp yaşatamadan, tad alamadan, gerçek huzura kavuşamadan, bir yalancı fecr kadar süren yalancı bir hayatı yaşayıp gitmektir bu dünyadan.
İslam dünyası, Müslümanlar hiç böylesine bir zilletle yüzleşmiş miydik daha evvel?
Bosna’da, Ebu Gureyb’de, Gazzede… namusumuza el atılırken, ibadethanelerimiz tepemize yıkılırken, çocuklarımızın ufacık bedenleri lime lime edilirken biz böylesine susmaya mahkum kalmış mıydık daha evvel?
Bu dünyadaki esfele safilin de budur herhalde bizim için, öyle değil mi?
Bakın işte son perdeye; köy köy, şehir şehir, meydan meydan, apartman apartman, ülke ülke, ırk ırk… bütün bir İslam Alemi durduk seyrediyoruz. Hitlerin fırınlarında sabun yapıldık diye insanlıktan merhamet dileyen aşağılık ve insanlıktan çıkmış bir ırk ise Gazzede bebeklerimiz üzerinde, Selahaddin’in emanet bıraktığı yetimler ve öksüzler üzerinde salkım bombaları deniyor.
Zemherir’in kapısından girdik.
Hava soğuk, yıl ikibin dokuz.
Gazzeye ateş yağıyor.
Çocukların bedenleri daha daha küçük parçalara ayrılıyor.
Utanıyor, bakamıyorum
Kopmayıversin bir toplum tarihinden ve uygarlığından
Koptuk bir kez işte
Vicdanım yanıyor
Ruh’um üşüyor


Ferman KARAÇAM / haber 7