Bireyin karşı karşıya olduğu baskı unsurlarından birinin de “cemaat tazyiki” olduğuna dair iddialar hayli zamandır seslendiriliyor.
Bu iddiaları geçersiz kılan detaylı ve inandırıcı izahlar Bediüzzaman’ın eserlerinde mevcut.
Söz gelişi, ideal olan adalet-i mahza prensibini anlatırken “Cemaatin selâmeti için fert feda edilmez” diyor Said Nursî (Mektubat, s. 57).
Gerekçesini de, “Cenab-ı Hakkın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz” ölçü ve hakikatine dayandırıyor.
Bu, işin hukuka bakan önemli bir boyutu.
Bediüzzaman’ın ısrarla üzerinde durduğu bir başka boyut ise, bireyin, dahil olduğu cemaat, topluluk, aşiret içerisinde özellikle yukarıdan gelebilecek baskı ve tahakkümlere boyun eğmeyecek bir şahsiyet ve donanım kazanması.
Bilhassa Münâzarat isimli eserinde, bu açıdan son derece dikkat çekici diyaloglar var.
Bunlardan birinde, muhataplarına, kendilerine söylenen hiçbir şeye iyice tahkik edip araştırmadan inanmamalarını tavsiye ediyor:
“Kimse demez, ‘Ayranım ekşidir.’ Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hatta benim sözümü de, ben söylediğim için hüsnüzan edip, tamamını kabul etmeyiniz; belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz.” (s. 31)
“Neden hüsnüzannımıza suizan edersin?” diyen muhataplarının itirazına ise şu anlamlı cevabı veriyor:
“Hüsnüzannınızı kabul etmem. Zira bir müfside, bir dessasa hüsnüzan edebilirsiniz; delil ve âkıbete bakınız.”
Karşısındakiler “Nasıl anlayacağız? Biz cahiliz, sizin gibi ehl-i ilmi taklit ederiz” dediğinde de şu karşılığı veriyor.
“Gerçi cahilsiniz, fakat akıllısınız. Hangi birinizle üzümü paylaşsam, zekâvetiyle bana hile edebilir. Demek cehliniz özür değil.” (s. 32)
İmanın verdiği izzet ve şehametin insana Allah’tan başka kimseye boyun eğmeme, yine iman kaynaklı şefkat hissinin de başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeme hasletlerini kazandırdığını söylediğinde ise muhataplarının şu sualiyle karşılaşıyor Bediüzzaman:
“Bir büyük adama, bir veliye, bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onlar, meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz...” (s. 38)
Ve bu soruya şu anlamlı cevabı veriyor:
“Velâyetin (evliyalığın), şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni (gereği) tevazu ve mahviyettir, tekebbür (büyüklenme) ve tahakküm değildir. Demek, tekebbür eden sabiyy-i müteşeyyihtir (şeyh taklidi yapan çocuktur), siz de büyük tanımayınız.”
Bu tavsiyelerin gereğini usulünce yerine getiren bireylerden oluşan bir toplulukta, cemaatin bireyi ezmesi gibi bir durum yaşanabilir mi?
Demek ki mesele, bireylerin bu şuura sahip olarak yetiştirilmesi. Önüne konulan herşeyi tahkik süzgecinden geçirdikten sonra kabul veya red melekesinin gelişmesi. Ve kimden gelirse gelsin ve ne şekilde yapılırsa yapılsın, tahakküme asla ve kat’a boyun eğmeme iradesinin sağlam bir karakter özelliği olarak yerleşmesi. “Hakikî imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir” şuurundaki bireylerden oluşan bir şahs-ı manevî, tahakküm kaynağı olabilir mi?

Kazım Güleçyüz - Yeni Asya
http://www.yeniasya.com.tr/2007/10/2.../kgulecyuz.htm