BÜYÜK ŞEHİRLERDE yaşayan hemen herkes gündelik yaşamın stresinden bir şekilde muzdariptir. Trafik keşmekeşi, geçim telâşesi, insanların istisna olmaktan çıkan kabalıkları büyük şehir insanını yer yer katlanılması güç zorluklarla karşı karşıya getirir.

Bir de sabah evinden, her gün yüz yüze geldiği problemlerle o gün de boğuşacağı önkabulü ile çıkan insanın gözüne her mesele sorun olarak takılır; küçük aksaklıklar bu nedenle iyice gözde büyütülür.

Toplu taşım vasıtaları mutlaka kalabalık olacaktır; şoför arabayı rahatsız edici ölçüde hızlı ve dengesiz kullanacaktır; belki muavin yolculara kaba davranacaktır; gün boyu bir sürü insanla uğraşılacak ve böyle bir günün gerginliği kaçınılmaz olarak akşam eve taşınacaktır.

Bu manzaraların çoğunu herkes gibi ben de yaşıyorum. Şehrin insanı ezen havasını teneffüs ediyorum. Ve normalde belki de çok iyi bir insan olduğu halde, yaşantımın bir yerlerde kesiştiği tanımadığım nice insana, açıkçası, şehrin ve hayat mücadelesinin yüklediği olumsuzluklar yüzünden soğuk ve mesafeli bakıyorum.

Fakat bu mübarek ayda, tablonun hiç de öyle olmadığını fark ettim. Çoğu zaman nefsimi frenleyemeyip içten içe kızdığım, belki de hak etmedikleri halde –birkaç uygun bulmadığım hareketlerinden ötürü- kabalık gibi bir takım nâhoş tavırları yakıştırdığım insanlara haksızlık ettiğimi gördüm.

Bir kere de değil; birkaç defa, evime giderken iftara yetişemediğim için ezanı midibüs denilen ulaşım vasıtalarında karşıladım. Benim günde iki defa kat etmeye tahammül edemediğim yolları, bıkıp usanmadan tekrar tekrar arşınlayan şoför ve muavinin hemen her akşam oruçlarını arabanın içinde, aperatif bir şeylerle açtıklarına şâhit oldum.

Üstelik beni daha da etkileyen şey, ezan okunur okunmaz bir paket hurmayı yolculara ikram etmeleri ve evlerine yetişememiş o insanlara oruçlarını en azından arabada açma imkânı tanımalarıydı.

İkramlar hurmayla bitmiyor; başlıyordu! Hurmanın ardından pet bardaklarla su ve bir iki saat önceden tedârik edildiği belli olan Ramazan pidesi yolculara servis ediliyordu.

Her gün, gündelik işlerin stresini bu arabalarda daha da yoğun yaşayan insanların yüzündeki içten tebessüm görülmeye değerdi.

İşin dikkat çekici yanı, şoför ve muavinin o an arabada bulunan yolcularla belki de bir daha hiç karşılaşmayacak olmalarıydı. Yani hâdisenin samimiyetine ve ihlasına hiçbir ticarî kaygının gölgesi düşmüyordu.

Anlaşılan çoğu zaman can sıkıcı tartışma ve gerginliklere sahne olan bu arabalara da Ramazan’ın lâhuti havası tesir etmişti.

Bu mübarek iklimin esintisi, uğradığı her yerin çehresini değiştiriyordu.

Evimin olduğu durağa gelip inmek için harekete geçtiğimde, tüm zorluklara rağmen orucunu tutan, iftarını her gün mazot kokusunun yedeğinde bunaltıcı bir trafiğin ortasında yapan bu ‘yol adamları’na içten bir teşekkür yönelttim; Ramazanlarını ve Ramazanlaşmalarını tebrik ettim.

Bu vesileyle iki husus tefekkür dünyama misafir oldu.

Bir kere insanları değerlendirirken çoğu zaman nefsî kıstasların bakış zâviyemizi belirlediğini fark ettim. Günlük sıkıntılar bizi çok acımasız ve ön yargılı yapıyordu. Aksi yöndeki her türlü çabaya rağmen bu milletin manevî dokusu İslâmî değerlerle kodlanmıştı. Elbette istisnalar vardı ve belki de azımsanamayacak ölçüdeydi ama insanımız dinine birikimi ölçüsünde sahip çıkıyordu.

Gece sahura kalktığınızda apartman dairelerinin çoğunda ışık yandığını görüyordunuz. Akşam iftara yakın saatlerde bir koşuşturmadır yaşanıyordu.

Terâvihlerde câmiler cemaatle kucaklaşıyordu.

İnsanımız açlığın ne demek olduğunu idrak ediyor ve açlığı sâir zamanlarda da yoldaş edinenlerin imdadına fitre ve yardımlarla koşuyordu.

Kalplerin rikkati artıyordu; gözler daha bir çabuk nemleniyordu.

Sonra bu dayanışma gidip bayramla kucaklaşıyordu.

Ramazan’da ve bayramda kötüler en azından kötülüklerini erteliyordu. Eminim bayramda bu topraklarda diğer zamanlara nazaran çok daha az suç işleniyordu.

Kısacası bilinçli ve şuurlu mü’minler temsil hassasiyetlerini biraz daha artırmalıydılar; çünkü toplumda potansiyel din duygusu hâlâ derinlerde bir yerlerde yaşatılıyordu.

Bu toprakların insanının hamiyet hisleri her şeye rağmen ölmemişti ve açığa çıkmak için mübarek zamanları fırsat biliyordu.

Tüm bunları düşündüm. Bir de…

Bir de şu mübarek mevsimde gündemi ‘irtica’ olanları.

Bu toprakların bir aylık mübarek zaman diliminin tesiriyle bile huzur solukladığını görmüyorlar mıydı?

İslâm’ı azaltma projesinin insanımızı ne hâle getirdiğini;

İslâmsızlığın bu millet için ‘çaresizlik’ demek olduğunu;

Din duyguları aşındırılmış bir gençliğin önündeki çıkmaz yolları görmüyorlar mıydı?

Görüyorlardı mutlaka.

Ama her şeye rağmen irtica ile mücadele edilmeliydi!

Câhil addettikleri halk kitlelerini aydınlatmaya kararlıydılar. Konu laiklikten, demokrasiden ve çoğulculuktan açıldı mı, mangalda kül bırakmazlardı.

Fakat bu halka da güvenilmezdi ki canım!

Öyle ya içlerinden biri vakt-i zamanında katıldığı bir televizyon programında, “Millet iradesiymiş, ıvır zıvırmış; geçin efendim bunları.” dememiş miydi?!

İrticaya öyle kolay pabuç bırakırlar mıydı?!

Fark ettikleri her irticâî faaliyeti deşifre edip üzerine giden bu aydın(!) güruh, kamusal alanın önde gideni olan bir toplu taşım vasıtasındaki bu iftar seremonisine tanık olsa kim bilir ne kadar celâllenirdi?!

Neyse ki araçta onlardan biri yoktu!


© 2007 karakalem.net, Murat Türker