Okulda Şiddet

Ömer Baldık


ASLINDA şiddet sadece okulda değil, tüm toplumda. Ama okul sınırları içinde işlenince kuşkusuz daha dikkat çekici oluyor. Çünkü içimizdeki merhamet duygusu, “Şiddet her yerde olsun ama çocuklarımızın bir araya geldiği okullarda olmasın” diyor. Medya da, bu hassasiyeti bildiği için özellikle bu haberleri yapıyor.
Okulda şiddetin dikkat çekici olmasının bir başka sebebi, şiddeti büyüklere yakıştırıyoruz, ama çocuklara yakıştıramıyoruz. Dahası bunu izah edemiyoruz: Yemeği yedirilen, üstü giydirilen, bir şeyler öğrenmesi için okula gönderilen çocuk niye şiddete bulaşır ki? Niçin uslu bir öğrenci olmaz? Yanındaki öğrenciyi niye bıçaklar? Bir kıza nasıl olur da bir başkasını öldüresiye dövecek kadar aşık olur? Gerçekten o kıza o kadar aşık olmuş mudur?
Bunlar anlamadığımız, belki hiç sormadığımız, sorsak bile cevaplarını veremediğimiz sorular. En kafası çalışanımız bile gelip buralarda tıkanıyor. Hiç kimsenin aklına, çocukların yanından bakmak gelmiyor. Herkes, çocukları en fazla kendi çocukluğuyla değerlendiriyor. Zaman değişmişmiş, bu zaman çocuklar açısından daha zormuş; kimsenin aklına gelmiyor bunlar.
Hangimizin zamanında, ÖSS ve OKS bu denli cellat gibi başımızın üzerinde kılıcını gezdiriyordu? Hangimizin zamanında, televizyon bu kadar akılları kendi cam ekranında eritiyor, iradeleri iptal ediyordu? Hangimizin zamanında, çocuklar bu kadar gayriahlâkî ticari hedeflerin ana nesnesi konumundaydı? Hangimizin zamanında, babalar akşam eve gelemeyecek kadar çalışmak zorundaydı? Hangimizin zamanında, annelerimiz bile sanki uzak bir akraba gibi davranır olmuştu? Hangimizin zamanında, komşular bu denli yabancılaşmışlardı bize? Hangimizin zamanında, aile içinde bile duygusal bağ bu kadar zayıflamıştı? Hangimizin zamanında, söyler misiniz?

EĞİTİM psikolojisinin ana kurallarından birisidir: Bir çocuğu eğitmek istiyorsanız, ona üstesinden gelebileceği bir eğitim sunmalısınız. Eğer omuzuna taşıyamayacağı yük yüklerseniz, o omuzlar kırılır. Sonra bünye kendisini korumak için illegal yolları meşru saymaya başlar.
Bugün her gelişim evresinde çocukların taşıyabileceğinden daha ağır yükler omuzuna biniyor. Daha doğar doğmaz anne ortadan kayboluyor, çocuğu elinde biberonuyla bakıcıya emanet ediyor. Bakıcıya ödenen ne kadar maaş, çocuğa anne kadar sevgi gösterilmesini garanti eder? Para ile samimiyet, para ile sevgi arasında doğru orantı kurulabilir mi?
Çocuk daha annesine babasına doyamamışken, iki yaşına gelir gelmez bu kez tutuyor kreşin yolunu. Kırılgan, narin ruhu, kendisi gibi oraya tıkıştırılmış çocuklarla birlikte ‘yabancı otorite’lerin emrine giriyor. Bu çocuk ne zaman kendi öz annesine inatçılık yaparak, nefsinin sınırlarını keşfedecek? Öz annesinden başka kim, bir çocuğun inatçılığına sabır gösterir?


ANA SINIFI, birinci sınıf derken, bu sefer okul binası içinde yalıtılmış ama alabildiğine zor bir hayat tarzının içine giriyor çocuk. ‘Başarı’ denilen puta tapması, bunun için her şeyini vermesi isteniyor ondan. Ona ne istediği sorulmuyor. Onun gerçekten neye ihtiyaç duyduğu araştırılmıyor.

EĞİTİM ilkelerine en çok uyulması gereken okulda, en büyük yanlışlar yapılıyor. Bir çocuğa bir şey öğretmek istiyorsanız, önce onu o şeyi öğrenmeye hazırlamalısınız. Çocukta merak duygusu uyandıramadıysanız, hiç ağzınızı bile açmamanız gerekir. Ama Milli Eğitim’in direktifleriyle öğretmenlerin ağızları akşama kadar kapanmıyor. Aslında onlar da bu işten zevk almıyorlar, fakat kendilerini yapmakta oldukları şeyi yapmaya mecbur biliyorlar.
Sonra zamanla çocukların gözlerine yansıyan kalp aydınlıkları, sönüveriyor. Sistemin yanlışlarını doğru sanıp ‘başarı’ putuna tapınanların dışında kalan çocuklar, başka alternatif bulamadıkları için bir ileri iki geri okula gitmeye devam ediyorlar. ‘Mecburi eğitim’ nedeniyle buna mecburlar.


BUGÜN okullarda çocuklara yönelik bir ‘mutluluk anketi’ yapılsa, ‘can sıkıntısı’ şampiyonları öğrencilerin arasından çıkar. Öğrencinin can sıkıntısı için sebebi, bir hapishanedeki mahkumdan daha çoktur. Çünkü mahkum işlediği bir suçun cezası olarak mahkum edildiğini bilir, şartları ne kadar zorluk içerse de, vicdanı adalet hissiyle rahatlar. Peki ya öğrenciler? Onlar yarı mahkum tarzı bir hayat yaşamak için ne gibi bir suç işlemişlerdir? Doğmuş olmalarıyla mı? Güçsüz olmaları, büyüklerin her türlü adaletsizliği onlara yapmaları için yeterince meşru bir gerekçe sayılabilir mi?


OKULDA şiddetin ortaya çıkmasının birinci sebebi, okulun insan fıtratıyla çelişkili olmasıdır. Hangi amaçla olursa olsun, eğitim amacıyla da olsa, çocukların büyük sayılarda kapalı bir binada sınıflarda bir araya toplanması, insan fıtratına terstir. Çünkü bir sınıfta verilen eğitim tarzı ve eğitimci tek, eğitim alanlar ise çok sayıdadır. Onların her birinin kendilerine hitap edilmeye ihtiyaçları vardır. Önemsenmeye, görülmeye, farkedilmeye ihtiyaçları vardır. Ama direktifleri amirlerinden alan bir öğretmen, ne kadar iyi bir insan olursa olsun, aldığı emirleri yerine getirirken çocukları gerçekten muhatap alamaz kendisine.


OKULLARDAKİ şartların iyileştirilmesinin yolu, okullarda verilen eğitimin eğitim alan çocuklardan hareketle planlanması ve uygulanmasıdır. Bugün eğitim, adına ‘millet’ denen bir şahs-ı manevi’den hareketle planlanıyor. Öncelikler bu şahs-ı maneviye göre belirleniyor. Büyüklerin kendi geleceklerine dair ne kadar korkuları varsa, çocuklarına güvensizlikleri ne kadar büyükse, aldıkları tedbirler de o kadar şiddetli oluyor. Meselâ özellikle ilköğretimin ilk beş yılında çocukların en çok ihtiyaç duyduğu ders, fıtraten Beden Eğitimi dersidir. Çünkü hareket ederek, sadece fiziksel olarak değil, aynı zamanda psikolojik olarak da sağlıklı bir şekilde büyüyebilirler. Peki ilköğretimin birinci kademesine devam eden bir öğrenci, haftada kaç saat Beden Eğitimi dersine çıkıyor, biliyor musunuz? Sadece bir. Evet yanlış duymadınız, sadece bir.
Şimdi bu durumu müfredat planlayıcılarına sorsanız, size öyle cevaplar verirler ki onlara hak bile verirsiniz. Ama bilinçaltlarındaki asıl sebep, çocukların sözel derslerde beyinlerinin istenilen doğrultuda formatlanmasının, onların fiziksel gelişimlerinden daha önemli görülmesidir. Her şeyi bir kenara bıraksak ve sırf bu nokta üzerinde düşünsek bile, çocukların şiddete eğilim göstermelerini normal karşılarız, karşılamamamız gerekir.
Başarı denen şey, okul sınırları içerisinde anlamı ve boyutu o kadar daraltılmıştır ki, ona bir sınıfta sadece birkaç öğrenci erişebilir. Bu kısır anlayış, ister istemez, sınıftaki diğer öğrencileri başka arayışlara iter. Fakat kendilerine alternatif sunulmadığı için, öğretmenlerin adına ‘yaramazlık’ dediği davranışlardan başka seçenekleri yoktur. Öğrenci her zaman ve şartta öğretmenin gözüne girmek ister. Başarılı olarak bunu yapamazsa, başarısızlığıyla ve yaramazlıklarıyla bunu yapmaya eğilim gösterir. İşte okulda öğrencinin anlaşılamayan psikolojisi budur. İletişimin kesildiği ve geçen zamanın eziyete dönüşmeye başladığı nokta da burasıdır. Okul denen kurum, henüz bu duruma bir çözüm bulamamıştır. Hiçbir şey yokmuş gibi yoluna devam etmeye çalışmaktadır.


OKULUN bu kayıtsızlığı, kibrinin eseri değilse neyin eseridir? Kurumları kibirlerine göre değerlendirebilseydik, okul herhalde en kibirli kurum çıkardı. Eğitimi kutsal sayan anlayışın yardımıyla okullar, kendilerini mükemmel görüyor, öyle sanıyor. Varsa suç ya da hata, öğrencilerde ve velilerde. Okul, bu kibirli bakış açısını değiştirmedikçe, öğrencileri kendi üzerinde görmedikçe, sorunların çözümünün adresi olamaz. Ancak sorunların mahalli olur.
Okulda şiddete gerçekten bir çözüm araştırılıyorsa, işaret edeceğim adres, çocukların gözleridir. Şiddet için pek çok yerde, pek çok neden bulabilirsiniz. Ama kendinize bir merkez seçmezseniz, zamanla neye çözüm aradığınızı unutursunuz. Herkes şunu iyi bilsin ki, biz çocuklarımızın ferleri sönmüş gözlerine bir çözüm arıyoruz. Onları ümitsizliğe sevk eden, yaşama sevincinden uzaklaştıran sebepleri araştırıyoruz. Ancak o sebepleri araştırıp çözümlerini ürettiğimiz zaman okulda şiddet sorununa da bir çözüm geliştirebileceğiz.


HAKİKATEN okula başlayan çocukların neden birkaç yıl içinde gözlerinin feri söner? Annesi, babası, öğretmeni olarak biz ne yaptık yahut ne yapmadık da bu çocukların gözlerinin feri söndü? Ne tür ihmallere uğrattık onları? Ne tür ağır yükler yükledik omuzlarına? Onları nelerden koruyamadık, nelere maruz bıraktık? Onlara karşı ne zaman kalbimizle değil, aklımızla hareket etmeye başladık?
Zor sorular bunlar. Cevabını ancak insanı, insan ruhunu tanıyanlar verebilir. Bu soruların cevabını verebildiğimizde aslında sadece çocuklarımızın gözleri değil, on yıllardır feri sönmüş şekilde etrafa bakıp duran kendi gözlerimiz, kalbimizden sızan ışığına yeniden kavuşmuş olacaktır.