Bir yaz günü hafta sonu, öğleden sonra dışarı çıkmak üzere hazırlanıp, pardösümü giyip örtümü aynanın karşısında itina ile bağladıktan sonra merdivenlerden koşar adımlarla indim. Bina kapısından çıkmış ve daha ilk adımı atmıştım ki, binanın serinliğinden olacak şiddetini fark etmediğim hava sıcaklığı yüzüme çarpan rüzgârla kendini hissettirdi. Güneş ışınlarının yüzüme çarpan direkt etkisini azaltmak için gayri ihtiyarî başımı yere eğdim. Nazarım zemine kaydı; çok değil daha birkaç ay önce şimdi kupkuru ve tertemiz bu sokaktan karlara bata çıka yürüyordum. Bu yerlerin Hâkiminin ne garip icraatı vardı. Tonlarla su kütlesini (bulutları) başımızın üstünde gezdiriyor. Sonra istediğinde o su kütlesinin önemli bir kısmını ayaklarımızın altına serip bizi üzerinde yürütüyor. Biz küçücük evlerimizi üşümeyecek kadar ısıttığımızda doğal gaz faturalarından şikâyet ederken, o koca dünyayı, üzerinde yaşayanları terletip bunaltacak kadar ısıtabiliyor. Bu muazzam enerji fatura edilse ne büyüklükte bir rakam çıkardı acaba?
Sırtımdan yuvarlanan ter damlasının verdiği minik serinlikle bu düşüncelerimden sıyrıldım. Artık durağa gelmiştim. Hava ne kadar da sıcaktı. Hele bu sıcakta pardösülü ve başörtülü olmak ciddî bir sabır imtihanı. Yıllardır tesettürlü olduğumu bilen ancak su uyusa da hiç uyumayan nefsi emmârem havanın sıcaklığını fırsat bilip arka fondan söylenmeye başladı:
“Terlemen çok normal. Bu sıcakta bu kıyafet! İnsanlar serinlemek için derisini soyacak neredeyse, sen topuklara kadar pardösü giymişsin. Eee mükâfatını alacaksın ya, şimdi çek bakalım bu sıkıntıyı…’
Nefsim kendi kendine parazit yapa dursun otobüs durağa gelmişti bile. Otobüse bindim, kartımı geçirip koltuğa doğru yöneldim ki ön koltukta yaz sıcaklarına karşı, kıyafetleri ile ultra tedbirler alan bayanın alnındaki irili ufaklı ter damlaları dikkatimi çekti: O da terlemişti, hem de benden daha çok. Değilmi ki rahmeti gazabını geçen bu yerlerin Hâkiminin emrine itaatkâr kullarına özel ama gizli, kâinatta cârî sebeplerini zaman zaman kaldıran bir inayeti vardı.
Zenginin baklavadan aldığı lezzeti, sofrasında soğan ekmek yiyen fakire hissettirmesi gibi; rahatı zahmette, zahmeti rahatta gizlemesi gibi; İbrahim’i (as) yakmayan ateş gibi…
Demek ki Allah’ın kâinata koyduğu kanunlara karşı yine onun koyduğu emirleri çiğneyerek tedbir alınamazdı. Ona iltica edilir ve yine Ondan yardım istenirse rahmetini elbette esirgemezdi.
‘Bir duâ, bir duâ… Bizi acze düşüren bu sıcaklara karşı tesirli, süratle vesile-i makâsıd olacak özel bir duâ olmalı. Meselâ Kur’ân’dan; meselâ bir peygamber duâsı olmalı.’
Risâle-i Nur’dan aşina olduğum bir Kur’ânî duâ yetişti imdadıma. Dilimden “Ya nâru kûnî berden ve selâmen” âyeti döküldü. İçim huzur doldu. Mânen serinledim.
Pencereden dışarıyı seyre daldım. Cayır cayır yanıyordu her taraf; hava sıcaklığından değil elbette. İsyan yüklü haller, cehennemî hâletler, hemcinsine bile nâmahrem kıyafetler ile bedenler yanıyordu; harama nazar eden gözler yanıyordu, savunmasız zehirli oklara maruz gönüller yanıyordu, hevâ ve heves uğruna zayi edilen lâtifeler yanıyordu.
Bunca yangına bir damla su olsun diye “Yâ nâru kûnî berden ve selâmen” dedi yüreğim.
Nazarımı pencereden çektim. Ne çâre ki otobüsün içinde şahit olduklarım da dışarıdakilerden farksızdı.
Önümde oturan iki genç kızdan biri diğerine her gece uyumak için mutlaka viski içtiğini, yoksa kronik migren rahatsızlığından dolayı uyuyamadığını, bazen gece yarısı bile olsa babasını gönderip aldırdığını anlatıyordu.
Yan tarafımda ayakta duran hip hop tarzı giyinmiş iki genç, yaz boyunca her gün ikindi vakti buluştuklarını, gece yarılarına kadar eğlencenin “en kralını” yaşadıklarını, üstelik bunu çok ucuza mal ettiklerini; çünkü bunun için birkaç kutu bira, birkaç paket cips ve bir müzik çalar yeterli olduğunu; şehrin merkezindeki bir alanda sabaha kadar müzik eşliğinde dans edip bira içtiklerini anlatıyorlardı.
Kulun Rabbinden uzaklaşmasından daha yakıcı ne olabilirdi ki... Yaz sıcağından yüz derece daha şiddetli yangınlarda olduğumuzu hissettiğimden daha içten “Yâ nâru kûnî berden ve selâmen” âyetini tekrarladım.
Hiç tanımadığım ve beni hiç tanımayan bu gençlere gıyâbî duâ müessiriyetinde olması ümidiyle hidayet talep ettim, bütün yangınlarımızı gülistana çevirebilecek Rabbimden.
İneceğim durağa gelmişti otobüs. İndim ve caddenin karşı tarafına geçerek yürümeye devam ettim. Âşinâ olduğum sokağın sonundaki binaya girdim, kapının ziline bastım.
Huri misâl gayet mütebessim bir çehre, içeri buyur etti beni. İçeride maddî ve mânevî bir serinlik, cennetâsâ baharın gonca gülleri vardı. İman ve Kur’ân hakikatleri okundu gürül gürül. Bütün dertlerimize şifâ oldu okunanlar. Üstelik hiç ücretsiz zevalsiz lezzet, elemsiz sevinç yaşadık o gün; her hafta olduğu gibi. Zamanın yangınlarına karşı bizlere Risâle-i Nur şemsiyesi uzatıp içinde bulunduğumuz yangınlardan İbrahimvârî bir inayetle koruyan Rabbime daha içten şükrettim.
nucevik@mynet.com
Nuriye ÇEVİK
yeniasya