Uzaklardan gelen , çok tanıdık çiçek kokuları getiren yel, yüzünde hafif bir serinlik bırakarak geçti... Ayaklarının altındaki kum taneleri gecenin soğumaya başladığının işaretini yavaş yavaş vermeye başladı...
Başını kaldırıp gök yüzüne baktı. Milyonlarca yıldız bilinmeyen alemlerde terennüm edilen meçhul bir ilahiyi sessizce söyler gibiydi. Sanki sessizlik sırlarla dolu bir musiki rüzgarı idi ve kainatlar bu rüzgara kapılmıştı da gönül dilinden hu çekiyordu..
Yürümeye devam etti. Ne zamandan beri yürüyordu acep? Düşündü: Bilmiyordu! Kendini bildi bileli beri adımları durmamıştı...
Sanki dünyanın yükü omuzlarındaydı. Sanki bütün hüzünler gelip – başka yere değil!- gönlünün tam orta yerine konmuştu..Sanki kainatta ne kadar bilmece varsa kendisine sorulmuştu ve cevapları ne kadar da zordu...
Ne zamandan beri bu çöldeydi, ne kadar vakit harcamıştı, hatırlamıyordu...
Acı bir ayrılık yarasının yakıcılığı ile baş başa idi . Sosuz kum tepelerini aşıp aşıp günler ve geceler geçiriyordu..Yalnızdı, hep yalnızdı....Aradığı dostu bir türlü bulamıyor, sıkıntı içinde menziller aştığını zannedip geriye baktığı zaman pek de yol almadığını acıyla, kederle fark ediyordu.
Saat kaçtı , hangi vakitteydi, artık muhim değildi...O yalnızca arıyor, yalnızca dostuna rastlayacağı zamanı ve yeri bulmaya çalışıyordu...
Çok ama çok yorgundu. Oturup dinlenmek istedi. Yavaşça yere bağdaş kurdu. Susuzluğunu gidermek için matarasından artık acılaşmış birkaç yudum su içmek istedi.
Osırada gördü onu , kıvrım kıvrımdı. Yavaşça başını kaldırıp yükseldi ve iyice yanaştı. Fısıltılı bir sesle konuştu:
“-Merhaba Yabancı...Birkaç yudum suyun var mı? Susuzluktan ölmek üzereyim..”
Çok korkarak hızla geriye sıçradı. Öteki bir saniye sürmeden başını yüzüne yanaştırıp dilini çıkardı ve fısıldadı:
“- Sen benden korkma!..Asıl korkacağın ben değilim.. Ben yalnızca birkaç damla su istiyorum...”
Dehşet içindeydi. Sakin olmaya çalıştı. O kıvrım kıvrım vücuddan uzak durmaya çalışarak kekeledi:
“-Bir çöl yılanısın sen... Dünyada senden zehirlisi yok! Üstelik konuşuyorsun...Ben korkmayayım da kim korksun?”
“-Beni öldürmeye kastetmediğin müddetçe sana zararım dokunmaz..Birkaç yudum su istiyorum ben...Buna karşılık sana bildiğim hey şeyi anlatırım.”
İşte o anda hiçbir korku kalmadı yüreğinde... Bildiği her şeyi anlatacaktı..Bir çöl yılanı ne bilirdi acep? Belki de aradığı cevaplar ondaydı...Belki de esas hazineyi o biliyordu!
“-Haydi anlat dedi, ne biliyorsan deyiver!”
Yılan kıvrım kıvrım kıvrıldı ve dedi ki:
“-Olmaz! Önce su... Hem de avucundan içmek isterim.”
Matarasının kapağını açtı. Suyu avucuna tam dökecekken birden yılanın onu su içme bahanesiyle sokacağı geldi. Tedirginleşerek sordu:
“-Bak çöl yılanı...Ya beni sokarsan... Dakika sürmeden ölürsem?”
“-Aptallaşma...Sen kime güvenemeyeceğini daha öğrenememişsin! Sen münafığa güvenme..Sen haine güvenme... Sen alçağa güvenme...Ama bana güven...Benim bütün davranışlarım ortadadır. Sen kendini saklayana güvenme!”
Korka korka bir avuç dolusu suyu yılana uzattı. Ölümcül çöl yılanı gerçekten de susuzluktan ölmek üzere idi. kana kana suyu içti. Sonra boylu boyunca kumlara uzanıp birkaç dakika hareketsiz kaldı.
Yolcu yılana bir şey olduğunu endişe ile düşündü. Birkaç dakika sonra tedirginliği arttı. Ya öldüyse? Acaba kuyruğuna dokunsa mıydı? Ya ölmemişse ve kızıp kendisini sokarsa... Vaz geçti. Sıkıntı içinde biraz daha bekledi. Yılanda hiçbir hareket yoktu.
Bıkkınlık içinde “ yılan bu . diye düşündü, “ yılan işte... Daha ne beklersin ki... Soğuk hayvan... Beni kandırdı, suyumu içti...Şimdi de ne olduysa oldu.Kalkıp yoluma devam edeyim bari!”.
Ayağa kalktı. Tam o sırada yılanın sesini duydu:
“-Sabırsız insanoğlu! Beni böyle sancılar içinde bırakıp nereye gidiyorsun? Senin yolun sabır ve yardım diyarına hiç düşmedi mi?”
Tereddüt içinde kalan yolcu ikirciklenerek cevap verdi:
“-Sen yılansın, ben de insan...Senin derdinin ne olduğunu ben nereden bileyim?”
“-Kaçma..Gel buraya...Belimden yayaşça tut. Koynuna al beni...Azıcık ısınayım. Sancılarım geçecek. Çok üşüyorum...Yine korkularına kapılma. Seni asla sokmam!”
Yavaşça uzanıp yılanı koynuna aldı. Onun o buz gibi kaygan vücudu kalbinin üstünde sükun bulup hareketsizleşti yine. Yavaş yavaş ısınmaya başladı.
O buz gibi, upuzun yılan ısındıkça yolcu hayretle gördü ki kendisinin zehirli iç ateşi iniyor, kalp ağrıları diniyor, insansı kaygılardan, kin alevinden, riya yangınından uzaklaşıyordu...İçini garip, yalnız bir huzur ve içten içe gelişen sıcacık ama deryalar zenginliğinde ve enginliğinde güzel duygular kaplıyordu.
Biraz sonra yılan yine fısıldadı:
“-İnsanoğlu artık çıkar beni...Bu insansı ateşe daha fazla dayanamam. Yeter artık..Bu yükü taşıyamam.. Ben alt tarafı bir çöl yılanıyım!”
Koynundan çıkarırken yılan tekrar konuştu:
“-Çabuk ol...Ateşinden yanacağım... Ne ağır yüklerin var...Üstüme dağlar yıktın!”
Kumlara tekrar serilen yılan :
“-Niye buralardasın, dedi, ne ararsın ve bilmek istersin?”
Yolcu hüzünle konuştu:
“-Hatırlayamadığım bir yerde ve bir zamanda tek bir, evet, tek bir gerçek dostum vardı..Onu arıyorum... Bulamıyorum ...Bulana kadar bana dur durak yok...”
“-Sen....Tek gerçek dostu mu arıyorsun? Hala bulamadın mı? “
Hayret tepelerinin doruklarına çıkan yolcu çığlık attı:
“-Yoksa...Yoksa sen onu tanıdın mı?”
“-Evet...O benim kadim can dostumdur. O zerrenin dahi dostudur. Bilmez misin?
“-Hayır... Onu bulmam için ne yapmam lazım sevgili çöl yılanı ?Ne olur söyle bana!.
“-Senin senden geçmesi gerekir!”
“-Ne demek istiyorsun sen yılan? Anlamadım.. Daha, daha anlat bana, haydi durma!”
“-Dosta giden yol fedakarlıktan geçer... Gerekirse kendini feda etmelisin!”...
Yolcuya sanki gökyüzündeki bütün yıldızları hediye etti yılan..Dünyaların en güzel bahçelerindeki çiçekleri, en büyük hazineleri...Demek feda etmek yetiyordu dosta ulaşmak için... Bağrını açıp kaptı yılanı. Hayvancığın başını göğsüne bastırdı. Avazı çıktığı kadar bağırdı:
“-Isır beni yılan...Bana bir iyilik yap, ısır beni..Bu bedeni dost için feda edip ona kavuşayım...”
Zavallı hayvancık çığlıklar atarak tısladı:
“-Bırak beni insanoğlu... Öldüreceksin..Bırak... Öyle kolay mı kendini feda etmek.? Bedenini yok ederek bir yere varamazsın!”
Yolcu birkaç yalvarmadan sonra yılanı bıraktı. Hayvan çöreklenerek başını havaya kaldırdı. Bilinmeyen bir vakitte, hiçbir hayat belirtisi olmayan bu çölde iki canlı, biri insan, diğeri yılan birbirlerine uzunca bir müddet baktı...Yılan şaşkınlıktan, yolcu ümitsizlikten yorgun düşmüştü.
“-Nasıl bir fedakarlık yapıp kendimi nasıl feda edeyim ? Bunun bir yolu olmalı ...Vücudumdan , ömrümden başka neyi feda edeyim ki?” diye sayıkladı yolcu.
“-Sana verimiş ömrü, sana armağan olarak takdir edilmiş nefes sayısını istesen de feda edemessin insan oğlu, dedi yılan.. Ama senin seni feda edeceğin ve böylece sevgili dostuna ulaşacağın başka şeyler var..”
“-Anlat çöl yılanı...Derdimin dermanı ol!”
“-Ben yılanım.Yılanca yaşadığım hayatımda öğrendiğim tek gerçek hayatı dosdoğru yaşamaktır. Sana bundan başka bir şey anlatamam!”
“-Onu anlat... Yılanca yaşayarak o sevgili dosta ulaşmanın sırlarını anlat bana!”
“-Eksik kalır...Çünki sen benden çok daha mükemmel yaratıldın. Ama benimle geçirdiğin şu zaman zarfında,sana hayatımda çok önemli bir yer tutan gerçeği anlattım: Sözde durmak ve Aldatmamak . Biz yılanlar için çok kolay bir haldir bu...Ama...İnsanlar için öyle mi ya? Düşün bakalım...”
Kıvrım kıvrım vücudunu kumlara yayarak son defa baktı yolcuya yılan ve dedi ki:
“-Yolun açık olsun insan oğlu... Aramaya devam et... Bu çölü de boş sanma...Bir sürü canlı yaşar burada... Rastladıklarına sor...Hepsi kendi hayatından sana dersler vereceklerdir ... Böylece neleri feda edeceğini bilmiş olursun. Haydi yolun açık, bahtın güzel olsun!”
Yolcu daha ağzını bile açamadan kumların arasında gözden kayboldu...
Hafiften bir yel esti ve uzaklardan gelen , çok daha tanıdık çiçek kokuları getiren yel yüzünde hafiften hafife bir serinlik bırakarak geçti... Ayaklarının altındaki kum taneleri gecenin daha da soğumaya başladığının işaretini yavaş yavaş vermeye başladı...
Gülümsedi yolcu ve şevkle yürümeye devam etti!(suzan ÇATALOLUK)