Varlığımın Hâl Dili


ne o sevdiğim bu hüzün de ne, o gül yüzüne hiç yakışıyor mu..? sanmam ki, seni görsün de bir gül, hâlinden utanmasın..! bak göğe ki, ufuklar dahi ismin hürmetine ayakta, şafak sökse mâna sende gizli... ay nûrunu senden almış; ne vakit takvim dolunay'ı gösterir, bilirim ki parmağının işaretini bekler ikiye bölünmek için... varlığındaki sırrı aralamak için. uzatsan elini kâinat avuçlarında, mevcudâtın kalp atışı senin nabzına ayarlı, yaratılış sana ayarlı... varlığa dağıtılan nûr şerbetinin aslı senin ruhunda saklı; sen en büyük sır... sen gülsen kâinat güler, sen ağlasan kâinat ağlar; sende hangi hâl, mevcudâtta da aynı eksen... bir toprak değildir ayağını öpen, sana âşık herkes bastığın yerin bir zerresidir, sana dokunan bir mahlûk olabilmek eşref-i mahlûk olmaktan daha şeref vericidir; ne hôş, ne muazzam bir sevgidir bu...
...
hicretin öbür âleme olunca meleklere bayram, sevinç... oysa sen gidince kâinata matem, hüzün ve yalnızlık... yıldızların boynu bükük, bulutlar birer yolcu, sana varmak için durmadan mekân değiştiren göçmen kuşlar pek bir mahzûn... her çağ açmakta olan güllerinin boyunları bükük, benizleri soluk, seni arayan bakışlarında yetimlik, tek sırdaşları hıçkırıkları, sana dair yazdıkları... bilsen ki mümkün olsa canlarını satar, sana değmiş bir toprak tanesi olmayı yeğlerler... ayaklarının altından doyasıya nasibini almış, sonrası yokluk da olsa o ân sana dokunmuş olmak bir sermed değerindedir âşığına... bilsen şu ölümden korkmayan, aksine ecele meydan okuyacak cesâretle donatılmış âşıkların "sensizlikten" nasıl korkuyorlar; desem "sizi unuttu" cân verecekler, tek tutanakları, size olan vuslat inançları ellerinden alınacak diye öylesi bir şevkle yaşıyorlar ki aklım duruyor, rûhum ise tâkibe pek cahil... bizler öyle geri kalmışız ki izini tâkipte Kur'an ve Sünnet diyoruz, bu iki mirâsı dahi paylaşmak da kendi aramızda cimrilik gösteriyoruz... oysa çok kere görüyorum, âşıklarınız Kur'an ve Sünnetinizi rehber edinmiş; yudumlamaktan vazgeçemeyecekleri su'dan daha aziz tuttukları aşîkar, pek ayân... dahi onlar yalnızca bu iki emânete değil sizin dokunduğunuz bir testiyi dahi canlarından aziz tutuyor, nefislerine verdikleri değerden daha çok kıymet veriyorlar...
...
ben çöl yağmuruna susuz, ben aşk kapısında dilenci, gül peşindeki bülbül... âşıklarının hâllerinden nasiplenmek isteyen kıtmîr... ben gârîp, dervişinin tesellilerinde bendini arayan zavallı, varlığından habersiz bîçare... kendince pervâne, aklı çaresizlik ağlarında takılı avâre... şu sözlerimin dahi çaresizliğini hissediyor gibiyim, aklımı yitimişcesine çırpınıyorum... size dair yazan onca âşıklarınız varken bize yazmak yakışmaz diyor ve de bütün bu yazdıklarımı göz yaşlarımla siliyorum, gönlümle eziyor ve de yalnızlığımla yırtıyorum; cânımla atıyorum...
...
çay içerken hatırına düştüğünüz bir meczûbu görüp sorsam "çayın deminde mi saklı sevgin", peki ya çamurdan saraylar yapan âşığına varıp "şu saray penceresinden bakan senin sevgili'n mi..." yüzünde cenneti seyreyledim desem... ey yunus bunca yolculuk niye, sanır mıydın ki vuslatın bu dünya'da mümkün olacak "bu ümitle mi yorulmak bilmedin"; şiirlerindeki "arayış"ın bu sebepten mi...huzuruna çıkıp mevlana'nın, sormak isterim "sevgili'ye en yakın olduğun an pervâne'yi taklit ettiğin zaman mıdır" adını ondan mı almıştır semâzen... yaman'laşan âşıklarını anmak haddim değil, fakat sormak isterim vücûtları tükenmiş olmalarına rağmen ismin anılınca kabirden kalkarcasına haşredilen aşkları sizi "isminizde" bulmalarından mıdır... ey başında aşk tüten meczûb, saklama gönül kesene konmuş dostluğu ki gözlerinden intihâra koşan elmas tanelerinden aşikârdır hakikat... sen ruhuna "velî" mührü lûtfedilmişlerdensin, gönül kesesi aşk değerinde, sözleri bülbül sûretinde nakş olunmuşlardansın...
...
söyleyin ey âşıklar; yürek kapılarına fethin misâfir olduğu güller, size bu büyük lütuf "o sevgiliyi kâinat ötesinde görmenizden" midir...
...
işte bunlar da âşıklarınızdır Efendim!.. bir işaretinizle ikiye bölünmüşler; bir yüzüyle dünya'dalar, diğer yüzüyle hak iledirler... işte göçmen kuşlarınız; durmaksızın ilim için, hicret için, sizin için yorulmadan, usanmadan kanat çırpan sevdâ kuşlarınız... siz neye nazar kılsanız o hâle bürünme arzusuyla eli-ayağı dolaşan, yürekleri kanat çırpışlarını andıran bir telâşa dönüşen ehl-i hâl'dir onlar... onlar vuslat türküsünde birer mısra, şu imtihan senaryosunda birer başrol oyuncuları, gönül semâlarında birer bulut, birer yağmur damlası... siz âleme rahmet, onlar ise bu rahmet sırrında birer harf...

evveliniz peygamberî muştularla halkalandı, âhiriniz ise evliyâne muştularla...
...
ben fâni derim ki; perdeler kalkacak olsa görülür ki, şu varlığım üzerine basıp da geçmeniz için ayağınıza serilmiş bir candan ibaret...
...
duygularım ikiye bölünmüş ay gibi, ve her biri çıkışı kayıp labirent gibi... her yönü başka bir hâl, ve ben bunca hâller içinde boğulan kuru bir akıl... şu görmez gözlerimize bir görün, anmakla yetinmek zorunda olduğumuz şu aşkı bize de yaşat, izin ver sînene yaslanalım, ömür diliminde yaşadığımız hâl sayısınca ağlayalım; lütûf kıl..




[muhammed hakan yıldız]
âşık-ı bîçare