Bence hemen yola
koyulun. Siz de bir çiçek arayın ve konuşmasını dinleyin.
Yolunuz,
gayretiniz hayırlı olsun. Bakalım, çiçeğin tebessümünden ne dersler çıkaracaksınız? Haa,
yıldızlı bir gecede semâya bakmayı da unutmayın… Yeni bir dil, yeni bir lisan öğrenmek kolay değil.

Kendimi birden büyükçe bir ormanın içinde buldum. Orman mı deseydim, yoksa geniş bir bahçe mi? Her neyse…

Bir çiçek, yanı başımda gülümseyiverdi. Yalnızlığımı, yabancılığımı unutuverdim bu yerde.
“Burda selâm, gülümsemektir.” dedi.

Her yer o çiçeklerle doluydu. Korkmadan yürüdüm o koyu gölgelikli ormanın içinde. Karşıma çıkması muhtemel ne varsa, hiçbir şeyden çekinmiyordum. Çünkü her yer, çiçeklerle ve tebessümleriyle doluydu. Yani onlar öyle konuşuyordu. Kalbim hızlı çarpıyor, ama tebessümleriyle bana güven veriyorlardı. Hatta öyle ki, bir gülümsemeyle kendi aralarında bile haberleşebiliyorlardı. Sanki benim nereden, niçin geldiğimi anlamışlardı.

Dillerini öğrenmekte gecikmedim. Bir lisan, bir insan demek ne de olsa.

“Şimdi kime anlatsam, dünyada kime söylesem inanmayacaklar buna.” dedim.

“Ayyy” dedi bir çiçek. “Onlar neye inanıyorlar ki? Harikulade ve harikalar harikası bir dünyanın içerisinde yaşıyorlar da, farkında bile değiller.”

“Hiç mi değiller yani?” sözüm karşılık bulmadı.

Bir çiçeğin arkadaşlığı da ne hoş bir şey. Konuşan değil, susan değil, ama gülümsemesiyle, tebessümüyle ne demek istediğini anlatan bir çiçekle arkadaşlık, ne kadar da güzel ve gizemli.

“Biz sizin dilinizi de biliriz, ama kendi dilimizle konuşmak hoşumuza gidiyor. Böylesi daha iyi.”

Çiçek dilini öğrendiğim gün, anladım ki, hayat bir başka güzelmiş, gizemliymiş. Onu da öğrendim. Tebessüm, çiçeklerin konuştuğu dil.

“Benden başka gelen var mı buraya?” dedim.

“Ortalıkta kimseler görünmüyor, ama sadece sen yoksun. Görmediğin daha neler var…” dedi çiçek, yine gülümsemesiyle.

Ben tercüme ediyorum bunları size. Kelimesiz konuşuyoruz biz çiçekle. O kadar da güzel anlaşıyoruz ki, sormayın. İki dirhem, bir çekirdek…

Sevdiler beni. Ben de sevdim onları. Aralarında sessiz bir oyuncu gibi dolaşıyorum. Hem de hayal hızıyla. Her neyse… Dedi ki:

“Burası, senin geldiğin bu yer, bizim dünyamızın bir küçük bölgesinin sadece bir bahçesi.”

Bahçe dediği yer de, dünya kadar geniş bir yer doğrusu.

“Kaybolan var mı burada?” dedim.

“Hayır, yok.” dedi. “Burada her şey sayılı. Öyle bir şey olmaz. Rastgele bir şey yoktur. Her şey kayıtlıdır. Bir yaprak bile kaybolmaz, bir çiçek bile boşuna gülümsemez burada.”

Sonra dünyada hiç görmediğim renklerde bir kuş geldi. Çiçeğin hemen üzerine konuverdi. Ve bir küçük damlayı içip cik bile demeden uçuverdi. Onda da ses yok, çiçekte de. Sessizlik ülkesi gibi bir yer burası sanki.

“Ne yaptı o kuş?” dedim.

“Selâm verdi. Yani o da bana gülümsedi.”

“Ama çok az kaldı.”

“Sana göre öyle. O kadar uzundur ki buradaki kalışlar, görüşmeler, bir araya gelmeler… Her bir ânı, sizin dünya saatinize göre belki de günler hükmündedir.”

“Sonra bir damla içip gitti, değil mi?”

“Evet” dedi. “Ama yanılıyorsun. O, bir damla değil, göz yaşımdı.”

“Aaaa, sizin gözleriniz de var demek ki...”

“Kalbimiz bile var.” dedi çiçek. “Ancak bilene.” O bir damla var ya, kalbimden damlayandı yapraklarıma. O kalbimi içti de gitti.” dedi.

“Her gün gelir mi?”

“Gelmesine gerek yok. Biz yanındayız artık. Kalbimiz onunla beraber. Kalbin gıdası, kalpten gelir. O bir damlada gizlidir hayatımız.”

Bir tuhaf, bir acayip yere düştüm, ama sevdim bu dostluğu. Ve ilerletmeliyim. Bana bir şey söyleyecekler sanki. Belki de bir sır açacaklar gibi…

“O damla...” dedim, “Neyin nesi?”

“O damla...” dedi, “Yıldızlardan, güneşlerden, baharlardan, bulutlardan geçip de gelen bir damla. Yüreğimde sakladığım, içtiğim bir öz su ve sonra başkaları da istifade etsin diye yapraklarımın üzerine bıraktığım hayat suyu o.”

“Hımm, anladım” dedim. “Sizin hayatınız olan o damla, şimdi bir kuşun hayatı mı?”

“Aynen öyle! Bunda hayret edilecek ne var ki? Herkes bunu yapıyor burada.”

“Allah Allah...” dedim ya, burası acayip bir âlem. Neyse... Siz anlattıklarımın arasına kendi düşüncelerinizi de katın, benim ne kadar müşkül durumda olduğumu varın, hayal edin. Dahası, herkes herkese bir şeyler veriyor burada. Verene veriliyor. Hem de daha fazlası...

“İlginç” dedim...

Çiçek:

“Seni daha büyük bir gülümsemenin, yani konuşmanın yaşandığı yere götüreyim.” dedi.

“Bunu hak ediyor muyum?” diye düşünürken:

“Hak ediyorsun bunu.”

Gördünüz mü? Çiçek içimden geçenleri bile anlamaya başladı. Ne de olsa kelimesiz konuşuyoruz ya, birbirimizin içinden geçenleri de biliyoruz her halde. Merakımı anlamış olmalı.

İnanmakta zorlanacaksınız biliyorum, ama çiçek yürüyor, yürümek ne kelime, uçuyor. Hızına yetişmeye çalışıyorum. Neyse...

Epey bir süre sonra çok geniş bir yere vardık. Ama her yer çiçek, çiçek, çiçek doluydu... Ve gece ışıl ışıldı. Öyle bir geceydi ki, yıldızlar çiçeklere sanki bir ev boyu mesafede duruyordu. O kadar yakındı. Gökyüzü sanki yeryüzüymüş gibi geldi bana.

Çiçek şaşkınlığımı fark etti:

“Bak” dedi, “Yıldızlara bak.”

Ben de baktım.

“Ne görüyorsun?” dedi. “Dikkatle bak.” Bir daha baktım.

“Pek bir şey göremiyorum” demek üzereyken, yıldızların eğilmiş, çiçeklerle konuştuğunu gördüm. Yani anlarsınız ya, onlar da gülümsüyordu. Onların konuşmaları öyle. Çiçekler gülümsüyor, yıldızlar gülümsüyor… Gülümsemek onlara mahsus bir dil. Çiçek dedi ki:

“Çiçeklerin gülümsemesini görmeyen, yıldızların gülümsemesini de göremez.”

“Hımmm, anladım. Ben yıldızlardan değil de çiçeklerden işe başlamışım. Doğru bir iz sürmüşüm. Dersimi almış mıyım acaba?”

“Eh, sayılır...” dedi. “Ama son dakikadaki dikkatsizliğini de hesaba katmazsak.”

“Anladım, anladım, şimdi anladım.”

Yorgun bir hayatla, şaşkın bir kafayla, ağırlaşmış bir ruhla burada olmak imkânsız. Önceden bir hazırlık gerekli buraya gelmek için.

“Aslında dünyanızda da manzara böyle.” dedi çiçek yine gülümsemesiyle. “Ancak siz kendi dilinizde olanları bile anlamakta zorlanıyorsunuz. Ya bizi, ya çevrenizi…”

“Neden?”

“İşiniz şu: Hayatınızın içinde size ait olmayan bir yığın iş var.”

“Doğru, işlerimizin içinde çok iş var. Birçoğu da bize ait olmayan hem de.”

“O yükleri atmadan, onları bir kenara bırakmadan, o ağırlıkların içinde gerçekleşmez bunlar.” dedi. “Dikkatle baksanız, dünyada göreceğiniz de bunlardan pek farklı değil aslında.”

“Tamam” dedim. “O gözle bakacağım bir çiçeğe. Yıldızlı bir gecede semâya başımı kaldırıp o gözle bakacağım. Bakalım çiçekler gülümsüyor mu, yıldızlar da onlara gülümsüyor mu? Bu cümle pek iddialı oldu, ama bakalım yapabilecek miyim, anlayabilecek miyim?”

“Dur bakayım, anlarsın her halde. Anlamakta zorlanmana şaşarım. Odaklan, yeter. Sen niyetlen, yeter.” dedi. “Hem, sen anlamazsan, kim anlayacak canım?”

Bu cümle ağır geldi. Omuzlarımda sorumluluk hissettim.

Şimdi, soru şu: Çiçekler konuşunca mı güzeller, konuşmayınca mı?

Hemen işe koyuluyorum en yakın bir çiçeğin yanına doğru. Bakalım, yine tebessüm edip konuşacak mı benimle? Onların dilini öğrenmek zor mu? Sanmıyorum. İngilizceyi, Arapçayı öğrenmekten ya da ne bileyim, bir başka dili öğrenmekten daha kolay.

Kolları sıvadım, hemen çiçek dilini öğrenmeye başlıyorum. Bakalım, becerebilecek miyim? Bir saksının başında ya da bir bahçedeyim. Tebessüm eden bir çiçek arıyorum.

Ya siz? Bence hemen yola koyulun. Siz de bir çiçek arayın ve konuşmasını dinleyin. Yolunuz, gayretiniz hayırlı olsun. Bakalım, çiçeğin tebessümünden ne dersler çıkaracaksınız? Haa, yıldızlı bir gecede semâya bakmayı da unutmayın…

Yeni bir dil, yeni bir lisan öğrenmek kolay değil. Ama bakın işte, ben bile öğrenmeye başladım bu yaştan sonra. Sanırım çiçeğin arkadaşlığı devam edecek. Yeni diller, yeni sözler ve sürprizlerle karşılaşmaya hazır olun. Olmazlar olur, siz inanın yeter ki.

Duâ ve salât-u selâm ile…



Selim GÜNDÜZALP