Beyoğlu’nun arka sokaklarında, sahafların vitrinlerinin önüne yığılı, satırları hoyratça çizilmiş, sayfa kenarlarına itinalı emanet notlar bırakılmış, “birazdan geleceğim” dermişçesine kenarı kıvrılmış ama belki de bir yarım asır gerçekleşememiş bir buluşmanın hasretiyle yaprakları sararmış yüzlerce tozlu kitabın arasında dolaşıyordum. Zaman zaman alışveriş yaptığım dükkanlardan birine girdim. Henüz adını bile bilmediğim ama görür görmez tanıyacağım kitapları arıyorum. Naftalinle karışık rutubet kokusu, kitapları karıştırıp sayfalarını açtıkça havada kendisini tazeliyordu. Dükkanın önünden geçen sokakta, çocuklar oynuyordu. Zaman zaman, her çocuktan çıkabilecek ince kahkahalar, biz büyüklerin asla mânâ veremeyeceği çocuk diline özgü tuhaf deyişler duyuyordum.


Ama hiçbiri beni, naftalin ve rutubetten müteşekkil bu sahaf rayihasının zihnimde açtığı dünyadan çekip çıkaracak kadar güçlü değildi. Ta ki, o sokağı ve kulaklarımı döven çığlık rengindeki sesi duyana kadar: “Borçlarına sadık değilleeeeeeer!” Kimdi bu çocuk, çıkıp bakamadım. Boyundan büyük laflar eden veletlerden biri diye geçiştirmek istedimse de, bu hedefi belli olmayan ok, kitap yığınları arasında gelip de beni vurmuştu.


Kime niçin söylendiğinin ne önemi vardı ki? Borcuna sadık olmayan herkes, üzerine alabilirdi bu ithamı. Küçük bir simitçinin, bir dükkan sahibinin, bir lokantacı çırağının bedavacı bir kurnazın, eve birkaç ekmek alıp gelmesi üzerine tembihlenmiş minicik bir mendil satıcısının, dalgın bir hanımefendinin ardından pekala savurmuş olabileceği bu çığlık, hedefi bilinmediği takdirde nasıl da hepimizi yakalayıveriyordu. Çünkü hiçbirimiz borçlarımıza sadık değildik! Hepimizin ödemesi yada ödeyememenin ağırlığı ile başını eğmesi gereken bir borcu vardı. Çocuk hepimize sesleniyordu.



Bir büyükten kolay kolay beklenemeyecek bir cesaretle, Beyoğlu’nun arka sokaklarında, insanlara ödemekten kaçtıkları borçlarını hatırlatıyordu. “Borçlarına sadık değilleeeeeeer!” Borcumuza sadık değildik. Var olmak, yokluk karanlıklarından çekip çıkarılmak borcumuzdu. Varlığımızdan haberdar olmak ve iri bir taş parçasından farklı olmak da borcumuzdu. Bir kedinin pençelerinden, oyuk-delik kaçan bir fare olmamak da borcumuzdu. İnsan olmak borcunun ağırlığı ile, diz çökmeli idik. Alnımız yere değmeli idi. Oysa borçlarımıza sadık değildik… Aferin sana ufaklık! Bize borçlarımızı hatırlattın. Ödeyemesek de, boynumuz eğiktir. Alnımız yere değmektedir.Aferin sana…




Selim Gündüzalp