Hölderlin'in bu dizesi, insanın, varolan ve varlık içerisinde nasıl bir 'konum'a sahip olduğuna ilişkin temellendirici bir yargı ihtiva eder. Bu bakımdan Heidegger, Hölderlin'e ve şiirin özüne ilişkin o ünlü yazısında, şiirin kurucu niteliğini öne çıkarır. İnsanın yeryüzünde şairane mukim olması, bir bakıma, onun dil aracılığıyla, kendini varlığa açması ve varlığın kendine açılma imkanlarını aramasıdır. Şairden hareketle, düşünür, dilin, varlıkla bir konuşma olduğunu belirtir. Bu, insanın kendisinin de bir söyleşi olmasıdır aynı zamanda.
Edeple edebiyata ilişkin düşünmeye bu mısranın çağrışımlarıyla başlamanın şöyle bir boyutu da var: Şiir, şuurla müştak olması itibariyle hem akla, hem de bir bulanıklığa imada bulunur. Bu yüzden olsa (ya da hikmetlerinden biri bu olsa) gerek, Yüce Allah, 'Biz O'na şiir öğretmedik' buyurur. Çünkü vahiy, saf ve katışıksız hakikat olarak, aklı aşan, aklı öteleyen ve çevreleyen bir kaynaktır; böyle olduğu kadar, insanın şuurundaki muhtemel bulanıklıkları da gidererek, onu daima kesrete karşı teyakkuza çağırır ve İlahi Merkez'de tutunabilmesinin imkanlarını işaret eder. Edeple edebiyatın aynı kökenden olmasında da, edebiyatın kutsal ve geleneksel anlamına ilişkin bir esas nokta buluruz. 'Sakın terk-i edepten...' diyen şair, sadece manevi değere sahip bir mekana değil, aynı zamanda yüce bir insanlık düzeyine yani mekanete yönelik olarak da insanı uyarmaktadır. Edebiyat, insanın edebi kuşanmasında bir yol, bir yordamdır bu yönüyle. Bu, kutsal edebiyatta dolaysız olarak böyledir, geleneksel edebiyatta ise sonuçları bakımından. Tekkelerdeki 'edep ya hu' levhasına bakarken, bende hep edeple Hu arasındaki ilgiyi diri tutma çabasının, varlığın evi olarak dil içerisinde nasıl gerçekleşebileceğine ilişkin düşünceler uyanır. Madem, varlık dilde ikamet etmektedir, edep ise Hu'yla mümkün ve zorunludur, o halde, edip, edebi, edebiyatla arayacak ve gerçekleştirecektir. Büyük Bilge'nin, 'edipler edepli olmalı, hem de edeb-i İslamiyye ile müteeddip olmalı, matbuat nizamnamesini, vicdanlarındaki hiss-i diyanet tayin etmelidir' ikazında da, bu geleneksel önerme yeniden dile gelir ve modernlere yönelik şefkatli bir ikaz olarak kendisini gösterir. Edebin edebiyatla ilişkisini modern zamanlarda yitirmiş bahtsız insanlar olarak, (bunun sadece tekil birkaç örnekle sürdüğünü görmenin geçici bahtiyarlığı içinde de olsa) bu ilişkinin aynı zamanda, 'düşünce-eylem bütünlüğü'yle de ilgili olduğunu belirtmek durumundayız. Konevi, sıdk sözcüğünün bir anlamının bu olduğunu söyler: özü sözü bir olmak. Söz, sahibinin halinden çıkmıyorsa, onun herhangi bir ahlaki etkinliğinden söz edemiyoruz. Yunus'un, 'söz ola kese savaşı' dediği türden bir sözden söz ediyorsak eğer. Yoksa sözün de bittiği bir yer vardır ve orada pür edep söz konusudur.
'Bir dem gelir söyleyemez/Bir sözü şerh eyleyemez' insan orada. Orada artık hikmet'in dili, sembol ve sükuttur. Bir haldir bu, eğer uzun sürerse makama dönüşür ve salik, bir zaman orada ikamet eder. Yine edeple edebiyatı temellendiren bir Peygamber sözü, 'ben yüce ahlakı tamamlamak için geldim'dir. 'Allah'ın ahlakıyla ahlaklanınız' haberi de bunu ima eder. Allah'ın nitelikleriyle nitelenme yolunda yürüyen insan için edep artık sürekli bir hale gelir. O hal ve melal içinde söylenen her söz, edeplidir, edebin tüm görkem ve zenginliğine sahiptir. Bugün böylesi yüksek sözler söylemenin neredeyse imkansız olduğu bir çağdayız. Bu çağda, 'Sevgili', Hz. Mevlana'nın, o gerçek aşk erinin söylediği gibi, tüm çabaların erişmek istediği gerçek bir maksud değildir. Büyük Bilge İbn Arabi'nin Tercümanu'l-Eşvak'ta, Hz. Mevlana'nın Divan-ı Kebir'de sözünü ettiği Sevgili, tüm sevgilerin kaynağı olan Vedut'tur, etiyle kanıyla sevgili değil. Hz.Mevlana, bu yüzden ne söylediysem hep Sen'den söz ettim, oysa, benim divanesi olduğum varlığın Sen olduğunu bilemediler, onu bir sevgili zannettiler, der. İbn Arabi ise, tüm arzuların Kendisi'ne yöneldiği Sevgili'den Nizam diye söz ettiği için kınanır ve Tercümanu'l-Eşvak'a bir şerh yazma ihtiyacı hissederek, edebin de edebiyatın da kaynağının, tüm varlığın Vacib olan Vücud'undan geldiği Zati Varlık olduğunu açıklar. Biz, edebin edebiyatla nasıl bir ilişki içinde olduğunu onlardan öğreniriz. Onlardan, yani, İbn Arabi'den, Hz. Mevlana'dan, Niyazi-i Mısri'den, Yunus Emre'den, Hacı Bayram-ı Veli'den, Fuzuli'den, Şeyh Galib'den. Galib Dede, bu ilişkiyi Hüsn ü Aşk'ta gözkamaştırıcı biçimde taçlandırır. Mesneviyi okurken, insanın, kişisel doğasının sınırlarını nasıl aşarak, İlahi Varlık'a doğru yöneldiğini, orada, kendisini bekleyen Deniz'e nasıl karıştığını, ölümlü olan beden içerisinde tutsak bir halde sıkışıp kalmış olan ruhun nasıl ölümsüzlüğün ab-ı hayatını içtiğini okuruz. Orada, edepli olmanın ve bunu bir makama dönüştürebilmenin sırlarını buluruz. Çeşitli çetin vadilerden geçeriz, ateşlerde yanarız, sınavlar veririz ve nihayet simyaya ulaşırız. Aslında edebiyat, kibrit-i ahmerin peşinde geçen çileli bir arayışın adıdır. Sürekli edep hali içinde olabilmenin ıstıraplı ama bir o kadar şevkli yoludur. Şevkin aşktan üstün bir düzey olduğunu da bize edebiyat öğretir. Bu, bize niçin irfan ehlinin çoğunun aynı zamanda şair olduğunu da yeterince açıklamaktadır. Şiir, sözün (vahiyden sonra) efendisi olduğuna göre, insan, en yüksek edep düzeyine orada ulaşmaktadır. Yani edeple edebiyat, irfan sahiplerinin dilinde söze dönüşmektedir. Bu sözle Hölderlin'in 'sözlerin en tehlikeli' olarak nitelediği şiir arasında nasıl bir ilişki var, bu tartışmaya değer bir sorun ve 'karşılaştırmalı felsefe ve edebiyat' araştırıcıları için kışkırtıcı olsa gerek. Ne var ki, biz, buna sadece şöyle bir dokunup geçmek durumundayız. Ayrıca şairin söz ettiği 'tehlike', bir tekinsizlikten çok, uzantıları bakımından sözle hal arasındaki o tehlikeli ilişkiye işaret etmeye çalışıyor sanırım. Çünkü canda bir karşılığı olmayan söz, dönüp yine canı vuracaktır. Canı ve cananı birlemeye çabalayan söz ise, edebiyatın, bizatihi edebin kendisi olduğunu sürekli söyleyip duracaktır. Edepten süzülmeyen edebiyatın, özellikle aydınlanmayla birlikte nerelere savrulduğunu birlikte izliyoruz. Bir ürüne dönüşen söz, yine merğub bir metadır ama, sadece metadır işte. Saadet çağında olduğu gibi, kılıçtan keskin, oktan delici ve merhametten daha yatıştırıcı değildir. Ne nasıl söylenirse kaç satar hesabıyla söylenen söz, hem içeriği boşaltılmış, kof ve zamana dayanıksızdır, hem de muhatap açısından en küçük bir diriltici soluğa sahip değildir. Çünkü söz, halden çıkmalıdır, çünkü dil, anlamdır, anlamın bizatihi kendisi olmalıdır. Öyle ki, geleneksel edebiyatta, hangi sözün hangi manevi düzeyden söylendiği bile önemlidir. Bu yüzden, manevi yolculuğuna yeni başlamış birine, kılavuzları mesela Yunus Divanı'nı hemen okutmazlar. Çünkü, Yunus, sözlerini birkaç makamdan konuşarak söylemiştir ve bu Divan'da karışık bir haldedir. Rıza makamında söylenmiş şiirle, istiğna makamında dile gelmiş olan farklıdır. Cem makamında irad edilen sözle, teferrüd makamında dile dönüşen mazmun ve mecazlar ayrıdır. Yola henüz koyulmuş olan, bu makamlardan habersiz olduğundan, sözün anlamını ve değerini doğru kavrayamaz. Bugün, geleneksel edebi verimlerin eskilere oranla doğru ve yeterli biçimde şerhedilememesindeki güçlük biraz da burada yatmaktadır. Hele söz konusu edilen söz, İbn Farıd gibi bir vecd ve istiğrak ehline ait olursa. Kaldı ki, bir Şeyhi ya da Fuzuli gazelinin, bir Niyazi-i Mısri nefesinin, bir Yunus ilahisinin (nefesinin), bir Kaygusuz Abdal devriyyesinin doğru anlaşılmasında, okuyanın, edebin neresinde oluşunun da en azından değerleyici bir rolü olacaktır. Bütün bunlar bize, edebiyatın bir edep, bir terbiye, bir ruh olgunlaşması, bir tekamül çabası, bir yol arayışı, bir hal ve bir melal olduğunu gösterir. Edebiyatın yeniden bu niteliğine kavuşması için, söz sahiplerinin kendi manevi çabalarına tanık olmak üzere söz söylemeleri gerekmektedir. Bir dertle ağlanıp bir aşkla söylenmemiş sözün, dinleyen üzerindeki etkisi, uçucu, geçici olacaktır. Ama yüzyıllar öncesinde, bir edebi kuşanmanın nişanesi olarak söylenmiş söz ise, zaman geçtikçe tazeliğini koruyacak, ona her yaklaşana, her yaklaşıldığında yeni şeyler söyleyecek, ayağa kaldırıcı, diriltici ve dönüştürücü bir işlevi olacaktır. Bu ilişkinin yeniden kurulmaması halinde, 'Ben bir acep ile geldim/Kimse halim bilmez benim/Ben söylerem ben dinlerem/Kimse dilim bilmez benim' diyen büyük Yunus'un ima ettiği üzere, üzerine uyuşarak yattığımız o muazzam gelenekten habersizliğimiz sürüp gidecek, edeple edebiyat arasındaki küslük ebediyyen devam edecektir.
Sadık Yalsızuçanlar