İnsanoğlu güzelliğe meftun yaratılmıştır ya, her cinsin içinden en güzeli seçmek ister. Üstelik de her cinsin en üzeli daima değerlidir.
Nadir olan bir güzelliğe ise bazen paha biçilemez. İnsanlık tarihi biraz da nadir olanı elde bulundurma mücadelesinin tarihi sayılabilir. Çünkü nadir bir güzellik her zaman insana güç verir, ayrıcalık verir.
İnsan, yüzyıllar boyunca tabiatta var olan taşların en güzellerini bulmuş, onları avucunun içinde tutarken kendinde bir güç hissetmiştir. Kadınların bu güzel taşlardan takılar yapmaları ise güçten ziyade güzelliklerine güzellik katma arzularının bir sonucudur. Eski Mısır hazineleri arasındaki takılar, bu taşların madenlerle (altın, gümüş vb.) birleştirildiğini bize gösterir. Milattan üç bin yıl önceki dönemlere ait Truva hazinesinden çıkarılan takıların çoğu altından iken, ikibin yıl öncesi döneme ait Alacahöyük kazılarından çıkarılan takılarda altınla birlikte taşlar kullanılmıştır.
Mücevher kelimesi şimdilerde değerli maddeden yapılmış veya işlenerek değerli hale getirilmiş süs eşyasını karşılıyor. Oysa eskiden mücevher deyince yalnızca taş anlaşılır ve altın, gümüş, platin, bakır vb. madenler yalnızca bu taşları barındırmak üzere işlenirmiş. Bölmeleme, mıhlama veya serpme tekniğiyle altın veya gümüş madenler içine yerleştirilen mücevherat zamanla kazınabilir özelliklerde işlenmiş ve madenlerden ayrı olarak işlem görmüştür. Kuyumculuğun geliştiği ortaçağdan itibaren mücevherat bilhassa Hıristiyanlık ritüellerinde önemli yer tutmaya başladı. Eskiden kralların ve sultanların kullandığı kıymetli taht, tac ve giysileri artık din adamları kullanır olmuştu. Bilhassa Hz. İsa ikonlarında kullanılan mücevheratla tezyin usulü daha sonra İslam kültüründe de yer etmeye, kutsal emanet mahfazalarında nadir mücevherler kullanılmaya başlanmıştır. Sevilen, değer verilen ve kutsal kabul edilen şeyleri süsleme adeti bütün dinlerde elbette vardı, ama bunun mücevher ile birleştirilmesi Hz. İsa'nın ümmeti tarafından başlatıldı. Sonraki dönemlerde değerli olan ile kutsal olan her zaman ve zeminde bir araya getirilir oldu.
Divan şiirinin Anadolu'daki ilk şairi sayılan Hoca Dehhanî bir mücevher ustası yahut bir kuyumcu değildi. Ancak o, sevgiliyi değerli kabul ettiği için ona mücevherleri layık görmüş ve şöyle demişti:
Gözün sadefinden nice dürdane dökersin
Şol dişi güher dudağı mercan ere umma
"Ey âşık! Gözünün sedefinden daha ne zamana kadar inci taneleri döküp duracaksın? Zannediyor musun ki böyle yapınca o dişi inci, dudağı mercan olan sevgiliye ulaşabileceksin!?.." Şair bu beyitte adeta okuyucusunun iki hususta dikkatini çekiyor ve bir şeyin farkına varılmasını istiyor. Birincisi incinin sedeften elde edildiği ve sedefin de değerli oluşu, ikincisi ise incilerin mercanla birlikte saklanması.
Eski hanımefendiler, inci ve mercanlarını akikten yapılan mücevher kutularında bir arada saklarlar, diğer mücevherleri ile karıştırmazlarmış. Bizce bunun sebebi, şairin farkına varmamızı istediği husus olmalıdır: Hem inci, hem de mercan denizden çıkartılır ve bir zamanlar canlı iken sonradan taşlaşmış olarak değer bulur. Şair ilk dizede inciyi, ikinci dizede mercanı anarak âşıkın (kendisinin) gözünü denize benzetmektedir ki okuyucu bunun farkına vardığı zaman onun sevgili uğruna ne derece çok (denizler kadar) ağladığını görmüş olacaktır. Bu da sevgilisinin ne derece güzel olduğunun delilidir.
Plastik takılar çağındayız ve bir zamanların mücevher tanımı içine giren zümrüt, pırlanta, elmas, inci, mercan, yakut, zebercet, firuze, la'l, yeşim gibi taşlar ile bunların kakıldığı gül yahut armudi küpeler, serpme taşlardan ışık ışık kırılan telkari veya savatlı zarif bilezikler, altın örme zincir zincir parıldayan halhallar, bilhassa zümrüt, inci ve elmasın renk uyumlarıyla bezeli sorguçlar, bilhassa saray kadınları için üretilen iki üç sıra mücevherli gerdanlıklar, yahut bir Kaşıkçı elması bize uzak bir mazinin erişilmez güzellikleri olarak görünüyor. Varsa yoksa Erzurum'un burma bilezikleri, Diyarbakır ve Trabzon'un hasır bilezikleri, Malatya işi burmalı hap gerdanlıkları... Tek taş pırlantalar da moda olmasa, taşlar hayatımızdan çekilip gitmiş gibi. Eskiden hiç olmazsa yeşim, akik veya zümrüt üzerine hakkedilmiş mühür yüzükler kullanılırmış. Karacaoğlan'ın "Telli turnam sökün gelir / İnci mercan yükün gelir..." dediği mücevher kervanları acep nerelere gittiler?
Mercan duası
Eski En'am kitaplarında ve dua mecmualarında karınca duası, ism-i azam duası gibi bir de mercan duası varmış. Bu duanın nasıl bir şey olduğu, neye yaradığı, hangi vakitte edildiği maalesef bilinmiyor. Ancak geriye kalan efsanesinden bir şirinlik muskası olduğu anlaşılıyor:
Vaktiyle bir sultanın çok sevdiği Mercan adlı bir cariyesi birden ölüvermiş. Yasa boğulan sultan, ölüyü yıkayacak kadına, "Kefenlemeden evvel beni çağırın son bir kez göreyim!" demiş. Yıkayıcı kadın cesedi soyarken saçları arasında bir muska ve muskanın içinde de bir mercan bulur. Bunu hemen kendi başına takar. İşini bitirince sultana haber verirler. Lakin sultan cariyesini o eski güzelliği yerine zenci kılığında görür. O sırada yıkayıcı kadını görüp derhal âşık olur ve nikâhlayıp alır.
BERCESTE
Nola candan olursa mübtelası
Ki la'li götürür mercan duası
Sevgilinin tutkunu canını feda etse ne çıkar; çünkü dudağı hiç durmadan mercan duası götürüyor (dudağı mercan rengindedir / dudağından mercan duası hiç eksik olmuyor).
Azizi
Prof.Dr.İskender PALA